[vc_row][vc_column][vc_column_text]Göç ve göç araştırmaları, son yıllarda hem ülkemizde hem dünyada kitlesel düzeyde yaşanan insan hareketliliğine bağlı olarak siyaset ve akademi başta olmak üzere her alanın başat meselelerinden biri hâline geldi. Siz de bu konuda temel kavramlara ve olgulara açıklık getirmek üzere bir kitap yayımladınız. Göç sosyolojisi çalışan biri olarak bu meselenin kamuoyunda, siyasi arenada ve medyada ele alınış şeklini nasıl değerlendirirsiniz? Akademik üretimlerin bu alanlarda karşılığını izleyebiliyor musunuz?
Göçler, insanlık tarihini şekillendiren önemli toplumsal olgulardan biri. Özellikle son yüzyılda iletişim ve ulaşım imkânlarındaki yoğunlaşmaya paralel olarak göç hareketlerinin de küresel düzeyde sıklaştığını ve daha uzun erimli formlara dönüştüğünü gözlemliyoruz. Öyle ki artık hemen her ülke, göç alarak/vererek yahut her ikisini birden deneyimleyerek bu durumdan etkileniyor. Bu da kuşkusuz siyaset ve uluslararası ilişkiler başta olmak üzere göç meselesine ilişkin akademik ilgiyi artırıyor.
Çeşitli disiplinlerle kesişen taraflarının yanında, konunun kamuoyunda algılanışı ve buna bağlı olarak politika yapıcılar tarafından ele alınma biçimleri farklı eksenlerde değerlendirilmesi gereken bir gerçeklik sunuyor. Sizin de bahsettiğiniz gibi, göç hareketlerinin kitlesel düzeyde gerçekleşmesi, özellikle hedef ülkeler tarafından öncelikle bir güvenlik sorunu ve ekonomik istikrarın bozulmasına yönelik bir tehdit olarak algılanabiliyor.
Ekonomisi gelişmiş ülkelerin yıllar içinde artan sınır güvenliği uygulamaları ve daralan göçmen kabul politikaları bu durumu kayıtlıyor. Dolayısıyla -gerçek olsun ya da olmasın- toptancı bir anlayışla, ‘istikrarın’ bozulmasına yönelik toplumsal kaygıyı tetikleyen bir unsur olarak ele alınan kitlesel göçler, siyaset ve medya dilini belirliyor. Akademik üretimlerse, konunun ekonomik ve sosyo-kültürel boyutlarıyla boylamsal ve karşılıklı ilişkiye açıklığını sorgulayan bilimsel çıktılar üretmeye dönük taraflarına odaklanıyor. Ancak elbette bu, akademik üretimlerin doğası gereği, kamusal algının ve diskurun şekillenmesinde siyaset ya da medya kadar hızlı etki üretemiyor.
Küresel düzeyde yaşanan kitlesel göç dalgalarını, iklim kriziyle iç içe geçen ve yükselen ırkçılığı, otoriterleşmeyi, mülteci krizini terazinin bir tarafına, diğer tarafına kitapta belirttiğiniz gibi, insanlık tarihi boyunca yaşanan ve insanlığa şekil veren tarihsel bir olgu olarak göçü koyduğumuzda; hangi yaklaşım size daha yakın geliyor? Ortada sistemsel, devasa bir kriz mi var; yoksa olağan bir dünya-tarihsel olguyla mı karşı karşıyayız?
