[vc_row][vc_column][vc_column_text]Önce bize biraz kendinizden söz eder misiniz, Esra Karaduman kimdir?
Ben İstanbul Balat’ta doğdum. İstanbul’da büyüdüm; ben buna sanat âşığı Fatih’in kucağında doğmak diyorum. Kendimde çizim yapmaya dair yönümü ise lise eğitimim sırasında keşfettim. Sonrasında Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde lisans ve yüksek lisans eğitimi aldım. Okul bittikten sonra, bilindiği gibi toplumsal bir beklenti var; herkes senden para kazanmanı bekliyor, sen de kendinden bunu bekliyorsun, aslında hayata atılmak gibi bir amacın varmış gibi düşünüyorsun. Ben de aynı kaygıyla iş hayatına atıldım. Normal, maaşlı bir işe girdim, tasarımcı olarak çalışmaya başladım. Fakat beş sene sonra artık böyle bir şeyin bana çok da uygun olmadığını anlayınca, sanki süper güçlerimi kaybediyormuşum gibi bir hisse kapılınca tamamen dümeni sanat tarafına doğru kırmaya karar verdim. 2003 yılında aldım bu kararı. O gün bugündür de sanatla uğraşıyorum.
Resme ilginiz nasıl başladı? Neden Geleneksel Türk El Sanatları ve minyatürü tercih ettiniz?
Önce hemen küçük bir parantez açmam gerekiyor; bugün ‘Geleneksel Türk Sanatları’ adı verilen bölüm, eskiden ‘Geleneksel El Sanatlarıydı. O tabir daha sonra üniversitelerden kaldırıldı ve bugün artık Geleneksel Türk Sanatları olarak geçerli. İlgim nasıl başladı? Açıkçası ben bunu hiç bilmiyorum. Ben kitaplarla arası çok iyi olan bir çocuktum. Bizim ev, çok kitap olan, çok kitap okunulan bir yerdi. Ben hep yazıyla ilgili bir şey yapacağımı, hatta edebiyat fakültesine gideceğimi düşünüyordum. Kitap okumanın çok sevdiğim bir tarafı vardı. Zihnimde sürekli görüntü oluşturuyor ve bu çok cazip bir şey. Hayâl kuruyorum ve orada bütün okuduğum karakterler ve bütün hikâye örgüsü canlanıyor.
Ne zaman bunları çizmeye başladım bilmiyorum, ama şimdi havalı söylemiyle ‘sketchbook’ denilen bir eskiz defterim vardı. Lisedeki resim öğretmenim bir gün benim bu defterimi gördü ve bana tek bir soru sordu; “çizdiğin bu şeyleri hayâlden mi çiziyorsun, yoksa bir yere mi bakıyorsun” dedi. “Yok, kafamdan çiziyorum” dedim. “Güzel sanatlara gitmeyi düşünür müsün” diye sordu. “Orası neresi” dedim. Güzel sanatların varlığından hiç haberim yok. Ailemde de gitmiş birisi yok ki bana bahsetsin. Öğrendikten sonra çok şaşırdım; resim yapılan bir okul ve tabii bu bana çok cazip geldi; okuduğum şeyleri çizmek meselesi bana çok daha cazip geldi ve böyle karar verdim. Hocamın da yönlendirmesi ve beni hazırlamasıyla birlikte güzel sanatlar sınavına girdim.
Tercihlerim arasında yer verdiysem de aslında Geleneksel Türk Sanatlarını hiç tanımıyordum, bilmiyordum. Her bölüm bir çizgi stili ister aslında; grafik başka bir çizgi stili ister, heykel başka… Hocamın yönlendirmesiyle Geleneksel Türk Sanatlarını anlatan bir, iki kitabı inceledim ve çok hoşuma gitti. ‘Neden olmasın’ dedim. Sonrasında seramik ve Geleneksel Türk Sanatlarını kazandım. Ya seramiğe ya da Geleneksel Türk Sanatlarına kaydolacaktım. Tamamen içgüdüsel olarak Geleneksel Türk Sanatlarını seçtim. 18 yaşında çok da bilgim yoktu; 1994 senesinde internet yok, bu işler bu kadar popüler de değil. Biraz da içgüdüsel olarak seçtim. İyi ki de seçmişim dedim sonra, hiç pişman olmadım niye seramiğe gitmedim diye. Bu şekilde girdim Geleneksel Türk Sanatlarına.
Minyatür geleneksel olarak nedir? Neyi anlatır? Nasıl bir dünya kurar ve bu dünyayı hangi bileşenlerle meydana getirir? Minyatür sanatı geçmişle bugün arasında, konum, yapı ve işlevi bakımından ne şekilde farklılaşmıştır? Esra Karaduman bize muhayyilesindeki minyatürü anlatabilir mi?
