Çeviren: Merve Gök
Dr. Haşim Salih, sizi tanıtmaya gerek olmadığı kuşkusuz. Ancak, siz kendinizi okuyuculara nasıl arz edersiniz?
Ben tam olarak kim olduğumu bilmediğimi söylersem şaşırmayın! Suriye’nin Ceble sahil kentinde lisede okurken, felsefe öğretmenim, bizlere Sokrates’in şu meşhur sözünü söylerdi: “Kendini bil” ya da “kendi kendini tanı”. Bu öğreti Yunanistan’daki Delphi tapınağının girişinde altın harflerle yazmaktadır. Ben o zaman bunu duyduğumda çok şaşırdım ve kendi kendime dedim ki “gerçekten bu hoca tam bir eşek! Şu dünyada kendini tanımayan, ya da kim olduğunu bilmeyen biri var mıdır? Ne kadar aptalca bir soru!”.
Daha sonra, büyüyüp hayat kavgam ya da hayatın benimle kavgası başladıktan sonra bu sorunun ne anlama geldiğini ve tartışmasız bir meşruiyeti olduğunu anladım. İşte o an en zor şeyin kendi rengini, derinliklerini, dehlizlerini ve benliğinin gizli kalan kısımlarını keşfetmek olduğunu anladım. Biz kendimizin kim olduğunu tam olarak bilmiyoruz. Kim olduğumuzu öğrenebilmek için tehlikeli bir maceraya atılmamız gerekiyor ki o da şu: Benliğinin bilinmeyenlerini keşfetmek. Kişiliğimiz erken çocukluk döneminde nasıl oluştu? Gençlik döneminde bizi etkileyen faktörler neydi? Mutlu ve doğal bir çocukluk geçirdik mi?
Her birimiz belli çevrelerde, belli bir dini yaşamın içerisinde ve hatta belli birer mezheple dünyaya geldik. Hepimiz, zengin ya da fakir bir sosyal sınıfta doğup büyüdük. Hepimiz erken çocuklukta bir dizi fikir ve mutlak düşünceyi tartışmaya kapalı gerçekler gibi zihnimize alıyoruz. Bu bağlamda, Descartes’in şu muazzam sözünü çok beğenirim: “Böylece geçmiş tüm düşüncelerimi yıkmaya karar verdim!”.
Doğduğunuzdan beri zihninizin derinliklerine gömülen kesinleşmiş düşüncelerden kurtulmak hiç kolay değildir. Fakat Descartes, derinlerdeki her şeyi kuşku testinden ve sıkı bir elekten geçirdi. Bu sınavdan geçen her şeye tutundu, geçemeyenleri ise terk etti.
Yüzlerce yıldır toplumsal zihniyetimizde yerleşmiş olan geleneksel, ancak tarihi olmayan ve yüceltilen yorumun ötesine geçerek dinin gerçek tarihsel yorumuna ulaşabilmeyi arzu ediyorum. İslam dininin özünü koruyarak, bu yeni inancı, yani daha yüksek bir ahlak ve manevi pürüzsüzlüğü elde etmek istiyorum.
Descartes, bu sınavda esas olarak skolastik felsefe düşüncelerini yani, orta çağın Hıristiyan felsefesini değerlendirdi. Ancak, herkes Descartes değil! İnsanların büyük kısmı için tüm düşünceleri, dini, mezhebi veya ulusal düşüncelerini tekrar gözden geçirerek yargılamak çok zordur. Örneğin, Descartes İsevi bir okulda eğitim gördü. Yani Protestan karşıtı Katolik mezhebinin kucağında yetişti. Ancak yetişip düşünceleri olgunlaştığında, karşıt mezhebin de çocukluğunda kafasında şekillendirilen kadar kötü olmadığını keşfetti. Bunu açıkça söylemeye cesaret edemediği doğrudur. Ancak Katolikler tarafından kınanması ve kitaplarının Vatikan tarafından yasaklanmış kitaplar listesine alınması, mezhebinin ilkelerine ‘ihanet ettiğinin’ veya büyük bir bölümünü terk ettiğinin kanıtıdır. Aksi halde onunla savaşmazlardı.
Asıl sorumuza geri dönüyorum: Ben tam olarak kimim? Ben, İslam kültürü alanında gerçekleri arayan bir kişiyim. Bu olmasaydı, ömrümün çoğunu Muhammed Arkoun’un eserlerini ya da aydın filozofların teorilerini Arapça’ya çevirerek geçirmezdim. Aslına bakarsanız, ben ister azınlık olsun ister çoğunluk, tüm mezheplerin miras bıraktığı yaygın yorumlar dışında İslam dininin başka bir yorumunun ortaya çıkma ihtimali olup olmadığını öğrenmek istiyorum. İslam’ın ilk yıllarındaki tazeliğine ve o dönemdeki özüne ulaşmak istiyorum. Arkoun, bu konuda bana çok yardımcı oldu. Yüzlerce yıldır toplumsal zihniyetimizde yerleşmiş olan geleneksel, ancak tarihi olmayan ve yüceltilen yorumun ötesine geçerek dinin gerçek tarihsel yorumuna ulaşabilmeyi arzu ediyorum. İslam dininin özünü koruyarak, bu yeni inancı, yani daha yüksek bir ahlak ve manevi pürüzsüzlüğü elde etmek istiyorum.
Dinin Özünü Sadece Dini Kitaplarla Anlamak Mümkün Değildir
Küçük yaşımdan bu yana kim olduğumu ve zihniyetimin tam olarak nasıl oluştuğunu öğrenmek istiyordum. Bunun için tırnaklarım ile kazıyarak araştırmalar yaptım, çağın derinliklerine indim ve kitapların içine daldım. Kim olduğumu öğrenebilmek için uzunca bir git gel yaşadım. Bugün, Arap aydınların karşısındaki en temel görevin de bu olduğuna inanıyorum. Kültürel mirasın tümünü süzgeçten geçirerek, doğru olanları alıp tahrif olanları geride bırakmalıyız. Yani kültürümüzün özünü koruyup kabukları atmalıyız. İşin sonunda ise, ben tercümelerim, derlemelerim, makalelerim ve incelemelerim sayesinde yaptığım işin ürünüyüm. Sadece bu, benim kim olduğumu, neler yaptığımı ve yapmadığımı söylüyor.