[quotes quotes_style=”bpull” quotes_pos=”left”]Eşitsizliğin yakıcılığını tüm yönleriyle deneyimleyen, yani bulundukları ülkelerde ‘daha iyi bir yaşam sürdürme umudu’ kalmayan insanlar başka ülkelerde hayata tutunma arayışlarına giriyor.[/quotes]
Göçler, daima, daha iyi bir yaşama kavuşma umuduyla gerçekleşir. Tarihsel olarak bakıldığında, modernlik öncesi toplumların üretim mekanizmaları ve ilişkilerindeki benzerlikler, göçlerin genellikle iklim ve coğrafyadan kaynaklı ekolojik itkilerle yahut ülkeler arası mülkiyet üstünlüğünü ele geçirme motivasyonuyla yaşanan savaşlar gibi istisnaî fakat olağan durumlarla gerçekleştiğini gösteriyor. Ancak kolonyalizm ve sanayileşme süreçleriyle başlayarak artan eşitsizlikler, toplumların kaynaklara erişimini, bunları kullanımını ve dolayısıyla refahını derinden etkiliyor. Kapitalizmin küresel ölçekte yoğunlaşmasına bağlı olarak şekillenen yeni dünya sisteminde gelir ve refahın adaletsiz dağılımı bir taraftan göç hareketlerini tetiklerken diğer yandan da göçlerle birlikte artan ırkçı yahut otoriter söylem ve uygulamaları görüyoruz. Eşitsizliğin yakıcılığını tüm yönleriyle deneyimleyen, yani bulundukları ülkelerde ‘daha iyi bir yaşam sürdürme umudu’ kalmayan insanlar da başka bölge ve ülkelerde hayata tutunma arayışlarına giriyor.
Bugün yaşadığımız dünyada, ksenofobi ve ırkçılığa dayalı otoriter uygulama ve çatışmalar küresel bir krize dönüşmüş durumda. Ne var ki, dünya ekonomik sisteminin gücü ve etkinliği, sistem içindeki gelişmiş ülkelerin (merkezlerin) sistemin diğer kısımlarını kontrol etmek için ürettiği ekonomik, siyasi ve ideolojik bağımlılık ağlarına göre yapılandırılmış durumda. Bu da Wallerstein’ın “dünya sistemi” kuramını haklı çıkarmanın ötesinde, ne yazık ki eşitsizliğe dayalı yapısal ilişkilerin yeniden ve yeniden üretilmesine, dolayısıyla ‘olağanlaşmasına’ aracılık ediyor.
Türkiye’nin göçü yönetme biçimine baktığımızda uyum politikaları açısından sosyo-kültürel göç yönetiminin zayıf olduğunu görüyoruz. Göç yönetim türleri bağlamında Türkiye’nin politikalarını nasıl değerlendirirsiniz?
Yaşadığımız coğrafya, kendine özgü nitelikleri dolayısıyla tarih boyunca birçok göçe uğrak ya da hedef olmuştur. Bu yönüyle göç, çeşitli düzeyleriyle yakından tanıdığımız ve toplumsal hafızamızda yer bulan önemli bir gerçeklik. Bilindiği gibi, Osmanlı devletinde göç yönetimi, çoğunlukla devlet sınırlarının batıya doğru genişlemesi öngörülerek geliştirilen iskân politikalarıyla; Cumhuriyet döneminde ise devletler arası anlaşmalara dayalı olarak, dinî yahut etnik kimlik temelli gelişen karşılıklı nüfus değişimlerini içeren mübadele ya da işgücü sözleşmeleri kapsamında gerçekleşen emek göçü biçiminde organize edilmiştir.
Bununla birlikte, özellikle son on yılda Türkiye’nin deneyimlediği göç hareketliliği gerek Cumhuriyet öncesi gerekse Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinin yaşadığı göç süreçleri bakımından farklı karakteristik özellikler barındırıyor. Arap Baharı olarak bilinen Ortadoğu’daki halk ayaklanmalarının Suriye’ye sıçraması sonrasında gelişen siyasi istikrarsızlık ortamının doğurduğu ‘beklenmedik’ kitlesel göç dalgaları, Türkiye’nin duruma ‘hazırlıksız’ yakalanması ve süreci ‘geçici’ olarak kabullenmesi neticesinde, göçün yönetimine ilişkin birtakım zafiyetleri de beraberinde getirmiştir.
