İran’a baktığımızda ‘Tütün İsyanı’ndan bu yana köklü bir protesto kültürünün olduğu görülüyor. Mesha Amini’nin ölümü sonrası yapılan protestolar da aslında uzun yıllardır devam eden bir eylem silsilesinin son fazı. Sizce bu devam eden eylemlerin ne tür siyasi sonuçları olabilir? İran’daki reformist kanadın bu eylemlerden yana tavır göstermesi mümkün mü? Yeni bir devrime yol açabilecek sonuçlar beklemek gerçekçi mi sizce?
Haklısınız, 1890’lardan bu yana İran’a baktığımızda köklü bir protesto kültürü görülüyor. Dönemin İran hükümranı olan Nasıreddin Şah’ın, ülkesindeki tütün üretimi, işlenmesi, satışı ve ihracatı haklarını bir İngiliz şirketine 1890’da elli yıllığına devretmesi üzerine toplumda ve özellikle o zamanlar İran ekonomisinin temel taşlarından olan ‘Pazar’ esnafında büyük bir infial oluşmuştu. Dönemin İran ulemasının önde gelenlerinden Ayetullah Mirza Şirazi’nin tütün içmenin haram olduğuna dair Aralık 1891’de verdiği fetvası isyanı körükledi. Şah İngiliz şirketine vermiş olduğu imtiyazı iptal etmek ve büyük bir tazminat ödemekle kalmadı, tütün isyanıyla başlayan muhalefet İran’ı 1906, hatta 1979 devrimine götürdü. Kısacası 19. yüzyılın sonlarından itibaren İran tarihinde pek çok ayaklanma ve kitlesel eylem gerçekleşmiş durumda. 2009 seçimlerinde Mir Hüseyin Musavi taraftarlarının sokak gösterilerini unutmayalım; tek gündemi vardı, seçimlerde hile yapılması. Evet, 22 yaşındaki Kürt asıllı İranlı Mahsa Amini’nin ölümü sonrasında yapılan protestolar da dediğiniz gibi, aslında uzun yıllardır devam eden bir eylem silsilesinin son fazı. İran’da güncel siyasal cephelere baktığımızda reformistleri, muhafazakârları ve ılımlıları görüyoruz. Reformistler ulemanın dini konular dışında sistem içerisindeki nüfuzunu eleştiriyor ve küresel sistemle bütünleşmeyi savunuyor; dolayısıyla bu eylemlerden yana kısmen de olsa tavır göstermeleri mümkün. Ancak, yeni bir devrime yol açabilecek sonuçlar beklemek bence pek gerçekçi değil.
Hep bir kılık kıyafet zorlaması var vitrini düzenleme uğruna. Vitrinler aslında ilgili zaman ve mekânların otoriter iktidarlarının birer sosyal mühendislik projesinin ürünü.
İslamcılık ya da modernite adına olsun, İslam ülkelerinde iktidarın sembolik ve kültürel inşası kadın bedeni üzerinden oluyor. Şah Rıza Pehlevi İran’ında modernleşme adına uygulanan başörtüsü yasağı ile İslam Cumhuriyetindeki örtünme zorunluluğu bu duruma işaret eden çarpıcı örnekler. Bu doğrultuda sizden Şah ve İslam Devrimi dönemlerini din-siyaset ilişkisi, kadına bakış ve hak kayıpları bağlamında karşılaştırmanızı istesem bize neler söylersiniz?
Çok haklısınız, ağırlıklı olarak kadın bedeni üzerinden yapılıyor bu uygulamalar. Ağırlıklı diyorum, çünkü Osmanlı modernleşmesi sürecinde simgenin fes, Cumhuriyet döneminde şapka olduğunu da göz ardı etmemek gerek, yani erkeklerin de pek kaçışı yok; kısacası son tahlilde hep bir kılık kıyafet zorlaması var vitrini düzenleme uğruna. Bu vitrinler aslında ilgili zaman ve mekânların otoriter iktidarlarının birer sosyal mühendislik projesinin ürünü. Bu tür iktidarlar kendi doğrularını mutlak addedip, içinde yaşadıkları toplumları da kendi doğrularına göre şekillendirmeye çalışıyor. İster modernite ister inanç gereği addetsinler, onlar için tek doğru onlarınki; başka oluşumlara da görünümlere de tahammülleri yok.