İlim yolculuğunuzda sizi etkileyen en önemli kitaplar ve fikirler hangileridir?
Ben çoğunlukla düşünürlerden etkilenmişimdir. Hepsini birden sayamıyorum ama ben açgözlü bir okuyucuyum. Bazen bir günde bir kitabın yarısını ya da en az çeyreğini bitiririm. İnsani çekişmesi ve yüksek ahlakı nedeniyle beni en çok etkileyen düşünürün Jean-Jacques Rousseau olduğu kuşkusuzdur. Rousseau, ahlak ya da vicdansız bir ilim olamayacağını bana öğretti. Ondan önce ışıltılı, süslü cümleler ve boş sözler beni şaşırtıyordu. Şimdi ise, Arap dünyasındaki en önemli düşünürler eğer vicdanı ve ahlakı zayıfsa benim ilgimi çekmiyor. Sokaktaki yoksul bir kadın benim için onlardan yeğdir. Okuma yazma bilmeyen, cahil ve basit ancak iyi bir kalbe ve daha iyi bir vicdana sahip olan bir insan, kalpsiz ve vicdansız bir entelektüelden daha iyidir. İşte Rousseau ve daha sonra Kant’ın bana öğrettiği şey budur.
Gerçeklere ulaşmak için eziyet çeken ve kişisel konfor alanından feragat eden düşünce insanlarını çok severim. Bunların başında Sokrates ve Rousseau vardır. Tabii ki bu listede başka isimler yer alıyor olsa da sayıları çok fazla değil! Entelektüellerin çoğunluğu, para, itibar, şöhret ve ışıkların peşinde koşuyor ve gerçekler onları pek de ilgilendirmiyor. Onlara bunları söylersen sana kahkahayla gülerler ve seni budala, aptal hatta deli olarak görürler. Bu sahte düşünürler ya da sözde entelektüeller beni ilgilendirmiyor, asla umurumda değiller. Ben Rousseau’nun ‘İtiraflar’ını okumak için çok zaman harcadım ve bunlardan pek çok dersler alarak, büyük bir zevkle istifade ettim. Rousseau sadece bir düşünür değil, birinci sınıf bir yazar, filozofların edibi, ya da edebiyatçıların filozofudur.
Voltaire’e gelirsek, onu sevmemin ise başka bir nedeni var. Kendisi için tehlikeli olan Hıristiyan radikalliğine karşı kararlı bir duruş sergiliyordu. Ancak radikalliğe karşı duruşu, diğer pek çok entelektüel gibi kendisini ateizmin kucağına atmasına neden olmadı. Voltaire ateist olmadı. Bu evrenin en azametli mühendisinin Allah olduğuna inanıyordu. Onun dediği gibi, “bir yapıcı olmadan yapı olmaz”. Ancak, kendisi ahlaki açıdan Rousseau ve Kant’ın seviyesine ulaşabilmiş değil.
Günümüzde ise Fransız filozof Luc Ferry’yi beğeniyorum. Ferry, netliği ve tüm felsefe tarihine dair gerçek bilgisi ile öne çıkıyor. Bu özellik paha biçilmez. Bazı filozoflar kapalıdır ve bu belirsizliği ne kadar gizemli kılarlarsa o kadar önemli olduklarını düşünürler. Ancak bu doğru değil. Bu tür filozoflar hilekârdır. Bana kalırsa, Jacques Derrida bunlar arasındaydı. Bundan dolayı, büyük şöhretine rağmen isminin çok fazla kalıcı olacağını düşünmüyorum. Buna karşın inançlı filozof Paul Ricoeur’u gerçekten çok seviyorum. O, felsefe ile dini bir araya getiriyor ama ikisini birbirine karıştırmıyor. Çünkü ikisi farklı seviyelerdeki iki önemli konudur.
Din ile felsefeyi doğru bir şekilde nasıl anlayacağımızı bilirsek ikisi birbiri için birer çelişki değil tamamlayıcı olur. Bilgi bolluğunun ateizme sürüklemediği ve inancı ile iyilik, güzellik ve hakikat değerlerini birleştiren filozof ve bilim insanlarını seviyorum. Aynı zamanda felsefi derinlik ile dini ruhani derinliği aynı şekilde bir araya getiren din bilimci Hans Kung’u da beğenirim. Genel olarak, bilim ile iman ya da felsefe ile din arasında ilişkiyi derinleştiren filozofları severim.
Luc Ferry’ye geri dönecek olursak, Yunan tarihinden başlayan ve günümüze kadar uzanan Batı düşünce tarihi okumasının harika bir çalışma olduğunu söyleyebilirim. Çünkü size beşerî düşüncenin geçtiği tüm esas aşamaları gösteriyor. Bu sözleri Fransa’nın Rance şehrinden yazıyorum. Buraya geldiğimde yaptığım ilk şey onun yeni kitabını satın almak oldu: ‘Felsefe Tarihinin En Güzel Hikâyesi’. Böyle bir kitabı tercüme etmek gerçekten çok yararlı. Çünkü bu kitaplar felsefe tarihini açık bir şekilde üniversite, hatta lise öğrencilerine ulaştırıyor. Doğu ve batıdaki öğrencilerimizin dini eğitimin yanı sıra felsefi bir eğitime de ihtiyaç duyduğunu biliyoruz.
Aslına bakarsanız, dinin azameti, felsefe okumadıkça tam olarak sizin için tecelli etmez diyebilirim. Dinin özünü sadece dini kitaplarla anlamak mümkün değildir. İlmi teoriler ve felsefe kitaplarını da okumak gerekiyor. Genel olarak Arap kültürü ve eğitim programımızın en büyük eksiği felsefi boyutunun olmayışıdır. Ancak burada felsefeden kastım, liselerimiz ve üniversitelerimizde öğretilen kelimenin soyut anlamı değildir. Bunun ötesinde, beşerî kaygılara ve sorulara yakın, açık ve somut manada felsefeyi kastediyorum. Luc Ferry bu konuda ayrıcalıklıdır.