Göçmenlerle İlgili Zengin Verilerden Beslenen Somut Politikalara İhtiyacımız Var
Ülkemizdeki göçmenlerin geçen on yıllık süre zarfında geri dönüş gündemlerinin giderek zayıflaması, çeşitli yasal düzenlemeleri ve uyum politikalarını icbar etse de bahsettiğiniz gibi birtakım gecikme ve sorunlar yaşıyoruz. Uyum, esasen, ekonomik, siyasi ve sosyo-kültürel alanların tamamını kuşatan çok yönlü bir süreç. Diğer deyişle, başta istihdam olmak üzere göçmenlerin temel ihtiyaçlar ve haklar temelinde mevcut işleyişe katılımlarında yaşanan aksamalar, sosyo-kültürel düzeyde yaşanan uyum problemlerinin de derinleşmesine sebep olabiliyor. Dolayısıyla, göçün doğru yönetimi için, her şeyden önce göçmenlerin ekonomik ve kültürel sermayelerine ilişkin nesnel veri setlerinin oluşturulması ve buradan hareketle katılım süreçlerinin somutlaştırılması gerekiyor. Zira bu alandaki eksiklik, yanlış bilgiye dayalı yahut art niyetli söylemlerin siyasi arenada ve medya üretimlerinde alan genişletmesine zemin hazırlayarak göçmenlerin maruz kaldığı ayrımcılık ve ötekileşme pratiklerine dönüşüyor. Bunun önüne geçilebilmesi için göçmenlerle ilgili zengin veriye, bu verinin kamuoyuyla uygun paylaşımına ve buradan beslenen somut politikalara ihtiyacımız bulunuyor.
Göçün yönetimi konusunda merkezi hükümetin yanı sıra yerel yönetimlerin de işlevsel roller alabileceğine dair genel bir mutabakat olduğundan yola çıkarsak, yerel yönetimlerin göç uyum politikaları bağlamında oynadıkları role dair neler söylersiniz?
Bu mutabakatın teoride var olduğunu, ancak henüz istenen seviyede sistematik bir yapılandırmadan yoksun olduğunu söylememiz gerekiyor. Gelişmiş ülkelerin göçmen kabul ve uyum politikalarına bakıldığında, ülkeye girişten başlamak üzere kayıtlanma, iskân, barınma ve istihdam olanaklarına erişimle ilgili yerel yönetimlere önemli inisiyatifler tanındığını görebilirsiniz. Özellikle sosyo-kültürel uyum kanallarının işlevsel kılınması, mekânda ortaklaşan yerli ve göçmenlerin paylaşımlarının çeşitlendirileceği platformları zorunlu kılmaktadır. Ulaşım, temizlik, altyapı hizmetleri ve kültürel faaliyetler gibi yerel yönetimlerin yürüttüğü çalışmalar, kuşkusuz sorumluluk alanlarındaki nüfusun büyüklüğü ve çeşitliliğine göre farklılıklar gösterir. Türkiye’de ise yönetsel iradenin merkezileşme eğilimi göçün yönetiminde de etkisini gösteriyor.
[quotes quotes_style=”bpull” quotes_pos=”left”]Kilis’in ya da Gaziantep’in göç yönetimi Bartın ya da Iğdır’ın göç yönetiminden doğası gereği farklı olmak durumundadır.[/quotes]
Bugün Türkiye’de ortalama 3,5 milyonu Suriyeli olmak üzere 5 milyonun üzerinde göçmen bulunuyor. Her ne kadar çoğu İstanbul gibi büyükşehirlerde bulunsa da sınır şehirlerindeki göçmen nüfusun şehirlerin demografik yapısında önemli değişikliklere sebep olduğunu görüyoruz. Mesela, yakın zamana kadar Kilis’in göçmen nüfusu yerli nüfusun üzerinde seyrediyordu. Göçle birlikte yerel hizmet sunum maliyetleri artmasına karşın, belediyelere merkezî bütçeden aktarılan payların bu yükü yeterince karşılamadığını görüyoruz. Yani, Kilis’in ya da Gaziantep’in göç yönetimi Bartın ya da Iğdır’ın göç yönetiminden doğası gereği farklı olmak durumundadır. Dolayısıyla bir arada yaşamanın başlangıç düzlemi olan yerelde uyumun sağlanması, yerelde mevcut meselelerin tespiti ve buna ilişkin planlamalar yanında yerel yönetimlerin göçmen potansiyellerine göre finansal destekle takviye edilmelerinden geçiyor.