Kadın meselesine ve İran’a gelince, evet her iki dönemde de kadınların baskı politikalarının hedefi olduğu kesin. Aslında biraz önce konuştuğumuz başkaldırı kültürü bakımından kadınların ilginç bir yeri var İran tarihinde. 1898’de gencecik bir kadın, Fatemeh Baraghani protesto olarak peçesini açıyor, hem de erkeklerle dolu bir toplantıda. O tarihlerde İran’daki yeni bir dini oluşumun içinde bu genç kadın, sonradan Bahailik halini alacak inancın köklerinin dayandığı. Canıyla ödüyor sonunda bu başkaldırışı: 30’larının ortalarında hem kadın haklarını hem farklı bir dini savunmasından dolayı düzen tarafından apar topar idam ediliyor.
Sorunuza gelirsek, Pehlevi ailesinin, iktidarı Kaçarlardan aldığı 1920’lerin ortalarından itibaren bir dizi modernleşme politikaları uygulanmaya çalışıldığı görülüyor. 1934’te Rıza Şah Ankara’yı ziyaret ediyor. Aslında Rıza Şah’ın, çağdaşı Atatürk’ün Türkiye’de yaptığı gibi, İran’da cumhuriyet ilan etmeyi planladığı biliniyor. Fakat İngilizlerin ve İran’daki din adamlarının şiddetli muhalefetiyle karşılaşınca bu fikrinden vazgeçiyor; ama özellikle kılık kıyafet konusunda erken dönem Türkiye Cumhuriyeti’ndekilere benzer politikalar uygulamaya girişiyor. 8 Ocak 1935’te kadınların örtünmesini yasaklayan ve şapka giyilmesini zorunlu kılan bir kanun çıkıyor İran’da. Herkes, zamanla ‘Pehlevi Şapkası’ olarak anılacak olan şapkayı takmak zorunda bu Kanun’a göre. Erkeklerin şapkası, kasketi anımsatan tarzda. Köylü kadınların geleneksel kıyafetleri üzerine oturtulmuş fötr şapkalı fotoğrafları var. Şah Rıza, 8 Ocak’ın kadınların özgürleşmesi bayramı olarak kutlanmasını istiyor; ama halkın bir kısmı yasağı hiç de kutlanacak bir şey olarak karşılamıyor ve sokaklara dökülüyor. En kanlı gösterilerin mekânı Meşhed. Protestoculara güvenlik güçlerinin ateş açması sonucu çok sayıda kişi yaralanıyor, hatta hayatını kaybediyor. Örtülü olarak sokağa çıkan kadınların polis eliyle tartaklandığı, yaptırımlara maruz kaldığı bir dönem bu.
Kadınların özgürleşmesi için yapılan bu yasak sonrası kadınların bir kısmı tamamen eve kapanıyor; ta ki oğul Muhammed Rıza Şah Pehlevi babasının yerine 1941’de tahta çıkarılana kadar. Onun döneminde kadınlar, kamusal alana örtülü ya da örtüsüz kendi tercihleriyle çıkarlar. Ancak gittikçe daha otoriterleşen ve muhaliflerin üzerinde ağır baskı ve yaptırımlar uygulayan bir rejimdir bu da. 1970’lerin sonu malum, bu siyasi derin huzursuzluğun devrime dönüşüp, rejim değişikliğinin yaşandığı zamanlar. 1978’de, Humeyni devriminden 24 gün sonra, Ayetullah kadınlara devlet dairelerinde başörtüsü takmalarını emreder. Bu kez de kimi kadınlar zorunlu başörtüsüne karşı çıkar. 1980’de İslami başörtüsü zorunluluğuna ilişkin ilk hükümet düzenlemelerinin yayınlanmasından sonra, siyah giysiler içinde bazı kadınlar, başbakanlık binasının önünde toplanarak protesto gösterisi düzenlerler. Bu mitingin ardından günlerce siyah kıyafetle işe giden kadınların birçoğu işlerinden atılır. 1990 yılında İslam Konseyi, işyerinde İslami başörtüsünü zorunlu kılan bir yasayı onayladığında, artık ihlalin yaptırımı da düzenlenmiştir. Uzunca bir özet oldu ama görüldüğü gibi her otoriter siyasal yapının kendi doğrusu mutlak doğruymuşçasına zorla uygulanmaya çalışılıyor. Ağırlıklı olarak da kadın bedeni aracılığıyla.