[quotes quotes_style=”bpull” quotes_pos=”left”]Ben daha çok hayâl kurarak bir şeyler çizdiğim için, ‘gözlerim açıkken gördüğüm rüyâya’ minyatür diyorum.[/quotes]
Minyatür öncelikle bir kitap sanatı. Bunu şöyle düşünebiliriz; fotoğraf makinesinin olmadığı bir zamanda bize o dönemi anlatan belgesel niteliğindeki resimlerdir. Bunu basitleştirilmiş hâliyle ifade etmek gerekirse; sarayda nakkaşhâneler var ve orada da çalışan sanatçılar var. Padişah savaşa giderken ya da herhangi bir şenlik, eğlence gibi bir organizasyon olduğunda nakkaşlarını da orada bulunduruyor, o sahnelerin resmedilmesini istiyor. Biz günümüzde, sarayda nasıl giyiniliyordu, nasıl hareket ediliyordu, bazı törenler nasıl yapılıyordu ya da örneğin şehirler nasıldı, ne tür ağaçlar vardı, bahçeler, binalar nasıldı gibi birçok detayı minyatürler sayesinde biliyoruz. Minyatüre resimli kitap da diyebiliriz. Perspektifsiz bir resimdir; minyatürle ilgili söyleyeceğim en önemli şeylerden birisi, Batı resmindeki gibi bir ışık, gölge ve perspektif anlayışının olmaması. Bu tamamen üslûplaştırmadan kaynaklanıyor.
Minyatürde perspektifin olmaması aslında Doğu sanatında, daha doğrusu İslam sanatlarındaki bir kuraldan kaynaklanıyor; bu sebeple, hiçbir şey fotoğraftaki gibi birebir göründüğü hâliyle çizilmiyor. Yaradan her şeyi en mükemmel hâliyle yarattığı için o şekilde çiziyor olmak ona eş koşmak sayılacağından üslûplaştırmak denilen şey gelişmiş; yani bir şeyin ana karakterini alıp, gereksiz detaylarından onu arındırarak çizmek denilen bir stil gelişmiş. İşte minyatür böyle bir sanat. Geçmişle bugün arasındaki meselesi de tamamen bunun üzerine kurulu. Minyatür, bugün bize o dönemi anlatan belgelerdir. Bunun yanında dekoratif diyebileceğimiz bir tarafı da var. Ama minyatürü ben genelde resimli kitap olarak tanımlıyorum. Benim tanımlamam biraz farklı olsa da literatüre girecek bir tanımlama değil. Ben daha çok hayâl kurarak bir şeyler çizdiğim için, ‘gözlerim açıkken gördüğüm rüyâya’ minyatür diyorum. Ama bunun böyle literatüre girecek bir anlamı yok. Bu tamamen benimle ilgili bir anlam.
Çalışmalarınızda, yeni bir anlatım dili kendini gösteriyor; minyatür gibi geleneksel bir sanatı gerçeküstü, düşsel ve kimi zamanda kişisel tema ve motiflerle dönüşüme uğratıyorsunuz. Kendinizi özgür şekilde ifade etmek için Geleneksel Türk Sanatlarının çerçevesini kırmak zorunlu muydu? Minyatürü farklı üslûp ve temalarla yeniden üretmeden kendinizi ifade etme olanakları yok muydu?
Minyatür, geçmişe dair bir tanımlama süreci. Ben, o dönemi bilmiyorum, yani 15. yy’da, 16. yy’da ne olduğunu, nasıl yaşandığını, nasıl giyinildiğini bilmiyorum. Dolayısıyla benim orada içselleştirebileceğim bir hikâyem yok. Benim o döneme dair çizeceğim her şey, bugüne kadar çizilmiş mevcut belgelerle ve çizilmiş şeylerle olacak. Bu da benim kendi kimliğimi oluşturabilmem açısından sürekli bir kısır döngü aslında.
Ben olayı şöyle düşünmeye başladım; evet, minyatürlerde kapalı bir anlatım yoktur, her şey açıktır; yani biz hikâyeyi okuruz ve yan tarafında resmini görürüz. Simgesel bir anlatım yoktur, metaforlar yoktur, sürreel bir anlatım yoktur. Elbette ki birtakım figürlerin başlarındaki hâreler, alevler gibi ufak tefek simgeler yok mu? Var tabii ki ama çok kapalı, sürreel anlamlar yoktur minyatürde.
