2000’li yıllarla birlikte yeni bir ateizm dalgası kendini göstermeye başladı. Öncülüğünü evrimsel biyolog Richard Dawkins ve yazar Christopher Hitchens’in yaptığı bu popüler akım polemikçi bir üslûpla başta Hıristiyanlık olmak üzere kurumsal dinlere karşı sert bir entelektüel mücadeleye girişti. Marksist kültür eleştirmeni Terry Eagleton ‘Akıl, İnanç ve Devrim’ adlı çalışmasıyla bu yeni ateizmin argümanlarını ve ona kaynaklık eden liberal rasyonalist paradigmayı kapsamlı bir eleştiri süzgecinden geçiriyor. Eagleton’ın 2008 senesinde Yale Üniversitesi’nde verdiği konferans dizisine dayanan çalışma genel itibarıyla Hıristiyan teolojisi üzerinden biçimlense de çalışmanın uç verdiği yerler İslamî radikalizmden çokkültürlülüğe, tematik bir çeşitlilik gösteriyor.
Teoloji ve siyaset üzerine bir fikir jimnastiği olarak da ele alınabilecek çalışma Hitchens’in ‘Tanrı Büyük Değildir’ ve Dawkins’in ‘Tanrı Yanılgısı’ kitaplarıyla diyalojik bir ilişki içerisinde kotarılmış. Çalışmasını dört ayrı bölümde çerçeveleyen Eagleton, belki de bir ateistten beklenmeyecek ölçüde duyarlı ve insaflı bir biçimde dine yaklaşıyor ve onun “kalpsiz bir dünyanın ruhu” olduğunun bilincinde olduğunu tüm çalışması boyunca vurguluyor.
Kitap boyunca Dawkins/Hitchens ikilisinden alaycı bir biçimde Ditchkins olarak bahsettiği için biz de bu yazı boyunca yeri geldiğinde bu ifadeyi kullanacağız.
1- YERYÜZÜNÜN ALÇAKLARI
Çalışmasının ilk bölümünde Hıristiyan teolojisiyle ateizmin kuramsal temelleri arasındaki ilişkisellik serimleniyor. Eagleton, Hıristiyan öğretisince insana kendisi olma imkânı veren gücün Tanrı olduğunu söylüyor. Saf özgürlük olan Tanrı, insanı kendi sûretinden yaratarak ona özgür olabilmesinin koşullarını da bahşeder. Dolayısıyla bu özgürlük aynı zamanda insanın Tanrı’yı reddetme becerisinin zeminidir. Bu doğrultuda Tanrı’nın kendisi hem inancın hem de ateizmin kaynağıdır. Eagleton’a göre yeni ateistlerin anlamadıkları şey, liberal hürriyet öğretisinin Hıristiyanlıktaki özgür irade kavramından geldiği ve ilerlemeye duyulan liberal inançta Hıristiyanların ilâhî takdirle ilgili fikirlerinden çağrışımlar olduğudur.
Eagleton’a göre önemli olan insan varoluşunun hangi politik dönüşümlerle mümkün olacağıdır. Tanrı’nın Krallığı ve insanların felaha kavuşması için çileci bir hayat süren Hz. İsa’nın kendisi önemli bir örnek teşkil eder. Dinî otoritelere karşı çıkan, mülksüz, serseri ve dışlanmışların arkadaşı, dinî gerekçelerle bekâr ve toplumsal açıdan marjinal bir figür olan Hz. İsa, bir devrimciyle benzeşen bir yaşam biçimine sahiptir. Eagleton, Hz. İsa’nın bekârlığında somutlaşan Hıristiyan fedakârlığıyla Marksist devrimcilerin bekâr gerilla hayatları arasında bir paralellik kurmaktadır. Bunların her ikisi de herkesin eşit ve adil şekilde sahip olmasını arzuladıkları şeyler uğruna yaşamın nimetlerinden feragat etmektedirler.