Hiçbir Siyasi ya da Toplumsal Otorite Kadın Adına Karar Verme Durumunda Değil
Dindarlığın ölçüsü olarak neden kadının bedeni/kıyafeti ve statüsü üzerinde duruluyor? Bu durum dindar ya da değil kadınları nasıl etkiliyor? İktidarların baskılarına karşı dindar kadınlar, kadın mücadelesinde nerede duruyor?
Tarih boyunca kadınların dinle ilişkisi hep karmaşık, çelişkili ve gerilimli olagelmiş. Bir Avusturyalı Hindistan uzmanının, Moritz Winternitz’in meşhur bir sözü vardır: “Kadınlar hep dinlerin en iyi dostu olmuştur; ancak dinlerin kadınların dostu olduğu pek söylenemez.” İnsan düşüncesinin çoktanrıcılıktan tektanrıcılığa geçişi sürecindeki toplumsal ve kültürel dönüşüm cinsiyetler arası ilişkilere tabii ki yansıyor; cinsiyet kalıplarına yeni bir içerik oluşturuyor. Bunun da toplumsal iktidar ilişkileri açısından sonuçları var. Her üç tek tanrılı dinde, adı ne olarak anılırsa anılsın ‘Tanrı’ erkek olarak kavramsallaştırılmakta. Bu da Fatmagül Berktay’ın ‘Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın’ başlıklı çalışmasında ifade ettiği üzere, kadın ve erkek kimliklerini, otoritenin niteliğini ve iktidar yapılarını etkiliyor; kadınların soyu üretme gücü küçümseniyor, buna karşılık erkeklere atfedilen ‘kültür ve uygarlık yaratma’ özelliği yüceltiliyor. Her üç tek tanrılı dinde erkeğin ruh, kadının bedenle özdeşleştirilmesi, kadının bedeni üzerinde toplumsal denetim mekanizmalarının oluşturulmasını meşru kılmakta. İslami kültürde de kadın bedenle ve bedensel arzuyla özdeşleştirilmekte ve ‘fitne’ yaratma özelliğinin bulunduğu varsayılmakta. Bu sebeplerle de kadın bedeni üzerindeki denetimin en somut göstergesi örtünmeye zorlanmak oluyor. Son tahlilde, bunun kararını vermek bedenin sahibi kadına ait olmalı; ne şekilde giyinmek isterse tek karar verici kendisi. Hiçbir siyasi ya da toplumsal otorite onun adına karar verme durumunda değil. Bunun ayırdında olarak kadın hak mücadelesinde olmak durumunda; yani emeğinin karşılığını adil olarak almaktan her şahsi, siyasi, toplumsal, kültürel hakka kadar eşit hakları talep etmek mücadeledeki yeri.
İran’daki kadın hareketi Türkiye’dekine benzer şekilde oldukça politize ve farklı birçok eylemde toplumun en ön saflarında yer alıyor. Bize biraz İran’daki kadın hareketinin serencamından bahseder misiniz?
Biraz önce bahsettiğim gibi İran’daki kadın hareketini 1898’teki vakıaya kadar götürebiliriz bence. Fatemeh Baraghani ekonomik, sosyal ve kültürel kapitalleri gayet zengin bir ailenin kızı. Çok iyi bir eğitim almış, pırıl pırıl bir kafa. Dediğim gibi o tarihlerde İran’daki yeni bir dini oluşumun başını çekiyor bu genç kadın, sonradan Bahailik halini alacak o inanç. Canıyla ödüyor protestosunu, ilginç olan -belki de aslında bu şartlarda en beklenebilir olan- örtünmeden çıkması. Bu biçimiyle kadınların başkaldırısı durmuyor yine de. 1907’de Tahran’da bir grup tesettürlü kadın sokağa çıkarak ‘Yaşasın anayasacılık’ ve ‘yaşasın özgürlük’ sloganları attıklarında, Anayasacılar, onları Anayasacıları karalamakla suçluyor. 1918’de, bu kez yüzlerce kadın, zorunlu başörtüsünü protesto için Tahran’da bir camide oturma eylemi düzenliyorlar; bu mesele bundan sonra hep artık ülkenin gündeminde. Bir yıl sonra 1919’da Zanna dergisinin sahibi Sediqeh Daulatabadi, başörtüsünü açıkça eleştirdiği için ölümle tehdit ediliyor. 1920’de de kadın dergisi ‘Mektup’, başörtüsü eleştirisi sebebiyle yasaklanıyor. O yıl ‘Jahan Zan’ dergisinin editörü Fakhr Afaq Parsa’da başörtüsü hakkındaki eleştirel yazıları sebebiyle saldırıya uğruyor.