Rahmetli araştırmacı yazar Muhammed Arkoun’un bir çalışmasını Arapça’ya çevirdiniz. Hem bir insan hem de düşünür olarak Muhammed Arkoun hakkında neler söylemek istersiniz?
Muhammed Arkoun’un insani yönünü çok iyi tanımadığımı söylediğimde birçok okuyucu çok şaşıracaktır. Ben Arkoun’un sadece düşünür yanını biliyorum. Diğer bir deyişle, günlük hayatta onunla nadiren bir araya geldik. Terimlerle ilgili problemleri telefon ya da e-mail üzerinden çözüme kavuşturduk. Bazı insanlar benim onunla her gün görüşüp yemekler yediğimi zannediyor! Ancak aslında olan bunun tam tersi. Bizim görüşmelerimizin üzerinden aylar, bazen yıllar geçiyordu. Bunun sebebi ise, bizim ilişkimiz bir dost ya da akran ilişkisi değil, öğretmen öğrenci ilişkisiydi.
Arkoun, kendini İslam’ın kültürel mirasından topyekûn sorumlu tutuyordu. Kültürel mirasa sağlanabilecek en büyük hizmetin onu taklit etmek değil çağa uydurarak yenilemek olduğunu düşünüyordu. Bu bakımdan, kültürel mirasa gerçek sadık olanlar, zannedilenin aksine taklitçiler değil, yenilikçilerdir. Bana kalırsa Arkoun’un en büyük özelliği de buydu.
Muhammed Arkoun, evrensel bir kişilikti. Ayda, hatta belki de haftada bir, bir uçaktan diğer uçağa geçiyor, bir ülkeden diğer ülkeye gidiyor, hatta bazen kıtalar arası yolculuklar yapıyordu. Hiçbir zaman dinlenmedi. Allah ona rahmet etsin. Aldığı davetlerin çoğunu da vakit darlığı nedeniyle reddediyordu. İslam ve İslam düşüncesi üzerine konferans vermediği bir üniversite neredeyse yok gibi. Japonya’dan başlayarak ABD, Kanada, Hindistan, Çin, Avrupa ve elbette Arap ülkelerindeki pek çok üniversiteye gitti. Dinleyenleri kendisine çeken usta bir hatipti. Çok güçlü bir karakterdi ve öğrencileri olarak bizim kalbimizde çok ihtişamlı bir yere sahipti. Haftalık derslerine katılmak çok keyifli ve olağanüstü faydalıydı.
Muhammed Arkoun, psikolojik açıdan çok dengeli bir karakterdi ve üstün bir akla sahipti. Örneğin Kierkegaard veya Nietzsche gibi endişeli ve eziyet çeken bir düşünür değildi. Benim gibi trajik bir insan da değildi. Ama tabii ki Rousseau, Kierkegaard, Ebû Hayyân et-Tevhîdî, Al Maari ve hatta Gazâlî ile daha büyük bir manevi yakınlık hissediyorum. ‘El Münkız mine’d-Dalâl’ isimli kitabında İmam Gazâlî, psikolojik krizini neredeyse modern, hatta çok modern bir şekilde ifade ediyor. Ancak Allah onun kalbini açtı ve bu krizin üstesinden gelmesi için yardım etti. Hafızam beni yanıltmıyorsa, Gazâlî’nin dediği gibi “kesin bir soğuğa” ulaştı. Endişe ve şüphe ortamında yaşamak, dayanılmaz bir cehennemdir. Et-Tevhîdî, bu psikolojik deneyimi yaşadı ve bu endişe harika çalışmalarıyla sonuçlandı. Arkoun ise, tam anlamıyla normal ve sağlıklı bir psikolojiye sahipti. Kelimenin tam manasıyla bilge ve vakarlıydı. Yani, rastgele, gelişi güzel konuşmaz, derinlemesine düşünmeden karar almaz ve içinde bulunduğu durumu tüm yönleriyle ele alırdı.
Okuyuculara tanıttığım düşünürlerde beni ilgilendiren özellikleri zayıf noktaları değil güçlü noktaları, olumsuz değil olumlu yönleridir. Beni düşünürün uzmanlık alanı ve bizlere verdiği şeyler öncelikli olarak ilgilendiriyor. Kişisel yaşamları beni çok ilgilendirmez. Rahmetli Arkoun’un birçok ayrıcalıklı özelliği var. Bunların başında, İslam ve Müslümanları aydınlatma ve Müslüman toplumları gelişmiş toplumlar seviyesine taşıma isteği geliyor. Kendini tüm İslam halkından sorumlu olarak görüyordu. Diğer halkların gelişip ilerlemesine karşı bizlerin cehalet ve karanlıkta tökezlemeye devam etmemizden dolayı acı duyuyordu.
Bir İnsan Küresel Bir Düşünür Olsa Bile Doğduğu Yerin Koşullarına Bağlıdır
Avrupa’daki Hıristiyan milletlerin bilimsel ve metodolojik çalışmalar yürütme şansına sahip olmaları, yenilik ve modernite ile barışık yaşamalarına rağmen bu büyük başarının şimdiye kadar İslam halklarına ulaşmamasından dolayı üzüntü duyuyordu. Bundan dolayı Arkoun, bu korkunç eksikliği gidermek ve açığı kapatmak istiyordu. Bu açıdan kendini İslam’ın kültürel mirasından topyekûn sorumlu tutuyordu. Arkoun, kültürel mirasa sağlanabilecek en büyük hizmetin onu taklit etmek değil çağa uydurarak yenilemek olduğunu düşünüyordu. Bu bakımdan, kültürel mirasa gerçek sadık olanlar, zannedilenin aksine taklitçiler değil, yenilikçilerdir. Bana kalırsa Arkoun’un en büyük özelliği de buydu.
Diğer yandan Batı’da İslam’a yönelik haksız saldırılardan da çok rahatsız oluyordu. Bu iddialara kuvvetli bir şekilde cevap veriyor ve geniş bilimsel ve uluslararası şöhretinden dolayı prestijini kullanıyordu. Bunun için defalarca bedel ödedi. Batılılara meâlen şunu söylüyordu: Eğer siz, İslam ve Kur’anî vahyin sıhhatinden şüphe duyuyorsanız, niçin Mesih ya da İncil’e gelen vahiy ile aynı derecede büyük etkilere neden olduğunu bize açıklayın. İslam da tıpkı Hıristiyanlık gibi, yüz milyonlarca insanın inandığı küresel bir dine dönüşmedi mi? Peki niçin Hıristiyanlık sahih bir vahye sahipken İslam ve Kur’an’ın vahyi doğru olmasın?