AB-Türkiye Mülteci Mutabakatı’nın 5. yılını geride bıraktık geçtiğimiz haftalarda. Mutabakata bugünden geriye baktığımızda, hedefler ve varılan nokta açısından, geçen bu 5 yılı nasıl değerlendirirsiniz?
Türkiye’nin yakın dönem göç politikalarının şekillenmesinde Avrupa Birliği ile geliştirilen müzakerelerin belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. Bu çerçevede Mart 2016’dan itibaren uygulamaya giren mülteci mutabakatı da önemli anlaşmalardan biri. Anlaşma temel olarak, i. Türkiye’den Yunan adalarına izinsiz geçen göçmelerin Türkiye’ye iade edilmesi, ii. İade edilen her bir göçmene karşılık AB ülkelerine aynı sayıda göçmenin yerleştirilmesi (bire bir formülü), iii. Düzensiz göçün önüne geçme garantörlüğü dolayısıyla Türkiye’nin malî olarak desteklenmesi, iv. Türk vatandaşlarına AB ülkeleri için vize muafiyetlerinin düzenlenmesi ve v. Türkiye’nin AB tam üyelik süreçlerinin canlandırılarak Gümrük Birliği sürecinin güncelleştirilmesi gibi temel hedefler içeriyordu. Bu hedeflerin somut çıktılara dönüşebilmesi için de göç sorunlarının çözümüne ilişkin Türkiye’nin kullanabilmesi adına 3+3 milyar Avro’dan oluşan malî desteğin aktarım planlamasına gidildi.
Geçen süre zarfında Türkiye’nin mutabakatın gerekliliklerini büyük oranda yerine getirdiğini söyleyebiliriz. Türkiye’den AB ülkelerine düzensiz göçmen geçişlerinin %94-95 oranında azalması bunu kanıtlar nitelikte. Bununla birlikte sözleşme hedefleri arasında bulunan geri kabul ve yeniden yerleştirme adımlarının da belirli oranda uygulandığını söyleyebiliriz. Örneğin, 2020 yılı Mart ayında yayımlanan Avrupa Komisyonu raporunda 2.735 göçmenin Türkiye’ye geri gönderildiği, yaklaşık 27 bin Suriyeli göçmeninse bir Avrupa ülkesine yeniden yerleştirildiği ifade ediliyor.
Fakat diğer taraftan, Türkiye için son derece önemli olan ve süreçte belirleyici faktörler arasında bulunan “vize muafiyeti” ve taahhüt edilen “malî destek”le ilgili sorumlulukların AB tarafından hayata geçirilmesinde aksaklıklar yaşandığını söyleyebiliriz. Taahhütlerin yerine getirilmesinde gündeme gelen bu sorunlar, iki taraf arasındaki ilişkileri olumsuz etkiledi ve Türkiye’nin 2020’de karşılaştığı yeni göçmen akınıyla birlikte zirveye çıktı. Ardından, Türkiye’nin batı sınır kapısını açmasıyla birlikte ise Avrupa’ya yönelen göçmenler özelde Yunanistan ve Türkiye arasında, genel anlamda ise Türkiye ve AB arasında büyük bir siyasi krize konu oldu. Bu süre zarfında pandeminin patlak vermesiyle gidişat, sığınmacı kabullerinin durdurulması, göçmenlerin bir kısmının Yunan adalarındaki kamplarda sıkışması, bir kısmının ise yeniden Türkiye’de yaşadıkları şehirlere dağıtılmasıyla sonuçlandı. Bugün itibariyle bakıldığında, AB’nin son düzenlemelerle, ‘Avrupa kalesi’ni daha güvenlikçi politikalarla güçlendirerek göçmen kabullerini sınırlandırdığını gösteriyor.