Eagleton, solun Yahudi teolojisi ve Budizm’e karşı daha az karşı çıkarken Hıristiyanlıktan nefret etmesini ise Marksizm’in kökenleri itibarıyla Hıristiyanlığa tepki olarak da ortaya çıkmış olmasına bağlıyor.
İnancı doğrultusunda kendini mülksüzleştiren Hz. İsa’nın sergilediği varoluş, sadece bize sunulmuş dünyayı terk etmeye hazır olarak, gelecekte daha sahici bir varoluşa kavuşma umuduyla yaşayabileceğimizi gösterir. Böylesi bir öğreti karamsarlıktan ziyade gerçekçiliktir. Eagleton buna benzer bir koşutluğun Müslüman düşünürlerce İslam ile sosyalizm arasında da kurulduğunu vurguluyor.
Eagleton, liberalizm ile Yahudi-Hıristiyan geleneği arasındaki yakınlıkların altını çizmenin Aydınlanma mirasını kötülemek olmadığını vurguluyor. Özellikle 19. yy.’ın Protestan teolojisinin liberal mirasla şekillendirildiğini, dolayısıyla Dawkins/Hutchkins ikilisi ne düşünürse düşünsün liberalizm ve Hıristiyanlığın birbirine zıt şeyler olmadığını belirtiyor. Eagleton, solun Yahudi teolojisi ve Budizm’e karşı daha az karşı çıkarken Hıristiyanlıktan nefret etmesini ise Marksizm’in kökenleri itibarıyla Hıristiyanlığa tepki olarak da ortaya çıkmış olmasına bağlıyor.
Yeni ateizmin küstah ve bilgisizce, milyonlarca insanın yaşamlarını adadıkları akidelerin boş ve değersiz olduğunu söyleyen suçlamalarına karşı çıkmak gerektiğini belirten Eagleton, günümüzde insanların dinî inançları reddetmek için sağlam sebepleri olduğunu, ancak dini eleştiren kimselerin bu eleştirilerini sağlam tezlere dayanarak yapmalarının ahlâkî bir yükümlülük olduğunu belirtiyor. Eagleton’a göre Hıristiyanlık ideolojisi yanlış da olsa ona bağlanan insanlar saygıyı hak etmektedir. Başta Hitchens ve Dawkins olmak üzere liberal aydınlanmacıların kapitalizmin sömürüsüne ve emperyalist savaşlara sessiz kalıp, sonrasında küstahça, dini kitlelerin ahmaklığının kanıtı olarak görmeleri saygıyı hak eden bir davranış değildir.
Eagleton, dine karşı saldırılarını reel hayatın içinden değil, kendi entelektüel-akademik konfor alanlarından yapan yeni ateistlerin, inancın taahhüt ve bağlılık boyutlarını anlayamadıklarını, dinde; sosyalizm, feminizm ya da sömürgecilik karşıtlığında olduğu gibi içinde bulunulan korkunç koşullar karşısında bir fark yaratacağı düşünülen şeylere duyulan bir inanç olduğunu belirtiyor. Dolayısıyla Hıristiyanlık inancının, esas olarak üstün bir varlığın olduğunu söyleyen önermeyi kabul etme meselesinden ziyade sabrı tükenmiş, acı çeken ama bunlara rağmen dönüştürücü bir sevginin vaadine inancını korumuş insanların sevgi dolu sadakati olduğunu vurguluyor. Tarihin belki de ilk kitlesel hareketi olan Hıristiyanlıkta insanlar, liberal rasyonalistlerin anlayamadığı bir adalet, kardeşlik ve kişisel tatmin bulmaktadırlar.
2- İHANETE UĞRAMIŞ DEVRİM
Eagleton’a göre Orta çağın Hıristiyan teoloğu Thomas Aquinas’ın insanlığın ahvaline yönelik yaptığı değerlendirmeler, Dawkins’ten daha gerçekçidir. Dawkins’in insanî ilerleme konusundaki aşırı iyimserliği karşısında Hıristiyan teologları, insan kötülüğü ve sapkınlığını eksiksiz şekilde ele almış ve bu koşulların vahâmetini ortadan kaldırmak konusunda liberal hümanistler ve rasyonalistlerden daha cesur davranmışlardır. Hıristiyanlık, insanın kötülük ve sapkınlıklarının tarihsel nedenlere dayandığını ve politik eylem yoluyla ortadan kaldırılabileceğine inanmaktadır. Teoloji, insana dair zaafların kurtarıcı bir güce dönüşebileceğine yönelik inancıyla sosyalizmle aynı yerde hizalanmaktadır.