Ben günümüz açısından şöyle düşünüyorum; bellek şu şekilde çalışıyor, bir olayı yaşıyoruz. Olay bittikten sonra olayın bize ne hissettirdiğiyle kalıyoruz genelde. Ve bunu farklı ruh hâllerinde yeniden kurgulayabiliyoruz. Hatta farklı yaşlarda; 10 yaşında yaşadığınız bir anıyı 20 yaşındaki zihninizle farklı şekilde, 30 yaşındaki zihninizle farklı şekilde anlatabilirsiniz. Ben de düşündüm ki kitaplardan okuduklarımı birebir çizmek yerine; bir kitabı bitirdiğinde de meselâ konuyu anlatmaktan ziyâde sendeki hisle kalırsın ya da bir filmi izlediğinde de aslında öncelikle hissinle baş başa kalırsın. Ben bu hisleri anlatmayı tercih ederek yola çıktım. Bu da işin içerisine biraz metaforları ve farklı anlamları soktu. Çerçeveyi kırmak için bence zorunluydu; çünkü minyatürün modernleşmesi gibi bir eğilim, çağdaş minyatür denilen bir kavram var son senelerde.
Peki bu nasıl yapılmalıydı? Öncelikle, çerçeveleme stillerini, sergileme biçimlerini değiştirmek gibi şeyler çok denendi. Neticede bunu ne kadar değiştirirsen değiştir, anlatılan şey aynı kaldığı sürece, aslında sadece bir algı değiştiriyorsun. Ben de bütün anlatımın değişmesi gerektiğini düşündüm ve bütün hikâyeyi değiştirdim. Kendi dilimi oluşturmak için o çerçeveyi kırmak zorunlu bir şeydi. Dediğim gibi ben bunun üzerinden hareket ediyorum.
Aslında teknik olarak kullandığımız şeyler çok belirli ve teknik şeyleri gene sabit tutuyoruz. Çünkü bir kere minyatürü minyatür yapan şeyler var; perspektifsizlik ve bizim teknik olarak, yani zanaat kısmında kullandığımız şeyler. Ben onları sabit bırakıyorum. Bir parça köklerimiz meselesini de sabit bırakıyorum. Çünkü aslında bizim Doğu sanatında köklerimiz dediğimiz şey aynı zamanda bizim güvende hissetmemizi sağlayan şeyler. Onun üzerine sadece kendimize ait yeni bir anlatım dili koyduğumuzu söyleyebilirim aslında yeni bir çerçeve oluşturmak için.
Geleneksel Türk Sanatları, özellikle de minyatür üzerinde Batı resminin etkisi nedir? Sizin minyatür sanatına getirdiğiniz yeni yaklaşımda Batı resim sanatı ne ölçüde belirleyici oldu?
Aslında ışık gerçekten Doğu’dan yükseliyor. Batı resmine baktığımız zaman ortada Rönesans gibi müthiş bir dönem var, yapılmış harika resimler var. Gördüğümüzde çok etkilendiğimiz bir şey var Batı resminde. Kökenine baktığımızda, bizim etkilendiğimiz Batı resmindeki o bütün büyük sanatçılar Doğu’dan ilham almışlar, oradan çok etkilenmişler. Ben öğrencilerime de Batı resmiyle mutlaka ilgilenmeleri gerektiğini söylüyorum. Aslında bu, Batı’ya olan hayranlıktan değil de Batı resmini çok fazla incelemeye başladıkça Doğu’ya olan hayranlığımdan kaynaklı. Doğu’da nasıl sade, nasıl rafine ve varılması zor bir zihne varmışlar aslında onu anlamak açısından Batı resmi ile ilişkilendiriyorum.
Son senelerde, Batı resminin minyatür üzerinde şöyle bir etkisi var; meselâ, figürler daha perspektife yakın, artık bildiğimiz gerçekçi figürler kullanılıyor. Böyle bir etkisi var. Daha resim gibi, hatta minyatür mü illüstrasyon mu diye karar veremediğimiz çizimler var. Bu tür bir etkisi var diyebilirim. Hatta bazen, fotoğraf ve Batı resmiyle bir arada kullanıldığı da oluyor minyatürün. Bu tür etkileri var diyebilirim. Benim işlerimde, özellikle portrelerde böyle bir gerçekçilik var. Özellikle son sergimde gözlerle anlattığım bir duygu serisi var; gözler tamamen fotografik çizilmiş, ama etrafındaki anlatım dili ve karşıdan bakıldığında yine bir perspektifsizlik durumu var. Minyatürle resim arasındaki ince terazi dengede tutulduğu sürece, yeni bir şey yapabilmek adına, Batı resminin etkisine çok da karşı değilim açıkçası.
Kendinizi Doğulu bir nakkaş mı yoksa Batılı bir ressam olarak mı görüyorsunuz? Bu kapsamda kendinizi nasıl tanımladığınızı söyleyebilir misiniz?