Mutabakatlar, Siyasi Sorumluluklar Kadar Mülteci Haklarını da İçermeli
Her ne kadar teoride AB ülkelerinin “adil sorumluluk paylaşımı” gibi eşitlikçi söylemler öne çıkarılsa da sınır güvenliklerinin artırılması ve göçmenlerin bulundukları ülkelerde tutulmalarına yönelik teşviklerin maddi desteklerle sağlanması gibi uygulamalar, başta Türkiye olmak üzere önemli sayıda göçmene ev sahipliği yapan ülkeleri araçsallaştırmaktan öteye gitmiyor. Dolayısıyla, devletler arasında yapılan mutabakat ve protokoller tahlil edilirken siyasi sorumluluk ve stratejiler kadar bu anlaşmalara konu olan göçmen yahut mültecilerle ilgili temel hak ihlallerinin de konuşulması gerekiyor. Zira mutabakat metinlerinin soğuk ve duygusuz doğası üzerinden devletlerin başarı hanesine yazdıkları engellemeler, gittikçe artan sayıda göçmenin güvencesizliğini pekiştirerek can güvenliklerini tehdit eden pratiklere dönüşüyor.
Türkiye’nin özellikle Suriyeliler üzerinden mülteci meselesini siyaseten araçsallaştırdığına yönelik yaklaşımlara nasıl bakıyorsunuz?
Tüm insan hakları sözleşmeleri ve uluslararası mutabakatlar yanında devletlerin sınırlarına gelen kimselerle ilgili aldığı kararlar, onlarla ilgili oluşturulan statü belirleme çalışmaları ve kabul uygulamaları esasen siyasal taraflar içeriyor. Türkiye için de genelde mültecilik özelde ise Suriyeliler meselesi bu yoğun siyasallıktan payını alıyor. Ancak şunun altını çizmemiz gerekiyor: Türkiye, bölgesinde yaşanan krize öncelikle ‘insanî yardım’ motivasyonuyla yaklaştı ve ‘açık kapı’ politikasını devreye sokarak sığınmacılara ülkeye serbest geçiş hakkı tanıdı. Yani konu başlangıçtan itibaren tamamen bir ‘acil durum’ ve ‘afet yönetimi’ ekseninde ele alınarak ‘geçici bir süre’ barınma merkezleri başta olmak üzere göçmenlerin acil insanî ihtiyaçlarının karşılanması hedeflendi. Bu yönüyle birçok gelişmiş ülkenin süreçte çekimser kalmasına karşılık Türkiye’nin insanî yardım merkezli uygulamalarının uluslararası düzeyde takdir topladığını belirtmemiz lâzım.
Fakat sürecin uzamasına bağlı olarak, Türkiye, diğer ülkelere kıyasla yüklenmiş olduğu orantısız yükten hareketle sürdürülebilir uygulamalar geliştirmekte zorlanmaya başladı. Bu da siyasileri, uluslararası toplum nezdinde konunun öne çıkarılmasına ve göçmenlere yönelik uluslararası malî destek kalemlerini büyütecek hamleler yapmaya itti. Bu girişimlerin makul ölçülerde anlaşılabilir olduğunu, yanı sıra özellikle uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimciler tarafından analiz edilmesi gereken taraflar içerdiğini söyleyebiliriz. Ancak her koşul ve şartta bu makuliyetin insan hayatının ve onurunun korunması gibi son derece net sınırları bulunuyor. Hatırlayacağınız gibi, 2020 Şubat ayı sonunda Türkiye’nin “göçmenlerin Avrupa’ya geçişlerine müdahale etmeyeceğini” duyurmasının ardından yaşanan göçmen hareketliliği büyük bir siyasi krizi tetikledi. Avrupa’nın adeta sınır karakolluğunu üstlenen Yunanistan, geçiş yapmak isteyen göçmenlere karşı son derece sert geri itme uygulamalarına yöneldi. Göçmenlerin üzerine gaz bombaları atıldığını, güvenlik güçleriyle yaşanan çatışmalarda yüzlerce insanın yaralandığını, özellikle yaşlı ve çocukların bu uygulamalar ve soğuk iklim koşulları sebebiyle hastalandığını yalnızca medyaya yansıyan görüntülerden hareketle anımsayabiliyoruz.