Eleştirdiği ateistlerin bazı açılardan Hıristiyan köktencilerin ters yüz edilmiş versiyonları olduklarını belirten Eagleton, bu kapsamda dinî metinlerdeki kimi olayları bilimsel ve rasyonel bir bağlamda tartışmaya çalışan Hutchins gibi yeni ateistlerin kutsal kitaptaki tarihsel olguların oldukça karmaşık ilişkisini basitleştirdiğini ve dinî metinlerle ilgilenen hermenötik gibi akademik disiplinlerden alabildiğine uzak bir analiz çerçevesi oluşturduklarını belirtiyor. Eagleton bu noktada dine karşı bu hoyrat eleştirilerin esas sorumlusunun Hıristiyanlığın kendisi olduğunu, Hıristiyanlığın kendi devrimci köklerine ihanet ederek uzun zaman önce mülksüzlerin, mazlumların ve yoksulların safından zenginlerin, zalimlerin ve muktedirlerin safına geçtiğini vurguluyor. Orijinal Hıristiyanlığın gerçek radikalizminin, kurumsallaşması ve ardından iktidara uyum sağlamasını takiben terk edildiğini söyleyen Eagleton benzer bir yozlaşmanın Marksizm’in Stalinizm’e dönüşmesiyle yaşandığını iddia ediyor.
Dawkins/Hitchens ikilisinin göz ardı ettiği şeylerden biri de Aydınlanmanın kapitalist kültürün meşrulaştırıcı ideolojisi olduğudur. Eagleton’a göre yalnızca Marksizm, Aydınlanmanın, başarıları yanında aynı zamanda modern savaş teknolojileri, sömürgecilik ve soykırım da demek olduğunu, birbirine karşıt görünen bu iki anlatının aslında suç ortaklığı içinde olduğunu gösterir. Dolayısıyla Avrupa’nın modernitenin olduğu kadar Holokost’un da yuvası olduğunu unutmamak gerekir. Marksistler insanlığın ileriye gittiğine yönelik bir inanç besliyorlarsa da bunu liberal rasyonalistlerin yaptığı gibi ilerleme düşüncesini mitleştirerek yapmazlar. Ancak postmodenizmin moderniteyi toptan şekilde mahkûm etmesine de karşı çıkarlar.
İnsanlık tarihinin belki de en kanlı dönemi olan 20. yy.’ın Ditchkins tarafından bilimsel gelişmeler ve ahlâkî evrimin el ele gittiği bir dönem olarak nitelenmesini eleştiren Eagleton, bilimsel gelişmelerin ilerlememizi sağladığı kadar bozulmamıza da neden olduğunu, Holokost’un 20. yy.’ın teknolojisiyle gerçekleştirildiğini görmek gerektiğini belirtiyor.
Yeni ateistlerin savundukları türden bir ilerleme ideolojisinin geçmişle birlikte insanlığın en kıymetli kaynaklarını tarihin çöplüğüne yollaması, Eagelton’a göre dinin küresel plandaki dirilişinin belki en önemli nedenlerinden biridir.
Eleştiri oklarını Dawkins’in kültürel aktarımın genetik yollarla kuşaktan kuşağa aktarıldığını iddia ettiği meme düşüncesine yönelten Eagleton, kültürel ve biyolojik olanı bu şekilde birleştiren Dawkins’in 19. yy. pozitivizmine uygun şekilde davranarak, ahlâkî ve bilimsel olanın çatışmasını ıskaladığını, ilerlemeciliği toptancı bir biçimde savunarak modern uygarlığın teknolojik ilerleyişinin beraberinde barbarlığı da getirdiğini görmek istemediğini vurguluyor. İnsan aklının sınırsızca gelişmesine duyulan inanç, Eagleton’a göre büyüye duyulan inanç kadar bâtıl ve akıl dışıdır.