Bu cevaplaması gerçekten çok zor bir şey. Çünkü benim kendime sanatçı demem bile yıllarımı aldı. Bir gün kartvizitime ne yazacağımı düşündüm. Bu işin okulunu okumuşum; ‘ben sanatçı yazmayayım da kim yazsın’ gibi aslında arkadaşlarla gülüşerek söylediğimiz şeyler oldu ama çok zor bunu tanımlamak. Çok zor bu tanımlamalara girmek; belki bu sorunu, ‘Doğu’ya mı yakınsın, Batı’ya mı’ diye formüle etmek daha doğru olur gibi geliyor. Benim genel olarak tavrımı ve çizim tarzımı Batı’ya daha yakın görürler ama aslında ben köklerine ve klasik şeylere bağlı birisiyimdir. Sadece onların farklı yansıtılmasına yani bana özgün bir dil olmasına inanıyorum. Batılı bir ressam olmaktansa, Doğulu bir nakkaş olmayı tercih ederim. Doğu’ya hayran birisi olarak, Doğulu olmayı tercih ederim.
[quotes quotes_style=”bpull” quotes_pos=”left”]Hatırlama ve bellek konularını çok kıymetli buluyorum. Hatırlama gerçekten yeniden bir tanımlama süreci aslında ve bu çağdaş minyatüre o kadar uyuyor ki. Hatırlamak denilen şey bir yeniden tanımlama süreci ise eğer, niye o zaman ben bilmediğim bir çağda dolaşıyorum. Kendi kişisel tarihimi oluşturabilirim o zaman diye düşündüm.[/quotes]
Sanat serüveninizde gelenek ile olan ilişkinizin ne şekilde/ölçüde değiştiğini merak ediyoruz. Geleneği yeniden üretmek, geçmiş, hatırlama ve bellek üzerine tefekkür etmekle de ilgili bir süreç. Gelenek ve geçmiş sizin için ne ifade ediyor, onları nasıl kavrıyorsunuz?
Öncelikle ben yeni bir şey inşa edebilmek için mutlaka geleneğin çok iyi bilinmesi gerektiğini düşünüyorum. Bunu öğrencilerime de söylüyorum; temelimizin ve alt yapımızın çok sağlam olması gerekiyor ki üzerine yeni bir şey koyabilesiniz. Ben bu anlamda çok uzun yıllar klasik eğitim almış birisiyim. Sonrasında ise kendi sanatçı kimliğimi oluştururken bu değişti, değişmek ihtiyacı hissetti. Ben bugün, kendi kâğıtlarımı yapmak gibi geleneksel ve saray nakkaşhânesinde kullanılan bazı teknikleri, bugün bizim zanaat olarak algıladığımız bazı teknikleri hâlâ sabit tutuyorum.
Çünkü onlar o kadar kıymetli ve özel teknikler ki hâlâ onun üzerine çıkabilmiş değerli bir şey olduğunu düşünmediğim için bu teknikleri uygularken klasik kalıyorum. Dediğim gibi biraz resimsel bir şeyler çiziyor olsam da o perspektifsizlik anlayışını sabit tutmaya çalışıyorum. Aslında köklerdeki birtakım şeyleri korumaya çalışıyorum diyebiliriz.
Hatırlama ve bellek konularını çok kıymetli buluyorum. Son sergimi de bellek meselesi üzerine kurguladım. Hatırlama gerçekten yeniden bir tanımlama süreci aslında ve bu çağdaş minyatüre o kadar uyuyor ki. Hatırlamak denilen şey bir yeniden tanımlama süreci ise eğer, niye o zaman ben bilmediğim bir çağda dolaşıyorum. Kendi kişisel tarihimi oluşturabilirim o zaman diye düşündüm. Çünkü benim hatırladığım şeyler, benim yaşadığım dünya üzerindeki kendi tarihimle ilişkili ve o kadar yıldır var olan şeyler aslında. Bellek mevzusunu bilmediğim bir zaman üzerinden değil de bu şekilde, kendi kişisel tarihim üzerinden kurgulamaya çalıştım. Evet, gerçekten de benim dönüşümüm burada yatıyor.
Klasik minyatür, bizim geçmiş belleğimiz aslında. Bugün benim kurguladığım şeyse, bir tık daha güncel bellek olarak algılanabilir. Geçmişteki yapılmış klasik şeylere bakacaksak; onları zaten çok kıymetli buluyorum. Onları belge niteliğinde inceliyorum, anlamam ve öğrenmem için bana son derece yardımcı oluyor. Ama kendi kişisel tarihim içerisinde gezerken, bu aslında meditasyon gibi; bir şeyi hatırlamaya çalışırken ya da yeni bir tasarım kurgularken, zihninde bir ışık yanıyor ve senin hiç hayâl etmediğin bir olay, oradan hayâlet gibi geliyor aslında, muhayyilende beliriveriyor ve sen birden neyi nasıl hatırladığını idrak ediyorsun. Hatta ben şöyle düşünüyorum; bir sonraki sergide ve sonra gerçekleştireceğim sergilerin hepsinde konuları değiştiriyor olsam da aslında benim sürekli yapacağım şey herhâlde bellek mevzusu üzerinde oynamak olacaktır diye düşünüyorum.