Diğer taraftan, bulundukları bölgede yiyecek, su ve sağlık imkanlarına erişim olanağı bulmakta zorlanan göçmenler, Covid-19 salgınının patlak vermesiyle çok daha ağır koşullarla karşı karşıya kaldılar. Elbette tüm bu insanlık dışı uygulamalar üzerinden başta Yunanistan olmak üzere Avrupa ülkelerini yerden göğe kadar eleştirebiliriz. Ancak bize bakan tarafıyla, Türkiye’nin uluslararası malî destek taleplerinin karşılanmaması neticesinde, göçmenleri reel bir tehdit unsuru olarak sahaya sürmesi ve bu yönüyle göçmenlerin maruz kaldığı uygulamalara sebep olmasını da haklı görmemiz mümkün görünmüyor.
Göç krizi devam ederken bir yandan da göç ve mülteciliğe dair yeni tanımlamalar, kavramlar ortaya çıkıyor. Bunlardan biri de entegrasyon yerine önerilen ulus ötesi yurttaşlık kavramı. Siz bu yeni tanımlama çabalarını bu kavram bağlamında nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kavramlar, ilişki kurduğumuz realiteyi tanımlama araçlarımızdır ve realitedeki değişimler zorunlu olarak tedavüldeki kavramların da dönüşümünü beraberinde getirir. Son yüzyılda teknik ve toplumsal alanda yaşanan yoğun değişimler, sosyal bilimlerin ele aldığı konuların ve bunların ele alınış biçimlerinin de önemli ölçüde değişerek genişlemesine sebep oldu. Bu çerçevede sosyoloji ve özelde göç sosyolojisi tartışmalarında ele aldığımız kimlik, yurttaşlık, entegrasyon, getto ve diaspora gibi kavramlarda da birtakım anlam kaymaları yahut genişlemelerinin olduğunu söylemek mümkün.
Örneğin, modern öncesi dönemde çoklukla belirli siyasi sınırlar temelinde ve dinî kimlik ekseninde şekillenen aidiyet örgüsü özellikle ulus devletleşme sürecinde tekil etnik aidiyetlere dönüşmüştü. Bugün yaşadığımız dünyada ise çoklu kimlik ve aidiyetlerin gelişimine şahitlik ediyoruz. Nitekim bilginin, sermayenin, ürünlerin ve değerlerin uluslararası dolaşım yoğunluğuna paralel olarak bugün beyin göçünden kitlesel sığınmaya birçok farklı biçimde insan hareketlerinin de arttığı bir dünyada yaşıyoruz.