Dinî dünya görüşünün akıl çağı ve aydınlanmayla gerilediği düşüncesinin bir mit olduğunu, erken modern çağın bilim insanlarının sıklıkla dinî ortodoksinin de savunucuları olduğunu belirtiyor Eagleton. Dolayısıyla inanç ve aydınlanmanın iddia edildiği gibi basit zıtlıklar şeklinde ele alınamayacağını, din ile bilim arasında varsayılan çatışma hâlinin bir gerçek değil, ideolojik bir kurgu olduğunu vurguluyor.
Yeni ateistlerin savundukları türden bir ilerleme ideolojisinin geçmişle birlikte insanlığın en kıymetli kaynaklarını tarihin çöplüğüne yollaması, Eagelton’a göre dinin küresel plandaki dirilişinin belki en önemli nedenlerinden biridir. Aydınlanma aklı, dinin kimi ihtiyaç ve özlemlere nasıl karşılık geldiğini anlayamamış ve inancın doğasına büyük oranda kör kalmıştır. Dolayısıyla geçmişin intikamcı bir biçimde geri dönüşü ona yönelik reddiyenin en somut sonuçlarından biri olmuştur. Dinde, “ezilen yaratığın iç çekişi” dediği şeyi görmüş olan Marx’a göre dinin reddedilmesi değil sabırlı bir biçimde çözümlenmesi gerekmektedir. Akıl, ancak rasyonel olmayan bu arzu ve bağlılıkları kabul ederek onların anarşiye kaymasını ve nihayetinde kendi varlığına karşı bir tehdit hâline gelmesini engelleyebilecektir. Dine karşı yalnızca rasyonel düzeyde kalan argümanlar başarılı olamamaktadır.
Eagleton’a göre Dawkins ve Hitchens gibi tutucu rasyonalistler dinî inancın sağladığı tek bir insanî yararı dahi gündeme getirmemekte ve tüm hayatlarını Allah, Hz. İsa ya da Buda’ya adamış milyonlarca insanın dinsel edimlerini ve bu adanmışlığın insanî yararını yok saymaktadırlar. Çeşitli dinler yüzyıllar boyunca yeryüzünün lanetlileri diyebileceğimiz kesimden insanların acılarını yatıştırmış, onlara hayatlarına devam edebilmeleri için bir neden vermiştir. Dolayısıyla onların varsaydıkları bu yararsızlık ampirik açıdan yanlış olduğu gibi a priori olarak da olasılık dışıdır.
3-İNANÇ VE AKIL
Çalışmasının bu epizodunda bilgi ile inanç arasındaki ilişkiyi inceleyen Eagleton, bu ilişkinin sanılandan daha karmaşık olduğunu vurguluyor. İnandığımız kimi şeyler rasyonel görünse de olgusal açıdan yanlış olabilir. İnsanların eski çağlarda güneşin dünyanın etrafında döndüğünü düşünmeleri tam da buna örnek gösterilebilecek bir tutumdur; insanlar güneşin dünya etrafında döndüğünü düşünüyorlardı çünkü öyle görünüyordu. Ancak Dünya’yla ilgili doğruluğu bilim insanlarınca kanıtlanmış öyle iddialar da vardır ki rasyonel aklın sınırlarını zorlar. Atom altı fizikte kuantum parçacıklarının kimi davranışları böylesi bir duruma işaret eder. Ünlü çift yarık deneyinde elektronların gözlemcinin varlığına bağlı olarak dalga ya da parçacık fonksiyonu göstermesi, dünyaya ilişkin sağduyularımızın ötesindedir.