Humeyni rejiminin yasaklarına tepkilerden biraz önce bahsettim. Mellat Partisi üyesi bir psikiyatrist, Homa Darabi, 1993’te Tahran’ın Tajrish Meydanı’nda zorunlu başörtüsüne karşı bir konuşma yaptıktan sonra başörtüsünü çıkarıp, kendini ateşe veriyor. Münferit kalmıyor bu protestolar: 2014 yılında, başörtüsü mecburiyetine karşı çeşitli kampanyalar başlıyor. Çeşitli kentlerden kadınlar, halka açık yerlerde başörtüsü olmayan fotoğraf ve videolar yayınlayarak zorunlu başörtüsüne karşı olduklarını ifade ediyor. Her türlü yaptırımla karşı karşıya geliyor bu kadınlar: Gözaltı, tutuklama, davalar… Ama kadınlar mücadeleye devam ediyor. Son birkaç yılda hemen her gün, zorunlu başörtüsüne karşı çıkan kadınlar, ahlak polisince saldırıya uğruyor, şiddet görüyor, yargı mercilerince yaptırımlara maruz kalıyorlar.
İran’da kadınlara yönelik yapılan idari düzenlemeler ile hukuki düzenlemeler arasında ne gibi farklar var?
1941’den 1979’a kadar İran’da kadınların nasıl giyineceğine ilişkin bir hukuki düzenleme yok. Gerçi tabii ki başörtüsü takan kadınlar da mevcut; kimi kendi tercihiyle monarşiye tepki gösterici bir sembol olarak, kimi geleneksellikten, kimi de aile baskısı ile. 1979 Devrimi sonrası kadınlar için hukuken bir tesettür düzenlemesi fikri beliriyor siyasi iktidarın gündeminde. 1983 Nisan’ından itibaren tesettür zorunlu hale geldi. O zamandan beri kadınlar İran’da kamusal alanda tesettürlü olmak mecburiyetinde kanunen. Hatta gayrimüslimler ve İran’ı ziyaret eden yabancılar da bu yasağa uymak zorunda. Seneler içinde İslami siyasi iktidar daha kısıtlayıcı daha fazla hukuki düzenlemeler getirdi zorunlu tesettür hususunda. 1990’larla, para cezasından hapse uzanan cezai yaptırımlar yürürlüğe sokuldu. Ancak, 2018 Ocak ayından itibaren Tahran özelinde farklı bazı uygulamalar görülüyor: Tesettür zorunluluğuna uymayan kadınları ahlak polisi polis kuvvetlerince yürütülen İslami değerlerin öğretildiği kurslara katılmaya mecbur tutuluyor. Bu arada, Kanun’un metninde tesettürün tanımı ile ilgili bir netlik olmadığı için gündelik hayatta takdir yetkisi uygulamayı yapan otoriteye, mesela ahlak polisine kalıyor.
Hak ihlalleri hususunda geri kalan tüm dünya gözünü kaçırabiliyor ateşin düştüğü ve yaktığı yerlerden. Ancak ve ancak şahsi çıkarları gerektiriyorsa ilgi gösteriyor uluslararası resmi yapılar.
İran’da Mesha Amini’nin ölümü ile başlayan ve nereye varacağı şu an için kestirilemeyen kadın ayaklanmasını İslami rejiminin şiddet ve kanla bastırma yolunu seçmesi Orta Doğu ve uluslararası planda ne tür sonuçlar doğurur?