Kubbealtı Akademi’de geleneksel minyatür ve tezhip alanlarında öğrenci yetiştirmeye devam ediyorsunuz. Minyatür sanatına getirdiğiniz yeni soluk, yankısını verdiğiniz eğitim sürecinde ne şekilde buldu? Orada verdiğiniz eğitimin niteliği ve kapsamı kendi sanatsal dönüşümünüzle eşzamanlı bir değişime uğradı mı?
Kubbealtı Akademisi, pek çok kişinin bildiği, Geleneksel Türk Sanatlarını yaşatmak üzere çok kıymetli hocalar tarafından kurulmuş ve hâlâ günümüzde varlığını sürdüren bir vakıf. Pandemi süreci ile birlikte bir yıldır biz de derslerimize ara verdik. Çünkü bizim işimiz usta-çırak ilişkisi ile ilerliyor, fiziksel olarak bir arada olmamızı gerektiren bir süreç. Dolayısıyla online bir eğitim mümkün olmuyor. Bu arada, ufacık bir düzeltme yapacağım; biz Kubbealtı’nda bilindik anlamda minyatür dersi vermiyoruz. Sadece tezhip eğitimi ile ilerliyoruz. Minyatüre dair sadece şukûfeler, yani tezhibin içerisine katabildiğimiz bazı bezemeleri gösteriyoruz öğrencilere ama figüratif bir anlatım Kubbealtı’nda yok. Bunun nedeni, Kubbealtı’nın tamamen klasik eğitimle harmanlanmış bir vakıf olması. Onlar çağdaş bir bakış açısı istemiyorlar diyebiliriz.
Kubbealtı Akademi’de eğitim 4 yıl sürüyor ve orada, fakültede 4 yıl süren klasik eğitimin aynısı veriliyor. Aslında bu öğrenciler için çok büyük bir avantaj; 4 yılın sonunda sertifika alıyorlar ve dediğim gibi bizim Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ndeki öğrencilerin aldığı eğitimin birebir, çizim olarak aynısını alıyorlar orada. Orası dediğim gibi yeni yaklaşımlara çok açık değil, ama benim varlığım sanırım bir parça etkiliyor. Çünkü öğrenciler ister istemez özelden, sosyal medyadan benim yaptığım minyatürleri görüyorlar ve eserlerim onlara çok daha özgür ve yenilikçi geldiği için minyatüre başlamak isteyenler ve benden özel ders almak isteyenler oluyor. Bununla çok uzun senelerdir karşılaşıyorum ve çalıştığım öğrenciler de oldu bu anlamda.
Fakat şunu her zaman söylüyorum; minyatür yapmak için klasik bir tezhip eğitimini biz öncelikli olarak gerekli görüyoruz. Eğer imkânınız varsa şartı budur deriz. Önce klasik tezhip öğrenin, ondan sonra minyatüre geçin, mutlaka çok daha sağlam bir kurgu olacaktır. Bu anlamda vakfın eğitimi inanılmaz kıymetli. Bir hoca olarak bakış açım biraz daha özgürlükçü; yeni bir şey denenmesi ve yapılması taraftarıyım. Ama buradaki şartım klasiği çok iyi bilmekten geçiyor. Dolayısıyla oradaki temel eğitim meselesini tamamen klasik ve sağlam tutuyoruz. 4 sene bittikten sonra öğrendiklerinin üzerine yeni bir şey eklemek ve yapmak istiyorsa ona bakış açımız her zaman açık.
Osmanlı-Türk minyatürlerinin ayırt edici özelliklerinden biri gerçekçi üslûpla ele alınmış olmaları; Esra Karaduman ise gerçekçi üslûbun hayli dışında, gerçeküstü tema ve motiflerin yoğun olduğu, kimi zaman düşleri, masalları ve mitolojiyi çağrıştıran imgelerle örülmüş eserleriyle geleneksel minyatürün konularından ayrılıyor. Sanatınızdaki geleneksel olandan bu farklılaşmayı geleneğin dönüşümü veya yeniden üretilmesi şeklinde ele alabilir miyiz?