İnancın bilgiyle tahkim edilebileceği düşüncesi Eagleton’a göre doğru değildir. Bir kişi bilgiye sahip olmayıp inanca sahip olabilir ya da tam tersi… Ayrıca bir şeyin inançla ilgili olabilmesi için insanların söyledikleri ve yaptıklarında radikal bir dönüşümü tetiklemesi gerekir. Böylesi bir dönüşüm ise bilgi birikimimize yapılacak enformatik katkının çok ötesine taşan duygusal dinamiklerle olabilecektir. İnanç, her şeyden önce sevecen bir sadakati ifade eder ve bu da insanların edimlerini belirleyen bir şeydir. Bilgi ise tek başına insanları harekete geçirtecek kudrette değildir. İnsanları ancak belirli ilke ve idealler harekete geçirir. Bu doğrultuda insanların kendi normallik kriterlerinden baktıklarında kabul edemeyecekleri anlamlara ve değerlere ilişkin nice hakikatler de söz konusudur. Dinî inancın ya da bir sanat eserinin insan üzerinde yarattığı etki tam da böylesi bir şeydir. O kavranacak bir şey değil, müzik gibi sezgisel olarak özümsenmesi gereken, dilin sınırlarının ötesinde bir şeydir.
Eagleton, köktencilerin inancı bilgiyle karıştırdığını söyleyen Slavoj Zizek’e atıf yaparak onların şüphecilerin aynadaki akisleri olduklarını hatta inançlı bile olmadıklarını iddia ediyor. Dolayısıyla dinî köktenciler, tıpkı Ditchkins gibi dinî ve bilimsel ifadeleri aynı pozitif bilgi şeması içine oturtmaktadırlar. Hıristiyanlık bilimi ya da Scientology gibi kimi dinî mezhep ve inanç biçimlerinde bilim teriminin görünür olması inancın pozitif bilgiye indirgenişinin bir işaretidir. Ditchkins da aynı kategori hatasına düşerek dinî ve bilimsel olanı aynı türden şeyler olarak görür. Böylesi bir tasnife dayanarak da dinî olanı değersiz ve içi boş ilan eder. Böylesi bir kategorizasyon hayata dair sübjektif ya da şiirsel hakikat kategorilerini ıskalamaktadır. Eagleton, kanıtların tek başına bir meseleyi çözüme kavuşturmayabileceğini, inanca ilişkin bir meselenin yalnızca somut olgulara indirgenebilecek kanıtlara dayanmasını istemenin inancın doğasına bu ölçüde yabancı kalabilmekle mümkün olduğunu vurguluyor.
Kimi zaman inançla aklın el ele verdiğini vurgulayan Eagleton, Orta çağın teologlarınca aklın kökeninin Tanrı’da görüldüğünü, kişinin ancak inanç yoluyla onu elde edebileceğini ve Aziz Anselmus’un meşhur “anlamak için inanıyorum” savıyla kastettiği şeyin kısmen bu olduğunu belirtiyor. Ayrıca günümüzde feministlerin ve sosyalist düşünceyi savunan kişilerin davalarına duydukları inanç ve bağlılık sayesinde eleştirdikleri dünyayı daha iyi kavrayabildiklerine dikkati çekiyor. Eagleton günümüzde sosyalizmin akıl dışı olarak kabul edilmesine rağmen birçok kimsenin bu ideale bağlanmaya devam ettiğini, çünkü bu politik idealin iyi bir fikir olduğunu ve acı çeken bir dünyada işlerin bundan farklı olabileceğine dair derin bir kanaatin insanların içinden söküp atılamayacağını belirtiyor. Dünyayı olduğu hâliyle kabul etmenin insan doğasına aykırı olduğunu, derinlerde bir yerde işlerin daha farklı olabileceğine dair bir kanaatin olduğunu vurguluyor. Dolayısıyla insanlar sosyalizme bir insanlık vizyonu olarak hâlâ inanmaya ve ona sevgi beslemeye devam ediyorlar.