İran İslami rejiminin şimdilik bu yolu seçtiği görünüyor. 29 Ekim 2022’de Tahran İslami Devrim Mahkemesi sekiz kişiyi, cezası idam olan ‘Allah’a karşı suç işlemek’ iddiasıyla yargılamaya başladı. İki gün sonra Mahkeme’nin savcısı, yalnızca Tahran’da 1000 kişi hakkında başkaldırılarla ilintili olarak dava süreçlerinin başlatılmış olduğunu ve önümüzdeki günlerde Tahran İslami Devrim Mahkemesi’nde bunların davalarının kamuya açık olarak görüleceğini belirtti. 6 Ekim 2022’de Parlamento’nun 227 üyesi, kuvvetlerin ayrılığı ilkesini ciddi şekilde ihlal ederek, Yargı erkinden protestolarda tutuklanan şahısları kararlılıkla ve idamla yargılamaları talebinde bulundular. İdam cezasının protestoları bastırmak için kullanılmaya çalışıldığı aşikâr. Bu yargılamaların adil olmayacağı ve göz korkutup sindirmeye yönelik olduğu da açık. Bu konuda uluslararası camia ne tepki verir? Özellikle Batı’da bu politikalar aleyhinde çok ses yükselecektir, yükselmekte de ama uluslararası hukuki ve siyasi mekanizmaların etkin bir yaptırım uygulayabileceğine ben şahsen ihtimal vermiyorum. Orta Doğu’da da geri kalan uluslararası planda da olsa olsa şahsi çıkarlar öncelikli; hak ihlalleri hususunda geri kalan tüm dünya gözünü kaçırabiliyor ateşin düştüğü ve yaktığı yerlerden. Ancak ve ancak şahsi çıkarları gerektiriyorsa ilgi gösteriyor uluslararası resmi yapılar. Farkındayım çok karamsar ve müstehzi bir kanaat benimkisi ama ne yazık ki tecrübe konuşuyor.
İran’da müesses nizam ve onu şekillendiren ideoloji bağlamında kadınlar neden sürekli hedefte? Sistem neden kadınlar üzerinde sürekli sistematik baskı uyguluyor? İktidarların kadına bakışı noktasında İran ile Türkiye’yi karşılaştırırsak ne tür benzerlikler ve farklılıklar ayırt ederiz?
Ne yazık ki bu durum, tabi İran’da çok daha vahim boyutlarda olsa da bütün erkek egemenliğinin mevcut olduğu sistemler için geçerli. Biçilen toplumsal cinsiyet rolleri ile uyuşmayan her kimlik hedefte; yalnız kadınlar değil, kimliklerini LGBTQIA+ olarak ortaya koyan tüm bireyler ayrımcılığa ve şiddete maruz kalıyor. Patriarkal yapılar kendilerinden farklı olanı bir tehdit olarak algılıyor. Bunun psikolojik tahliline girmek uzmanlık olarak haddim değil ama ‘arzu nesneleri’ ve daha önce sözünü ettiğim anlamda ‘fitne’ yaratma vehminin sistematik baskılarla ilintisi nasıl inkâr edilebilir?
Her Siyasal İktidar Kendi Doğrusunu Mutlak Doğru Olarak Kabul Ediyor
Orta Doğu ve Türkiye’de iktidarı ele geçiren farklı siyasi eğilimlerin kadınlara yönelik politikaları dönemsel olarak oldukça farklılık arz ediyor. Buradan uç veren uygulamalar ise kimi zaman baskıcı bir nitelik gösteriyor. Uygulanan baskı politikalarını kadınların yaşam tarzları ve kimliklerinde meydana getirdiği dönüşümler noktasında analiz etmenizi istesem bize neler söyleyebilirsiniz?