Size göre, Muhammed Arkoun’un düşünceleri ve ortaya koyduğu eserlerin, Arap ülkelerinde düşünsel ve kültürel arenada meydana getirdiği bilimsel etki ve metodolojik yenilikler nelerdir?
Bu soru, Doğu’daki Arap entelektüellere yöneltilmesi gereken bir soru. Ben 35 yıldan fazla zaman önce doğudan ayrıldım. Örneğin Suriyeli entelektüellerin onu nasıl karşıladığını bilmiyorum. Arkoun’un düşüncelerinin Suriye, Lübnan, Filistin, Irak gibi ülkelerde yayıldığını duydum. Bu noktada, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Bahreyn ve Katar gibi Körfez ülkelerini ve Mısır, Libya, Moritanya ve Sudan gibi diğer Arap ülkelerini unutmamak gerek. Tabii Fas, Cezayir ve Tunus’tan bahsetmedim. Çünkü bu ülkeler kendilerini Mağribi, yani daha geniş anlamıyla Batılı olarak görüyor. Arkoun İslam’ı, sorunlarını ve kaygılarını düşünürken, ilk olarak bu üç ülkeden başlardı. Bu son derece doğaldır, çünkü bir insan küresel bir düşünür olsa bile doğduğu yerin koşullarına bağlıdır.
Kitaplarının yaygın olduğundan kuşku yok, çünkü düşünceleri tarihsel bir ihtiyacı karşılıyor. Her durumda, biz Arap düşünürler, istesek bile Arkoun’u görmezden gelemeyiz. Niçin? Çünkü o İslami kültürün problemlerini bilimsel ve metodolojik açıdan hassas bir şekilde teşhis edebilme yeteneğine sahip olan tek kişi. Bu açıdan, kendisi öngörülebilir gelecekte görmezden gelinemeyen, hatta aşılamayan bir düşünsel ufuk oluşturarak, Kur’an-ı Kerim’i ve tüm kültürel mirasın metinlerini sistematik, tarihi, akılcı ve modern bir şekilde nasıl okuyabileceğimizi bizlere anlattı. Bizim ona olan ihtiyacımızı dünden bugüne taşıyan budur. Tüm çalışmaları şu soruyla ilgiliydi: Kur’an’ı bugün nasıl okuruz? Ya da: İslam’ı bugün derin bir manada nasıl anlayabiliriz?
Kültürel mirası doğru bir şekilde nasıl inceler ve tarihi, toplumsal, antropolojik ve felsefi en yeni yaklaşımlarla nasıl okuyabiliriz?
Kültürümüzü yeni bir gözle anlamaya ihtiyacımız var. Bu sayede kültürümüzdeki fazlalıkları ve kabukları atıyor ve sadece kültürümüzün özü ile servetini alıyoruz. Burada kültürün özü derken büyük Arap-İslam kültürel mirasının yüksek ahlaki ve manevi değerlerini kastediyorum. Bunu bir kez daha tekrar ediyorum. Fakat bugün gelinen nokta bunun tam tersi. Bizler sadece şekiller ve boş şeylerle ilgileniyoruz.
Muhammed Arkoun’un çalışmalarında eleştirdiğiniz neler var?
İlk olarak bir çalışmayı değerlendirmeden önce, başarılarını ve olumlu yanlarını bilmeliyiz! Şimdiye kadar da bunun Arap dünyasında olduğunu düşünmüyorum. Arkoun’un İslam hakkındaki düşünceleri henüz yeterince bilinmiyor. Çeviri şöyle dursun, Arkoun’un düşüncelerinin Fransızca’da bile zor ve karmaşık olduğunu itiraf etmeliyiz. Bunun için çevirilerimde çok açıklamalar ve yorumlar yaptım. Ona şöyle diyordum: Her çevrilmiş kitabı açıklamak için yeni bir kitaba, belki de birkaç kitaba ihtiyaç vardır. Bunun nedeni, dilbilimsel, tarihi, sosyal ve antropolojik müfredattan başlayıp felsefi değerlendirmeyle sona eren tüm modern yöntemleri ve terminolojiyi aynı anda İslam mirasımıza uyguluyor olmasıydı. Bu nedenle Arkoun’u anlamak için, Fransa’da 1960’lar ve 1970’lerde meydana gelen bilimsel veya epistemolojik patlamanın farkında olmalıyız. Genel olarak, anlayabilmek ve değerlendirebilmek için aydınlanmadan bugüne kadar entelektüel moderniteye aşina olmamız gerekir.
Örneğin Kur’an-ı Kerim’in sözlerinin şu anda yaygın olan dille aynı anlama sahip olduğuna inanıyoruz. Arap dilinin tüm kelime dağarcığı, çağlar geçtikçe anlamını değiştirdiği için, bu büyük bir hatadır. Bu nedenle, Kur’an’ı iyi anlamak için, onun ortaya çıktığı çağa ve ilk ortaya çıktığı ortama, yani milattan sonra 7. yüzyıldaki Arap Yarımadası’na geri dönmeliyiz.
Beni rahatsız eden şey, Fransız laikliğine ve aydınlanma zihnine yönelik sert eleştirileridir. Sekülerizmin avantajlarını ve aydınlanma çağını kabul ettiğine şüphe yok. Ama aynı zamanda onları çok keskin bir şekilde ve sürekli eleştiriyordu.
Muhammed Arkoun, uzun süre Batı’da yaşadı ve kitaplarını Arapça dışında bir dilde yazdı. Batı, Arkoun’a ve onun gibi yazarlara nasıl bakıyor?