Bilimin de diğer bilgi formları gibi inançtan yararlandığını söyleyen Eagleton, kimi filozofların inancı bilgiyi temellendiren bir kategori olarak gördüklerini, bilginin kuşku götürmez temellere sahip olmadığının yine birçok düşünürce kabul edildiğini belirtiyor. Dolayısıyla bilimsel gerçeklerden ve gündelik bilişlerden farklı olarak bilim insanları dâhil herkesin inançları vardır ve böyle olması da Eagleton’a göre yanlış değildir. Ancak bu iddia, insanların bilgi ve inançlarının bir tür kurgu olduğu anlamına gelmez; yalnızca bir noktada doğrulama ve ispat çabasının sona ermesi gerekir ki bu da bir tür inançtır. Dolayısıyla bilimin kendisi de diğer tüm bilgi kategorileri gibi inançtan yararlanır. Bunun yanı sıra bilimin de dine benzer şekilde kendi kutsalları, kendi ruhban sınıfı, kutsal metinleri, ideolojik retleri ve ritüelleri vardır.
4- KÜLTÜR VE BARBARLIK
Eagleton, çalışmasının son bölümünde elimizdeki çalışmanın içerdiği teolojik tartışmanın nedenlerini izah ederken Ditchkins’in dine saplantı derecesindeki düşmanlığının 11 Eylül saldırıları sonucu ortaya çıkmadığını, meselenin 11 Eylül saldırıları ve radikal İslam’la sınırlandırılamayacak ölçüde karmaşık olduğunu belirtiyor.
Tam da büyük anlatıların terk edildiği bir tarihsel momentte ortaya çıkan radikal İslam’ın yalnızca Batı’nın ideolojik yönden bocalamasıyla izah edilemeyeceğini, meselenin daha somut ve politik temelleri olduğunu; radikal İslam’ın kapitalizme ve özellikle de Batı’nın dünyaya tahakkümüne karşı bir tepki olarak ortaya çıktığını vurguluyor. Sovyetlerin çöküşü sonrası kapitalizmin zaferini ve ideolojilerin ortadan kalkışını tarihin sonu mottosuyla duyuran Batı, hegemonyasını gayet küstah bir biçimde kurmaya kalkıştığında başka bir büyük anlatıyı; radikal İslamcılığı tetiklemiş ve tarihin sona erdiği tezini kendi elleriyle zayıflatmıştır.
Eagleton, Hıristiyanlığın devrimci köklerine ışık tutarken geleneksel Hıristiyanlığın bu devrime ihanet edişine şiddetli bir eleştiri getiriyor ve aslında Tanrı kavramının ne’liğinden ziyade dinin toplumdaki rolüne odaklanıyor.
Dinî köktenciliğin koşullarının hazırlanmasında etkisi olan ‘inanç şişkinliği’ adını verdiği bir durumdan bahseden Eagleton, aklın aşırı tahakkümcü ve rasyonel hâle geldiğinde makûl denebilecek inanç biçimlerinin doğup gelişmesini mümkün kılmayacak bir zemin meydana getirdiğini, bunun sonucu olarak inancın teologların inancılık adını verdikleri bir irrasyonalizm türüne dönüşüp akla tamamen sırt çevirdiğini belirtiyor. Yazarımıza göre bu aşamadan sora dinî fanatizme geçiş zor olmayacaktır. Dolayısıyla Ditchkins’in savunduğu türden rasyonalizm ile inancılık birbirlerinin aynadaki yansımalarıdır. Aklın değerlerle sorunu olduğunda inancın da genelde olgularla sorunu olduğunu vurgulayan Eagleton’a göre akıl ile inanç arasındaki bu çatışkı ancak akıl kendini, kendi dışında başka bir şeyde, bir tür sevgi dolu sadakat zemininde yeniden temellendirirse ortadan kalkacaktır. Aksi takdirde inanç ve akıl birbirinden koparak yukarıda vurgulanan rasyonalizm-inancılık düalitesine düşülecektir.
Çalışmasında Batı’daki Müslüman göçmenler bağlamında çokkültürlülük tartışmalarına da giren Eagleton, kültürel entegrasyona karşı olduğunu; çünkü entegrasyon düşüncesinin kültürlerin dönüşebilme potansiyelini göz ardı ederek, çoğulcu bir kültürel yapıya imkân vermediğini vurguluyor. Çokkültürlülüğün ise ancak göçmenlerin kendi kültürlerini de dâhil edebilecekleri eşitlikçi ve demokratik bir kültürel kaynaşma potasıyla işlerliğe sokulabileceğini düşünüyor.