Müsaadenizle bu soruyu Türkiye bağlamında cevaplayayım. Türkiye Cumhuriyeti bir modernleşme projesi kurucu kadrolar nezdinde, kadın hakları da bunun bir parçası; özellikle siyasi seçme-seçilme hakkı, kadınların kamusal hayata katılımı ve Medeni Kanun’un ilk kabul edildiği halinde yer alan haklar hususunda. Ancak ne yazık ki siyasi kültürümüzün çok sorunlu bir özelliği var: Her siyasal iktidar kendi doğrusunu mutlak doğru olarak kabul ediyor. Demokratik yapılarda kabul edilemez bir durum bu. Her toplum farklı farklı gruplardan oluşur; önemli olan, benim hayran olduğum bir siyaset bilimcinin -Hannah Arendt’in- dediği gibi toplumu bir Klasik Batı müziği orkestrası olarak tahayyül etmeliyiz, evet çok sayıda apayrı ses çıkaran müzik aleti vardır o orkestrada ama armoni sağlamak için birbirinin sesinin duyulmasına imkân tanımak gerekir. Siyasette “hep benim dediğim” olmamalı; siyaset bir pazarlık: Biraz bir taraf biraz öbür taraf fedakârlıkta bulunur, bir noktaya varılır.
Yalnızca kendi doğrusunu mutlak doğru addeden kurucu elit de kadını modernleştirmenin, özgürleştirmenin yolu olarak bir giyim kuşam tarzını empoze ediyor. Modernleşmeyi, 1833’te Feshane’de üretime geçip, 1925’te şapka kanunu ile yasaklar ve idama varan yaptırımlar getirerek sağlamaya çalışan bir siyasi kültür bu. İleriki yıllarda vatandaşların da kılık kıyafet aracılığıyla kimlik siyasası yapması hiç de şaşırtıcı olmasa gerek. Başörtüsü üzerinden kamusal alanda gerek devlet ve sivil toplum üyeleri gerek toplum içinde farklı yaşam tarzlarını benimseyen bireyler arasında yürütülen mücadele 1960’ların sonlarından itibaren yükselerek, kökleri 100 yıl öncelerine dayanan kutuplaşmanın sembolik bir ifadesine dönüştü. 27 Kasım 1972 tarihli ‘Tebliğler Dergisi’nde ilk defa kadın öğretmenlerin kıyafeti gündeme getirilmiş ve ‘bayan öğretmenler sade ve ağırbaşlı olacak şekilde süsten ve gösterişten sakınacak, derslerde ve görevde başı açık bulunacak’ ifadesine yer verilmişti. Bu tebliğ bana ilginç gelir, Cumhuriyet’in kuruluşundan elli yıl kadar sonra düzenlenmiş olsa da siyasi iktidarı elinde tutan patriarkal zihniyetin kadına bakışını yansıtır: Bir taraftan evet ‘derslerde ve görevde başı açık bulunacak’ ama ‘sade ve ağırbaşlı olacak şekilde süsten ve gösterişten sakınacak’; yani ‘fitne’ üretici olmayacak!
İfade özgürlüğünü, dolayısıyla her türlü kılık kıyafet, inanç/inançsızlık haklarını bir arada savunmaktan başka bir çare yok beraberce yaşayabilmek için.
Gelişmelere dönecek olursak, 1970-80’li yıllarda başörtülü öğrencilere yönelik başörtü ve mantoların zorla çıkarılması şeklinde şiddet de içerebilen zorlama ve yaptırımlar başladı. 1973’te Ankara Barosu’na kayıtlı bir avukat başörtüsü nedeniyle ihraç edildi. 1977-78 eğitim döneminde açılan Kız İmam-Hatip Okulu yönetimi okula başörtülü devam etmek isteyen 215 öğrenciyi disipline verdi. 8 Aralık 1978 tarihli bir genelgeyle Cumhuriyet Halk Partisi hükümeti ilk defa kamu hizmetinde çalışan bütün kadın memurların başörtü örtmelerini yasakladı. 1981 Anayasası ile getirilen temel kurumlardan Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK), genelgelerle başörtüsünü 1982’de yasakladı, 1984’te bu yasağı kaldırdı, 1987’de yeniden disiplin suçu haline getirdi. Özal hükümetinin 1988’te çıkardığı ilgili yasaların ilki Kenan Evren, ikincisi Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) tarafından Anayasa Mahkemesi’ne götürüldü ve yürürlükten kaldırıldı. 28 Şubat sürecinde bütün üniversitelerde YÖK tarafından türbanlı öğrencilerin kampüslerde bulunmaları yasaklandı. Kendi tasavvurundaki toplumu üretmek için birtakım toplumsal mühendislik çabalarına girişmek, kendi doğrusunu tek ve mutlak doğru olarak görmek, yasaklar üzerine kurulu siyasalar gütmek ne yazıktır ki Türkiye’nin siyasi tarihinde süregelen bir olgu. Oysa tekrar etmek isterim, bu ülkede yaşayan birbirinden farklı çok grup var. Demokratik bir yapıda tek mutlak doğru olarak kendi yaşam tarzını kabul etmek yerine ifade özgürlüğünü, dolayısıyla her türlü kılık kıyafet, inanç/inançsızlık haklarını bir arada savunmaktan başka bir çare yok beraberce yaşayabilmek için.