Muhammed Arkoun’un ana dili Arapça değil Berberice’dir. On yedi yaşına kadar ciddi olarak Arapça öğrenmeye başlamadığına inanıyorum. Ancak daha sonra bu dili öğrenmek ve ustalaşmak için yoğun çaba sarf etti. Sabrı, azmi ve ciddiyeti sayesinde bunu şaşırtıcı bir şekilde sonradan başardı. Et-Taberî, İbn Muskuya, Et-Tevhîdî, İbn Rüşd ve Gazâlî gibi yazarların metinleriyle uzun süredir yürüttüğü çalışmaları nedeniyle kültürel mirasın dilini senden, benden daha iyi bildiğini söylersem yalan olmaz.
Buna ek olarak, Fransızca Arkoun’un döneminde Cezayir’de baskın dildi. Bu nedenle ilim, bilgi ve kariyer basamaklarında yükselmek isteyenlerin Fransızca’yı iyi bilmesi gerekiyordu. Sorbonne’da üniversite profesörü olduğu için, Fransızca’nın ilk akademik dili olması mantıklı. Buna ek olarak, modern terminoloji Fransızca’da Arapça’dan çok daha fazla mevcuttur. Bu sayede, Fransız dilinde bilimsel makale yazmak daha kolaydır. Bu da Arap entelektüelleri olarak bizim için büyük bir sorun teşkil ediyor.
Modern bilginin tüm hazinelerini ve ardından binlerce veya on binlerce modern terim ve fikri dilimize aktarmak için Arapça’yı ne zaman ciddiye alacağız? Bu temel sorudur. Arkoun, Arapça için tarihsel bir sözlüğün olmamasından çok şikâyetçiydi. Bu eksiklik, Arap dilindeki bilimsel araştırmaları felç ediyor. Örneğin Kur’an-ı Kerim’in sözlerinin şu anda yaygın olan dille aynı anlama sahip olduğuna inanıyoruz. Arap dilinin tüm kelime dağarcığı, çağlar geçtikçe anlamını değiştirdiği için, bu büyük bir hatadır. Bu nedenle, Kur’an’ı iyi anlamak için, onun ortaya çıktığı çağa ve ilk ortaya çıktığı ortama, yani milattan sonra 7. yüzyıldaki Arap Yarımadası’na geri dönmeliyiz. Ya da diyelim ki, 7. yüzyıldan 10. yüzyıla kadar olan dönemi hesaba katmalıyız. Çünkü Kur’an metnini düzeltmek uzun zaman aldı. Ve kültürel mirasın dili için de aynı şeyi söyleyebiliriz. El-Câhiz veya Gazâlî metinlerindeki kelimelerin anlamlarının Taha Hüseyin veya Necib Mahfuz döneminde aynı kaldığına inanıyoruz. Asla! Arap dilindeki sözcüklerin anlamları çağlar içinde az ya da çok değişmiştir.
Örneğin, 16. yüzyılda size tek bir kelimenin anlamını veren bir Fransız tarihi sözlüğü var. 18. veya 19. yüzyılda nasıl anlam kazandığını, anlamında meydana gelen değişiklikler nelerdir, bunları anlatıyor. Kelimenin kendisi değişmese de değişen zamanla birlikte anlamı değişti ve dönüştü. İngilizce ve Almanca için tarihi sözlükler vardır, ancak henüz Arap dilinin tarihsel bir sözlüğü yok.
Batı’nın ona nasıl baktığına gelince, aslında Arkoun, Batı için gerçek bir sorun teşkil ediyordu. Bunun nedeni, kendisinin aşırı laikliği veya bizim laiklik dediğimiz şeyi eleştirmesiydi. Aydınlanma ve laikliğin zaferinden sonra bile, din ve maneviyat sorununun masada kalacağına inanıyordu. Batı’da hâkim olan ateist akımda Batı’nın ihmal ettiği ya da daha az önemsediği şey budur, tamamen materyalisttir.
Salman Rushdie davasının patlak vermesinden sonra, Batılı düşünürlerin, Salman Rushdie’yi alkışlamadığı için Arkoun’dan nefret ettiğini hatırlıyorum! Bu, 15 Mart 1989’da Le Monde gazetesine verdiği ünlü röportajdan sonra oldu. Bu röportaj, onun hakkında bir eleştiri fırtınası yarattı. Neden? Çünkü kelimenin tam anlamıyla şunları söyledi: “Salman Rushdie, bu anlamda basit bir hatadan daha fazlasını yapmıştır. Peygamber, Müslümanlar için kutsaldır ve kurgusal romanlarda veya yazılarda bile ona saygı duyulmalıdır”. Ama aynı zamanda, Fransız entelektüelleri kışkırtan şey, ‘Batı’nın insan hakları algısının, İslam ile ilgili yanlış anlaşılmaları güçlendirdiğini’ söylemesidir. Neden? Çünkü Allah’ın buyurduğu insan haklarının genel tasavvurundan kopuktur, tamamen maddidir. Arkoun, aydınların zihnini ve bunun sonucu olan laikliği bu büyük ahlaki ve manevi yabancılaşmanın nedeni olmakla suçladı.
Arap aydınların bizim için bıraktığı en önemli şey gelenek değil, yeniliktir. Aynı zamanda rasyonel bir kültürel miras anlayışına dâhil olma zorunluluğudur. Eski anlayış olan Selefî-İhvanî akım, kitleleri ve hatta birçok entelektüeli kişisel ve tarihsel boşlukları nedeniyle kontrol altına almıştır. Ancak bu durum, sonsuza dek sürmeyecek. Er ya da geç, Batı Hıristiyanlığındaki gibi bir bilgi devrimi İslam’da gerçekleşecektir.
Ama kışkırtmalar, Rushdie’nin kötü namı yüzünden şiddetlendi. Hatta bazıları Arkoun’u Salman Rushdie’yi savunmadığı için köktencilikle suçladı! Arkoun, bu röportajda, Hıristiyanlık’ta olduğu gibi modern eleştirel yöntemin İslami mirasa da uygulanması için çağrıda bulunmasına rağmen bunlar söyleniyor. Daha fazla ne istiyorlar? ‘Şeytan Ayetleri’ adlı aptalca bir kitabı alkışlatmak mı istiyorlar? Humeyni’nin kitabın yazarı hakkında verdiği ölüm fetvası olmasaydı, bu kadar ün kazanamayabilirdi. O olmasaydı kitap kendi topraklarında ölür ve insanlar tarafından hor görülerek unutulurdu.