Doğru, alabiliriz aslında. İşte baştan beri söylediğimiz, bu hikâyelerin birebir olma meselesi var. Ben, figür olarak son senelerde kendimi kullanıyorum, kendimi çiziyorum. Bu ilk oto portremi çizmemle başladı. Sonra kullandığım figürlerde öncelikli olarak başka modeller resmetmiş olmama rağmen, sonra tamamen kendimi resmetmeye döndüm. Neden diye soracak olursanız, yine dönüp dolaşıp his meselesine geliyoruz. Bir olayın ya da bir duygunun benim bedenimde, yüzümde, duygu dünyamda yarattığı etkiyi biliyorum.
Dolayısıyla ben hep bildiğim yerden anlatmayı tercih ediyorum. Bu, işte dediğim gibi kendime bir kişisel tarih oluşturmak ve aslında belki de kendi çizim serüvenim içerisinde bir iz bırakmak isteğimden de kaynaklı olabilir.
Ben açık anlamlardansa insanların baktıkları zaman kendilerine dair bir şey bulabilecekleri anlatımları daha çok seviyorum. Yani ben bir minyatür yaptım, ben bunu bir duyguyla yaptım ama bir başkası ona baktığında başka bir şey hissediyor. Bunu açıkçası daha gizemli, daha kıymetli buluyorum. O yüzden evet, buna geleneğin dönüşümü ya da yeni bir formda üretilmesi diyebiliriz.
Klasik minyatür, kitap ve elyazmalarında anlatılan şeyleri görselleştirme amacı güdüyor; yani yazıyla doğrudan bir ilişkisi var, işlevi bu yönde. Esra Karaduman’ın sanatı için yazı, daha doğrusu edebiyat ne ölçüde ilham verici oluyor? Klasik minyatürün yazıyla kurduğu işlevsel ilişki Esra Karaduman’ın sanatında nasıl bir dönüşüm yaşadı? Bu kapsamda edebi esin kaynaklarınızı öğrenebilir miyiz?
[quotes quotes_style=”bpull” quotes_pos=”center”]Neden bir Batı eseri, Batı bakış açısı Doğu dilinde anlatılmasın ki diye düşünerek yola çıktım.[/quotes]
Minyatür önce, edebi yazmalar, tıp kitapları ve ilk fabl örnekleri gibi Doğu’dan çıkma, kıssadan hisse tarzında, ahlaki öğütler veren hikâyelerin olduğu ya da mitolojik hikâyelerin olduğu, âşk hikâyelerinin anlatıldığı kitapları ve yazmaları resimlendirmekle başlamış. Bu kapsamda yazının çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Benim gibi üniversiteye girene kadar minyatürü tanımamış birisi için minyatürün bu yazı ile olan ilişkisi, yani orada bir hikâyenin anlatılıyor olma meselesi inanılmaz çekiciydi. Zaten çocukken kitaplarla aram çok iyiydi ve o canlandırma meselesi zaten benim çok hoşuma gidiyordu. İlerleyen senelerde de şöyle düşündüm; bunları birbirinden ayırmam gerçekten mümkün değil. Ben bir yazar değilim, öyle bir yeteneğim yok, ama çizebiliyorsam eğer, o zaman yazılanlardan da ilhamla beslenebileceğimi düşündüm.
İlk başlarda, öğrenciliğimde ve sonraki acemilik yıllarımda, birebir mitolojik hikâyeleri resimlemekle başladım. Bir hikâye anlatılıyor mitolojide, ben o hikâyede ne varsa onu görerek çizmeye çalıştım. Meselâ ‘İpin Ucunda Hayaller’ isimli son sergimde, Marcel Proust’un ‘Kayıp Zamanın İzinde’ serisinden yola çıktım. Çünkü orada belleğin kurgulayıcı rolü üzerine anlatılan bir şey var. Sergimin tematik kurgusunu oradan yola çıkarak gerçekleştirdim. Tabii seriyi okuyanlar, ‘ne alaka, yedi cildi birden mi anlattın?’ gibi bir şey sorabilirler. Değil tabii, çünkü burada birebir anlatım yok. Proust’un benim edebiyattaki ilahım olduğunu söyleyebilirim. Neden derseniz, Proust, iki insanın karşılaşmasını, meselâ ‘Emre ile Esra yolda, öğleden sonra karşılaştılar’ gibi bir cümleyi bir paragraf anlatır. Bütün yazıları betimlemelerle doludur. Bunu duygu yönünden anlatır, tasvir yönünden anlatır. Bana bütün o detaylı anlatımları, sanki minyatürün taşıdığı detaylarmış gibi geldiği için aslında okuduğumda çok etkilenmiştim. Dolayısıyla bellek mevzusu da girince işin içerisine, son 2-3 sene içerisinde en çok Proust etkili çalıştığımı söyleyebilirim.