[quotes quotes_style=”bpull” quotes_pos=”center”]Göçün küreselleşen doğası dikkate alınırsa, göç sebebine ve yasal tanımlama türüne bakılmaksızın göçmenlerin dahil oldukları toplumla sağlıklı ilişki kurmaları yeni aidiyet formlarının geliştirilmesini zorunlu kılıyor.[/quotes]
Dolayısıyla göçmenler eliyle varlık kazanan toplumsal, siyasal, ekonomik ya da dinsel etkinliklerle kurulan ağlar, melez kimliklerin oluşumunu desteklediği kadar vatandaşlık ve yurttaşlık gibi uzun süre tekil aidiyetler üzerinden yapılan tanımlamaların da kullanım değeri ve işlevini aşındırıyor. İnsanlar artık sabit, değişmez ‘bir ulus vatandaşı’ olmanın ötesinde çoklu, etkileşime açık, evrensel ve uluslararası hareketliliği olumlayan yeni kimliklere yöneliyor. Yani sizin doğduğunuz ülkeyle ilişkinizi resmî olarak tanımlayan vatandaşlık bağı, bugünün dünyasında, duygusal ve kültürel olarak aidiyet hissiyatınızı belirlemede yetersiz kalabiliyor. Göçün küreselleşen doğası dikkate alınırsa, göç sebebine ve yasal tanımlama türüne bakılmaksızın göçmenlerin dahil oldukları toplumla sağlıklı ilişki kurmaları yeni aidiyet formlarının geliştirilmesini zorunlu kılıyor. Bu da vatandaşlık gibi katı hukukî formlardan uzaklaşarak toplumsal etkileşimi öne çıkaran ulus ötesi yurttaşlık türünden yeni durumu tanımlamaya elverişli kavramların kullanıma girmesine ön ayak oluyor.
Özetle söylemek gerekirse, realitenin dönüşümsel ve çok yönlü doğası, -sosyal bilimlerde esasen aşina olduğumuz biçimde- kullandığımız kavramları da dönüştürerek görece işlevsel yeni alan ve kavramları doğuruyor.
Küresel Göç ve Küresel Mülteci Mutabakatlarına gelelim biraz da. Bildiğiniz gibi 2018 yılında BM Genel Kurulu’nda kabul edildi, Türkiye de mutabakatın imzacılardan. Özellikle iklim mülteciliği kavramını tanımlayarak kapsayan ilk çerçeve mutabakat olarak önemli bir boşluğu doldurmaya aday. Dünyanın içinde bulunduğu pandemi koşullarında akamete uğrama olasılığı yüksek olsa da siz bu küresel mutabakatları yeterli buluyor musunuz? Dünya konjonktürü bu mutabakatların hayata geçmesine olanak sağlar mı?
Evet, göç hareketlerinin seyrine bağlı olarak, çeşitli zamanlarda birçok ülkenin katılımıyla küresel ölçekli birtakım mutabakatlar söz konusu oluyor. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nden başlamak üzere göç ve göçmen hukukunun gelişiminde pay sahibi olan birçok sözleşmeye referansta bulunan bu mutabakatlar temelde göç sorunlarına ilişkin uluslararası iş birliğinin geliştirilmesini hedefliyor. Bahsettiğiniz gibi, bu mutabakatların sonuncusu 2018 yılında gerçekleştirildi ve esasen New York Deklarasyonu’nda öne çıkan ilkelerden hareketle göç yönetimine ilişkin 23 hedef belirlendi.
Bu hedefler içinde göçe iten zorlayıcı yapısal faktörlerin asgariye indirilmesi ve adil istihdam koşullarının oluşturulmasından sınırların eşgüdümlü yönetilmesine, diplomatik koruma ve ayrımcılık karşıtı kamu söylemlerinin oluşturulmasından tam kaynaşma ve uyumun gerçekleşmesi için toplumların güçlendirilmesine kadar oldukça kapsamlı başlıklar bulunuyor.