Arkoun, ne kolay bir insan ne de zayıf bir kişilikti. Tam tersine çok güçlü ve muazzam bir karakterdi. Kendisinden korkulan ve entelektüel potansiyelini bilen Fransız üniversitelerinin profesörlerinin üzerinde bile itibar sağlamıştı. Muhammed Arkoun’un Batı’da ulaştığı bu zirveye hiçbir Müslüman veya Arap entelektüelinin ulaştığına inanmıyorum.
Dini Reform Bize Yol Gösterecek
Arap ve İslam dünyası son zamanlarda, kendilerini, çabalarını ve vakitlerini yenilik mesajı vermeye ve akılcılığa geri dönmeye adayan Muhammed Abid El-Cabirî, Abu’l-Kasım Hacı Hamad ve Muhammed Arkoun gibi bir grup entelektüeli kaybetti. Onların ve diğer düşünürlerin ardından, Arap düşüncesine ilişkin sistematik değerlendirmeniz nedir? Şimdiki nesillerin tutunarak üzerine yeni şeyler inşa edebilmesi için bu çalışmaların güzel ve iyi tarafı nedir?
Bu çok kapsamlı ve cevabı tek bir röportaja sığmayacak bir soru. Ben bu soruya cevap veremem, çünkü Arkoun’un ve biraz da El-Cabirî’nin çalışmaları dışında bu konuda çok bilgiye sahip değilim. Ama bana kalırsa, tüm Arap aydınların bizim için bıraktığı en önemli şey gelenek değil, yeniliktir. Aynı zamanda rasyonel bir kültürel miras anlayışına dâhil olma zorunluluğudur.
Doğrudur, eski anlayış olan Selefî-İhvanî akım, kitleleri ve hatta birçok entelektüeli kişisel ve tarihsel boşlukları nedeniyle kontrol altına almıştır. Ancak bu durum, sonsuza dek sürmeyecek. Er ya da geç, Batı Hıristiyanlığındaki gibi bir bilgi devrimi İslam’da gerçekleşecektir. Bu konuşma sadece İslam için değil, Arap veya Doğu Hıristiyanlığı için de geçerlidir. Sadece Batı Hıristiyanlığı, zor bir aydınlanma sınavına maruz kaldı ve demokratik çağa, insan ve vatandaş hakları çağına uyum sağlayabilmek için inançlarını yenilemek zorunda kaldı. Ama İslam, bu konuda henüz yolda ve önümüzdeki yıllarda büyük bir yenilenme sürecinden geçecek.
Arap ve Müslüman halklarımızın henüz tarihe girmediği doğrudur, ancak kapısını çalıyorlar. Ve dini reformun bu konuda yolu göstereceğini düşünüyorum. Araplar henüz son sözleri şöyle dursun, ilk sözlerini bile söylemediler! İslam ve İslami düşüncenin yenilenmesi başladığında, Araplar yeniden altın çağlarına geri dönecekler. İslam, 6 asır boyunca, yani 1198’de Marakeş’te İbn Rüşd’ün ölümüne kadar bilimin, aklın ve medeniyetin dini olmuştur. Medeniyet meşalesini ve onurlu ahlakı tekrar dünyaya sunmak için neden geri dönmesin? Tarihe girmekten bıkmış ve verebilecekleri her şeyi veren, hatta yaşlanmış olan Avrupalı halkların aksine, Arapların geleceği onların arkasında değil önündedir.
Arap dünyasındaki entelektüel projelerin büyük kısmının kültürel miras üzerinde çalışması ve bu projelerin arasındaki temel farkın, kültürel mirasa ilişkin sistematik duruşlarından kaynaklanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bunun sebebi gün gibi açıktır. Yani bizler, harekete geçmemizi ve ilerlememizi engelleyen kültürel miras kalıntılarıyla olan hesabımızı kapatmadan uygar bir başlangıç yapamayız. Bu kalıntılar adeta ellerimizi ve ayaklarımızı bağlayan ağır zincirler gibidir. Bazen Ümmü Gülsüm gibi haykırmak istiyorum: “Bana özgürlüğümü ver, ellerimi bırak!”. Zorlaştıran değil kolaylaştıran bir din istiyoruz.
Kalkınmak istiyor, ancak yapamıyoruz. Her seferinde geleneksel güçler bizi geri itiyor. İslam’ın aydınlatıcı yorumu, eski karanlık yoruma galip gelmedikçe, medeniyet yükselişimiz başarılı olmayacaktır. Yakın tarihimizde defalarca olduğu gibi, ölü bir çocuk gibi doğacak ya da aynı şeyler tekrar yaşanacaktır. Geçenlerde Youtube’da eski Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdünnasır’ın bir videosuna rastladım. Videoda Abdünnasır, Müslüman Kardeşler lideriyle, ‘kadının konumu’ hakkında yaptığı tartışmayı anlatıyordu. Abdünnasır, fikir alışverişinde bulunmak için kendisiyle görüşmeye gittiğini ve (Müslüman Kardeşler liderinin) kendisinden tek bir şey istediğini, bunun da kadınların kapanması olduğunu söylüyor. Abdünnasır kısa bir tartışmanın ardından ona diyor ki “ama siz tıp fakültesinde okuyan kızınızın kapanmasına engel olurken, benden on milyon Mısırlı kadını örtmemi nasıl isteyebilirsiniz?”.
Abdünnasır’ın yaptığı her şeyi savunduğum anlamına gelmez. Kurduğu polis sistemi ve liberal düşüncenin, çok partililiğin ve özgür muhalefetin ortadan kaldırılması büyük bir hataydı. Ancak Arapların birliğini, onurunu ve kalkınmasını sağlama arzusunda tamamen samimiydi. Ben kadınların kapanmasına karşı olmadığımı ancak kadınların peçelenmesine karşı olduğumu burada eklemek istiyorum. Ama benim yapılmasını reddettiğim şey, kapalı kadınların açık kadınlara baskı yapması ve onu açıkça veya dolaylı olarak, şerefine veya dinine dayanarak suçlaması. Bu asla kabul edilemez bir durum.