Devriminin başlangıcından beri devam eden ve örtünme zorunluluğuna karşı 2017 yılında başlatılmış olan ‘Beyaz Çarşamba Hareketi’nin de dâhil olduğu kadın ayaklanmalarının rejim için korkutucu olduğunu söyleyebilir miyiz? Cevabınız evet ise bunun İran’da din ve siyaset bağlamında etkisi ne olur?
Tabii ki birer tehdit bunlar rejim için; bunun için de şiddet ve kanla bastırma yolunu seçmiş görünüyor. Ancak bu başkaldırının kısa vadede din ve siyaset bağlamında bir değişikliğe yol açacağını düşünmek de bence öyle olmasını isteyenlerin iyimserliği. Tabii hiçbir yapının sonunun olmadığını düşünmek de tarih bilgimize aykırı. Bugünden yarına değilse de, bir otoriter rejimin kendisine karşı memnuniyetsiz ve güvensiz bir kitleyi gittikçe de artan baskı altında tutmasının tabii ki bir neticesi olacaktır.
Kadınların İran ve başka ülkelerde karşılaştığı sorunları, özellikle iktidarın kadınlara yönelik politikalarını ekonomi-politik bir düzlemde analiz etmenizi istesem bize neler söyleyebilirsiniz?
Ekonomik sorunlar ne zaman ciddi boyutlara ulaşsa, bütün siyasi iktidarların öncelikli taktiği dikkatleri başka yönlere kaydırmak oluyor. İran İstatistik Kurumu’nun açıklamasıyla hâlihazır enflasyon %42,1; bir takım tedbirlere gidilmezse seneye %50’leri geçeceği yapılan analizlerde ifade ediliyor. İran’ın ekonomisi neredeyse tümüyle devlet güdümünde ve karar alma mekanizmalarındakilerin iyileştirici farklı siyasalara geçeceğinin belirtisi görünmüyor. Siyasi iktidar ekonomi üzerindeki tahakkümünü yitirirse, siyasi erkinden de olacağını düşünüyor sanırım. Sokakta ifade edilen öfke, otoriter rejimin yalnız kadın konusunda değil, ekonomik alanda da sebep olduğu darboğazdan kaynaklanıyor kanımca.
Batıda ve İslam coğrafyasında din ve vicdan özgürlüğüne yönelik ne tür sınırlamalar göze çarpıyor? Bu tür sınırlamaların işlevi hakkında ne söyleyebilirsiniz? Din ve inanç özgürlükleri uluslararası hukuk alanında ne tür düzenleme ve mekanizmalarla güvence altına alınıyor?
Çok kapsamlı bir soru. Ama şu kadarını söyleyeyim Batı’daki hukuk sisteminin referansı ile İslami rejimi siyaseten benimseyen siyasi yapıların hukuklarının referansları farklı; ilki ladini, diğerlerininki şeri hükümlerle yapılanıyor. Bir rejimin resmi dini olması ve bunun hukukunda yer alması kendi dışındaki tüm yapıların din ve vicdan özgürlüklerinin üstünde en azından bir gölge olur. Burada olması gereken, her inanç grubunun kendi kabullerine yani ibadet yeri, ibadet biçimleri gibi hususlarda kendi nitelemelerine saygılı olması ilgili devletin. Uluslararası hukuki düzenlemeler de yargı mercileri de din ve vicdan özgürlüğü hususunda bunu sağlamak için mevcut.