Sonuç olarak ‘Akıl, İnanç ve Devrim’ çalışmasıyla Eagleton, 11 Eylül sonrasının politik-kültürel atmosferiyle de ivmelenen yeni ateizm tartışmalarına odaklanıyor ve Orta Doğu’nun yakın tarihinden 11 Eylül saldırılarına, Thomas Aquinas’tan çokkültürlülüğe uzanan anlatısında ezber bozucu bir biçimde din ve siyasete ilişkin düşüncelerini dile getiriyor. Eagleton, Hıristiyanlığın devrimci köklerine ışık tutarken geleneksel Hıristiyanlığın bu devrime ihanet edişine şiddetli bir eleştiri getiriyor. Eagleton aslında Tanrı kavramının ne’liğinden ziyade dinin toplumdaki rolüne odaklanıyor.
Çalışmanın hedefinin ve başlıca referans noktalarının Richard Dawkins’in ‘Tanrı Yanılgısı’ ve Christopher Hitchens’ın ‘Tanrı Büyük Değildir’ adlı iki popüler ve geniş çapta tartışılan kitabı olduğunu tekrar belirtmekte yarar var. Özellikle Dawkins’in çalışmasının Hıristiyanlığın Tanrı’sı hakkında bir kategori hatası yaptığını belirtiyor. Hristiyanlığın hiçbir zaman ilk etapta herhangi bir şeyin açıklaması olarak tasarlanmadığını söyleyen Eagleton’a göre Yaratıcı Tanrı, dünyayı işlevsel bir amaç olmadan, sadece insanlar için yaratan bir sanatçı ve estettir. Eagleton, iddia edildiği gibi yaratıcı olarak Tanrı düşüncesinin Yeni Ahit’te olmadığını ve kozmik hakikatin dinden ziyade şair ve filozoflarca dile getirildiğini belirterek bilim ve dini birbirine yaklaştıran şeyin dünyayı açıklama tarzları değil; yaratıcı hayal gücü olduğunu vurguluyor. Hitchens’in ise bilimsel ilerlemenin dine olan inancı ortadan kaldırdığına ilişkin pozitivist argümanını eleştiriyor.
Eagleton, Ditchkins’in argümanlarındaki iki ana zayıflığı ise şu şekilde vurguluyor: İlk olarak Ditchkins, dine sadece kusurlu bir bilimsel açıklama ya da sahte bir bilimmiş gibi davranarak, dinin gerçekte ne olduğu konusundaki cehaletini göstermektedir. İkinci olarak Ditchkins, bir alternatif olarak Aydınlanma düşüncesinin aşırı rasyonalist bir versiyonunu öne sürerek, içerdiği ilerleme nosyonunun muazzam çelişkilerini görmezden gelmekte veya bunlardan kaçınmaktadır: Eagleton’a göre Hiroşima, Aydınlanmanın penisilin kadar meşru bir ürünüdür!
Salt ilerlemeci bir bakışla tüm bir modernite hikâyesini bilim ile din arasındaki uzlaşmaz düalitede gören Dawkins-Hitchens ikilisi yalnızca aydınlanma ve modernitenin karanlık yüzünü görmezden gelmekle kalmıyor; dinler tarihi ve hermenötik gibi disiplinlerden de uzak şekilde argümanlarını inşa ediyorlar. Çalışması boyunca yeni ateizmin filizlendiği zeminin çatlaklarına dikkat çeken Eagleton, küresel kapitalizmin tahakkümü altında acı çeken bir dünyada dinin Karl Marx’ın ifadesiyle “kalpsiz bir dünyanın ruhu” ve “acı çeken yaratığın iç çekişi” olduğunu belirterek dinin insanlık için gördüğü sağaltıcı işlevi vurguluyor.