Küresel Göç Mutabakatı, Göç Sorunlarını Azaltacak Somut Çıktılar Üretemez
Ancak, uluslararası göç yönetimi ve sorumluluk paylaşımına dair kuşatıcı ve nitelikli söylemlerle oluşturulan bu metinler iç hukuk ya da uluslararası hukuk bakımından maalesef herhangi bir yasal bağlayıcılık oluşturmuyor. Dolayısıyla, bahsettiğiniz ‘iklim mülteciliği’ gibi göç literatüründe önemli tanımlamalar ve çözülmeyi bekleyen hukukî sorunlar için umut verici adımlar olan bu mutabakatları uluslararası birer anlaşma olarak değil, olsa olsa ortak niyet ve fikir birliği oluşturma çabaları olarak değerlendirmek gerekiyor. Bu nedenle gerek pandemiyle oluşan konjonktürel koşullar gerekse pandemi sonrası öngörülebilir siyasal zemin üzerinden, yaptırım gücü ve bağlayıcılığı olmayan bu tür mutabakatların yakıcı göç sorunlarını azaltabilecek somut çıktılar üretebilmesi pek mümkün görünmüyor.
Son olarak Türkiye ve Suriyeliler meselesini sormak istiyoruz. Kitabınızın son bölümünde, uyuma yönelik öneriler başlığı altında 12 madde sıralıyorsunuz. İlk maddenizde, aslında birçok göç araştırmacısı ve uzmanının söylediği gibi, Suriyelilerin geçici olduğundan hareket ederek geliştirilen politikaların terk edilmesi gerektiğini söylüyorsunuz. Türkiye’de böylesi bir politika değişimini öngörüyor musunuz?
Göç tarihi, bize hiçbir göç hareketinin mutlak geri dönüşlü olmadığını gösteriyor. Fakat sanırım bu gerçeğin şimdilik en fazla farkında olanlar bahsettiğiniz gibi göç araştırmacıları. Türkiye’deki Suriyelilerin kalıcılığı meselesi artık bir öngörünün ötesinde, kendisini dayatan bir toplumsal gerçekliğe dönüşmüş durumda. Bugün ülkemizde ortalama 3,5 milyon Suriyeli göçmen bulunuyor. Yaş ortalaması 22,5 olan bu göçmenlerin yaklaşık 700 bini ilköğretim, orta okul ve lisede; 30 binden fazlası ise yükseköğretimde öğrenci. 2011 Nisan ayından bu yana geçen on yıllık süre zarfında Türkiye’de doğan bebek sayısı ise 500 binin üzerinde.
Öte yandan, tarım, sanayi ve hizmet sektörlerinde kayıt dışı istihdama yönelen Suriyeliler yanında ticari girişimlerle istihdam alanlarının gelişimine ve ülke ekonomisine katkı sağladıklarını da belirtmek gerekiyor. Son on yılda kurulan ve en az bir ortağı Suriyeli olan şirket sayısının on beş binin üzerinde seyretmesi bu durumun bir yansıması.
Tüm bu sayısal veriler, genç ve dinamik yapısal özelliklere sahip Suriyeli göçmenlerin büyük oranda stabilize olduğunu gösteriyor. Ancak göstergelerin nicel egemenliğinin dışında, unutulmaması gereken önemli bir diğer husus, bu genç kitlenin kültürel sermayelerini burada ve bizimle oluşturdukları. Yani Suriyeliler söz konusu edildiğinde, özellikle yeni kuşak göçmenlerle kurulacak yakın gelecekte anadili Türkçe olan, anlam ve düşünce dünyalarını tamamen buna göre kurgulayan bir insan kaynağından bahsettiğimizi bilmek durumundayız. Dolayısıyla, ilk on yıllık süreçte her ne kadar kayıt dışı alanda yoğunlaşan bir nüfustan bahsediyorsak da önümüzdeki dönemde eğitim kademelerinden geçerek mavi ve beyaz yaka işlere nitelikli göçmen geçişlerinin artacağını söyleyebiliriz. Buradan hareketle, duygusal reflekslerden yahut siyasi çıkar devşirmeye dönük konjonktürel söylemlerden uzaklaşarak soğuk kanlı ve rasyonel değerlendirmelere dayalı göç politikalarının geliştirilmesini öncelemek durumunda olduğumuzu söyleyebilirim.[/vc_column_text][/vc_column][/vc_row]