Bir de şöyle bir bakış açısından bakmak istedim; Doğu’da hep Doğu’ya dair hikâyeler anlatılıyor, işte ‘Binbir Gece Masalları’, ‘Dede Korkut Hikâyeleri’ gibi çok kıymetli hikâyelerimiz var. Neden bir Batı eseri, Batı bakış açısı, Doğu dilinde anlatılmasın ki diye düşünerek yola çıktım. Madem işin içerisine metaforlar da girecek, o zaman dediğim gibi belki bir karşılaşma sahnesinin tasviri de minyatürize edilebilir diyerek yola çıktım. Bu anlamda da kitaplarla sanırım hiçbir zaman ilişkim bitmeyeceği için herhâlde ileride böyle tanınacağım diye düşünüyorum. Çünkü bana hep edebiyatla olan ilişkim soruluyor. Ben, bir şeyi çizmeden önce eskiden çok fazla sanat kitaplarına bakardım, eser incelerdim; şimdi okumaya ağırlık verdim ve sanırım okuduğum şeylerden de çok etkileniyorum. O yüzden sanırım bu yazma ve çizme meselesi benim için çok iç içe geçmiş ve hiçbir zaman birbirinden ayrılmayacak diye düşünüyorum.
Bir görsel imajlar çağında yaşıyoruz ve aktüel hayatımızın sanal ya da fiziksel farklı birçok mecrasında sürekli imajlara maruz kalıyoruz. Elbette bu imajlar çoğunlukla ticari olarak üretilmiş manipülatif göstergeler. Sanırım, 17. yy’da Batılı bir ressam ya da Doğulu bir nakkaş için beslenebileceği/maruz kaldığı imajlar çok daha kısıtlı ancak niteliksel olarak çok daha yüksekti. Bu durum, yani günümüzün bu imaj bombardımanı bugünün görsel sanatçısının imgelemi üzerinde nasıl bir etki gösteriyor?
[quotes quotes_style=”bpull” quotes_pos=”left”]Günümüz sanatçısı için en önemli problemin hız meselesi olduğunu düşünüyorum. Hızlı düşünmen, hızlı üretmen gerekiyor gibi bir anlayış var. Sanat camiasında da işler artık böyle ilerliyor ve öğrenciler de bu anlayışa sahip.[/quotes]
Sanatçıyı yeterince özgür kılmadığını düşünüyorum. Bahsettiğin o bombardıman seni pek çok şeye maruz bırakıyor ve aslında özgürlüğünü kısıtlıyor. Sanki elinin altında çok fazla materyal varmış ve çok daha fazla şey yapabilirmişsin gibi görünse de aslında bence bu bombardıman bir kere özgürlüğü kısıtlıyor. Senin izole olmanı engelliyor. İkincisi de en büyük problemin hız meselesi olduğunu düşünüyorum. Hatta bununla ilgili yabancı birkaç illüstratörün çizdiği çok güzel bir iki görsel var; meselâ bundan 500 yıl önce Leonardo Da Vinci’nin, bir resmini tamamlaması uzun yıllar sürüyormuş; 2 ya da 3 yıl gibi o zaman için kısa denebilecek bir zamanda eserini tamamladığında, bu insanları epey şaşırtıyormuş.
Günümüzde ise sanatçılar, instagram hesaplarında ya da sosyal medyada 3 gün bir şey paylaşmayınca ‘eyvah, beni öldü zannettiler!’ falan gibi çizilmiş illüstrasyonlar var. Bu çok gerçeği yansıtan bir şey. Hızlı düşünmen, hızlı üretmen gerekiyor gibi bir anlayış var. Birileri benden önce düşünürse, benden önce üretirse, işte bu popüler kültürle birlikte benden önce sunarsa gibi bir korku var. Bir de ürettiğin materyalle birlikte onu nasıl sunduğun, yani bir paket program meselesi de var işin içerisinde. İçeriğe bakılıyor gibi görünse de aslında daha çok ambalaja bakılıyor. İçerikten ayrı bir imaj oluşturulması meselesi de var. Bütün bunların aslında anksiyeteye sebep olabilecek, panik yaratabilecek şeyler olduğunu düşünüyorum. ‘Eyvah, bir şeyleri kaçırıyorum!’ hissinin çok tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Ama günümüzde, sanat camiasında da işler artık böyle ilerliyor ve öğrenciler de bu anlayışa sahip.