Neyse ki, Fas’ta yaygın olan şahane hoşgörü, başörtülü kadın ile başı açık kadının sorunsuz bir şekilde yan yana yaşamasına izin veriyor. Örneğin, kapalı olan bir kadın açık olan bir kadınla sorunsuz bir şekilde kaynaşabiliyor. Bunu kendi gözlerinizle görmek için Fas sokaklarında yarım saat yürümeniz yeterli. Bir kadını başının üstünden ayakucuna kadar saran peçe ise, belki yaşlı kadınlar dışında kesinlikle kabul edilemez bir durum. Her halükârda bazı insanların düşündüğünün aksine ne Kur’an’ın ne de İslam’ın savunduğu bir durumdur.
Bir ‘karşılaştırmalı köktencilik’ ya da ‘karşılaştırmalı aydınlanma’ disiplini oluşturmanın gerekliliği hakkında birçok kez konuştum. İkisi arasında fark yok. Bundan kastım, başkalarının köktenciliğini anlamadan kendi köktenciliğinizi anlayamazsınız.
Daha önce bazı yazılarınızda İslam dünyasında köktencilik ikilemini ele almıştınız. Bu ikilem sadece İslam dünyasına mı özgü, yoksa tüm kültürlere ve insanlara genelleyebileceğimiz bir olgu mu? Bundan nasıl kurtulabiliriz?
Köktencilik sorunu çok büyük, bir iki kuşakla çözülecek bir sorun değil. Birkaç nesil sürecektir. Uzun zaman alacaktır, çünkü geleneksel köktenci din anlayışı, toplum olarak zihniyetimizde yüzlerce yıldır kökleşmiş durumda. Bu durum da Sünnilerin yanı sıra Şiiler, İbadiler ve kim olursa olsun tüm mezhepler için geçerlidir. Öngörülebilir gelecekte sökülmesi zor olan sağlam bir tarihsel fosilleşme var. Arkoun, bunu tüm yetenek ve potansiyeliyle tek başına parçalayabildi. Bununla birlikte, kişisel olarak sadece İslami köktenciliği değil, aynı zamanda Hıristiyan köktenciliğini de önemsiyorum. Bir ‘karşılaştırmalı köktencilik’ ya da ‘karşılaştırmalı aydınlanma’ disiplini oluşturmanın gerekliliği hakkında birçok kez konuştum. İkisi arasında fark yok. Bundan kastım, başkalarının köktenciliğini anlamadan kendi köktenciliğinizi anlayamazsınız. Bir Çin atasözü şöyle der, “kıyaslamayan kişi anlamaz”. Bu doğrudur.
Kur’an’ın Tarihsel Yorumuna İhtiyacımız Var
Bildiğiniz üzere Arap bölgesi, Arap baharı ve beraberinde yaşanan önemli olaylar nedeniyle büyük bir dönüşüme tanık oldu. Bazı ülkelerde İslamcılar iktidara gelirken, diğer bazı ülkelerde ise askeri uzlaşmazlıklar yaşandı. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Arap dünyasının yaşadığı bu dönüşümlerin doğası açık görüşlülük ve akılcılığa doğru mu gidiyor, yoksa köktendinciliğe, kapalı fikirliliğe ve entelektüel tıkanmaya doğru mu gidiyor?
‘Tarihi Felsefesinin Işığında Arap Ayaklanmaları’ isimli kitabımın tamamını bu konuya ayırdım. İnsanların, kendilerinin de diğerleri gibi birer insan olduklarını ve tüm sorunların sihirli bir değnek darbesiyle çözülemeyeceğini görmeleri gerekirdi. Sonra başka bir şey keşfettik ki, eski din algıları modern dünya ile kafa kafaya tokuşuyor ve bizim için birçok soruna yol açarak bizi geriye götürüyor. İki yüz yıllık Rönesans çağından sonra bu mümkün değildir. Hiç şüphe yok ki ‘Çözüm İslam’da’ sloganı büyük ölçüde doğrudur.
Ancak bu, Müslüman Kardeşler’in, Selefîlerin veya Humeynicilerin İslam’ı değil, çöküş çağına girdiğimizden beri kaybettiğimiz kültürel aydınlanma İslam’ı, altın çağ İslam’ı ve Bağdat-Kurtuba İslam’ıdır. Gerçek dinin farklı bir yorumu tefsir edilmedikçe, tökezlediğimiz çıkmazdan kurtulamayacağız. Muhammed Arkoun’un bunun ortaya çıkışına büyük katkı sağladığını düşünüyorum. Arkoun’un düşüncesi, Müslümanların bu karanlığında bir ışığı temsil eder.
Avrupa elbette köktendinciliğin açmaz bir problem olduğunu biliyordu, ancak bu medeniyet illetini dini reform hareketlerinden sonra aştı. Al-Tahtawi ve Cemaleddin Efganî gibi ilerlemenin öncülerinin fikirleri ve önerilerinin gerilemesinden sonra, İslam dünyasında yaşayan ve olup bitenlerle ilgilenen çok sayıda bilim adamı, medeniyeti canlandırma ve uygarlığı inşa etme sürecinin anahtarı olarak dini reform çağrısında bulundu. Sizce ve mevcut durumun gerektirdiklerine göre, İslam’ı diğer dinlerden ayıran kültürel ve medeniyete ilişkin özellikleri göz önüne alındığında, İslam dünyasında dini reform nereden başlamalı?
Reform, kültürel mirasın en son bilimsel ve tarihsel yöntemlerin ışığında yeniden okunmasıyla başlar. Arkoun’un hayatı boyunca yaptığı işte buydu. Özgünlük, Hıristiyan mirasına uygulanan tarihsel-eleştirel metodolojinin İslam mirası için geçerli olmadığı anlamına gelmez. Tüm büyük dinlerin gelenekleri, eleştirel bir elemeye tabi tutulmalıdır. Aksi takdirde fanatizm, köktencilik, mutlak gerçekler üzerinde tekel kurma ve başkalarını tekfir etme cehenneminden çıkamayız. Bu, din adı altında yapılan tüm gelişigüzel bombalamaların ardından birçokları için netleşen bir durum.
Dünya bizden harekete geçmemizi, analiz yapmamızı ve aşırılıkçı, kapalı fikirli akımları eleştirmemizi istiyor. İslam adına ya da yanlış bir İslam anlayışı adına meydana gelen tüm şiddet olayları ve patlamalardan sonra bu, dünyanın hakkıdır. Bugün biz, sadece 11 Eylül olaylarından değil, onu takip eden ve ondan önce yaşananlardan dolayı da suçlu durumundayız. Kendimizi savunmak için, yüzlerce yıldır kök salan yaygın Selefî–İhvanî yorumundan kurtularak, gerçek dinimiz için farklı bir yorum geliştirmeliyiz.
uygulandığı gibi Kuran’a uygulanmazsa, Arap dünyasında dini reform gerçekleştirilemez.
Bu, şu andan itibaren önümüzdeki elli yıl süresince Arap düşünürlerin karşısındaki en büyük vazifedir. Bundan daha hayati ve acil başka bir vazifeleri olduğunu düşünmüyorum. İslam’ı yeniden biçimlendirmek veya İslam’ı aydınlatmak; bu, dini, karşılaştırmalı dinler tarihi, din sosyolojisi, din antropolojisi ve din felsefesi gibi bilimlerin ışığında anlamak anlamına gelir. Eğer tüm bu yaklaşımlar kültürel mirasın temel metinlerine uygulanırsa o zaman içimizden aydınlık bir ışık çıkacak ve bizi özgürleştirecektir. Bu ışık, bizi kendimizden, yani yüzyıllar boyunca içimize yerleşen teolojik kapalılıktan kurtaracaktır. Bu tekfirci teolojik kapanış sadece bizim için değil, tüm dünya için bir sorun haline geldi.
Kur’an-ı Kerim’in metni, İslam kültürünün tartışmasız referansı ve temel taşı sayılır. Dini reform konusundan bahsettiğimizde, içinde bulunduğumuz zamanın gerekliliklerine göre bu azametli metni nasıl ele almalıyız?
Kur’an-ı Kerim, herhangi bir Arap reformu veya ilerlemesi için başlangıç noktasıdır. Bunu modern bilimin ışığında yeniden okumak ya da yorumlamak Arap entelektüellerinin önümüzdeki yıllarda üzerine düşen en önemli görevdir. Keşke Arkoun’un Kur’an teorisini açıklamaya zamanımız olsaydı. Arkoun’un yorumu yeni ve benzeri görülmemiş bir teori. Ancak bu konuda eksiksiz bir kitap yazılması gerekiyor. Konuyla ilgili yazdığı her şeye sadece Fransızca olarak atıfta bulunabilirim. Ama yazılarına büyük Alman, İngiliz ve Fransız oryantalistlerin konuyla ilgili yazılarını eklemeliyiz. İngilizce ‘Kur’an Ansiklopedisi’ veya Fransızca ‘Kur’an Sözlüğü’ ya da diğer birçok referansa bakın. Tarihsel-eleştirel metodoloji Tevrat ve İncil’e uygulandığı gibi Kuran’a uygulanmazsa, Arap dünyasında dini reform gerçekleştirilemez. Kur’an-ı Kerim’in tarihsel bir yorumuna çok ihtiyacımız var.
Batı modernitesi, Kant, Hegel ve Rousseau gibi büyük düşünürlerin çabalarının bir sonucu olarak ortaya çıktı. Peki, bugün Batı’nın modern dünyası hakkında neleri eleştiriyorsunuz?
Bu uzun, çetrefilli ve karmaşık bir konudur. Batı’nın modernliğinin olumsuzluklarının eleştirilmesi gerekir ve bu çok önemlidir. Çünkü dünyayı kontrol altında tutuyor. Dolayısıyla Batı modernitesinin aşırılıkları veya sapmaları tüm dünyaya yansıyor. Başlangıçta modernite masum ve özgürleştiriciydi, daha sonra tüm büyük hareketlerde olduğu gibi baskıcı ve yayılmacı bir hâl aldı. Modernliğin eleştirilmesi mevzusu, sadece Arap entelektüellerinin değil, aynı zamanda Fransız entelektüellerinin de birinci dereceden ilgilendiği bir konu haline geldi. Bu bağlamda, Alain Touraine’in ‘Modernliğin Eleştirisi’ kitabından söz edebilirim. Jean-Claude Guillebaud ve Frederic Lenoir gibi düşünürlerin eserlerini sayabilirim. Bunlar, okuyucunun Batılı entelektüellerin Batı medeniyetini ve Batı’nın doğru yoldan sapmış modernitesini nasıl eleştirdiğini bilmesi için Arapça’ya çevrilmelidir.
Hemhâl’in Notu:
1950 Suriye doğumlu olan Haşim Salih, dinde yenilik, köktenciliğin eleştirisi ve modern çağın meseleleri gibi konularda Araplar arasında önde gelen entelektüellerden birisidir. 80’li yıllardan beri Fransa’da yaşıyor. 1975 yılında Şam Üniversitesi’nde yüksek lisansını tamamlayan Salih, 1982 yılında Sorbonne Üniversitesi’nde modern edebiyat eleştirisi alanında doktora yapmıştır. Bugün önde gelen uluslararası gazete ve dergilerde yazılar kaleme alan Salih, eserlerini Fransızca yazan Muhammed Arkoun’un birçok kitabını Arapçaya çevirmiştir. Haşim Salih’in kaleme aldığı kitaplar arasında ‘Avrupa’nın Aydınlanmasına Giriş’, ‘İslami Köktenciliğin Çıkmazı’ ve ‘Tarihin Tıkanması’ adlı eserler öne çıkıyor. Bu kitaplarıyla Haşim Salih, Arap ve İslam dünyasında aydınlanma ve dini reformu savunan en önemli isimler arasında yer alıyor.
Bu röportaj, Ağustos 2020 tarihinde Mevlay Ahmed Sabır tarafından yapılmış ve Mominoun.com sitesinde yayımlanmıştır. Merve Gök tarafından Arapça orijinalinden hemhal.org için çevrilmiştir. Röportajın orijinaline buradan ulaşabilirsiniz.