Öncelikle biz, sabrı öğrendiğimiz bir sanatla uğraşıyoruz. Bazen bir işi yapman aylar sürebiliyor ama herkes istiyor ki ‘bugün düşüneyim, akşamına çizeyim, sabahına bitmiş olsun’ gibi herkeste bir telaş var. Eskiden, nakkaşhânelerde yapılan, usta-çırak ilişkisi dediğimiz eğitim sisteminde aslında sadece bir sanat, sadece bir teknik öğretilmiyor; işin ruhu da öğretiliyor. Orada, o işle birlikte nasıl yoğrulacağın, nelere sebat etmen gerektiği de öğretiliyor. Aslında Doğu Sanatı, içerisinde böyle bir felsefeyi ve müthiş bir sabrı da barındırıyor. Ama günümüzde senin bu bahsettiğin imaj meselesine tamamen karşıt bir şey diyebilirim. Ben biraz endişeli bakıyorum. Sürekli bir şeyleri kaçırıyormuş hissi bir dönem bende de endişe yaratıyordu.
Sonra bu pandemi süreci başlayınca, meselâ pek çok insan kısıldık kaldık diye düşünürken, ben sakinleştim, yaşasın dedim, nihayet dünya benim düzenime geldi. O günlerce evde oturup sakin sakin bir şey yapabilme düzenine geldi ve ben de bir şeyleri kaçırmıyorum artık diye sakinleştim meselâ. Bana iyi geldi bu anlamda pandemi dönemi.
Sözü getirdiğiniz yerden hareketle konuyu şu şekilde açabilir miyiz: Sanatçının kendi içsel ritmiyle bu dünyanın ritmi arasında belki tarihte görülmediği kadar bir uyumsuzluk var değil mi? Bununla ilgili ne söylemek istersiniz?
Şimdi, meselâ sen bir sergi açacaksın, galeriye başvuruyorsun, sana bir yıl sonraya ya da iki yıl sonraya tarih verdiğinde, aslında bu çok uzun bir zaman dilimi değil. Zaten, senin 40 parça, 50 parça ya da 30 parça bir eseri ya da bazen bir parça bile olsa üretmen için uzun bir zaman dilimi değil. Çünkü sadece işin zanaat kısmıyla uğraşmayacaksan, bir düşünce oluşturmak, onu kavramsal çerçevesine oturtturmak, onun içine girmek ve sonra teknik kısmı çözümlemek zaten çok uzun sürer.
Ve aslında bir yıl üretmek için hakikaten kısa bir zaman dilimi, ama insanlar günümüzde bir yılını, iki yılını bir şey üretmek için verip, o sırada ortadan kaybolup, yokmuş gibi davranabilecek bir durumda değil. Dünya seni yok sayıyor böyle bir durumda. Unutulmak kaygısı da giriyor işin içerisine.
Kavramların çok değiştiğini düşünüyorum artık, o geleneksel yapıdan çok uzaklaşmış, artık işleyen başka bir süreç var. Biz de ne diyelim, ikisi arasında dengede kalmaya, ayak uydurmaya çalışıyoruz.
[quotes quotes_style=”bpull” quotes_pos=”left”]Sadelik pek çok yönden geçekten zordur, kurgulaması zordur. Bu yüzden ben, boşluğu boşluk olarak algılamıyorum da nefes alınması gereken alanlar olarak algılıyorum. O yüzden işlerimin yanında hayatımda da bunu oturtturmak üzere yola çıktım. Fazla eşyalarımdan, fazla kıyafetlerimden, fazla insan ilişkilerimden kurtulmak, temel ihtiyacını belirleme meselesi benim için.[/quotes]
Sürekli olarak bir sanatçının kendini eksiltmesi gerektiğinden söz ediyorsunuz ve bunu da “az olan çoktur” şeklinde vurguluyorsunuz. Bunu açmanızı isteyeceğim, sanatçının kendini eksiltmesi ne demek?
Ben bunu üslûplaştırma ile açıklıyorum. Son senelerde moda olan minimalizm gibi kavramlar da buna vurgu yapıyor ama aslında ben bu meselenin o kadar da kolay bir şey olmadığını düşünüyorum. Bugün, hadi sanattan çıkalım minimalizme gelelim, hayatını eksiltecek olsan, meselâ evinden neleri çıkarabilirsin? Senin o temel ihtiyaçlarını belirleme meselen bile; yani ‘bu kalsın, zaruri’, ‘bu gitsin’, ‘bu lazım değil’ gibi içsel temel ihtiyaçlarını belirlemen bile öyle bir seferde yapabileceğin bir şey değil, yıllar sürecek bir şey. Ben sadeleşme meselesine gelmek için, yani eksiltme meselesine gelmek için biraz doymuş olmak gerektiğini düşünüyorum. Hatta Leonardo Da Vinci, “sadelik, en yüksek gelişmişlik düzeyidir” der. İşte Michelangelo, “gerçek güzellik gereksiz detaylardan arınmalıdır” der.
Dediğim gibi, bizim Doğu Sanatı da üslûplaştırma der. Yani, ana karakteri koruyarak gereksiz detaylarından arındırma. Aslında benim senelerdir benimsediğim, son yaptığım işlerde de kendini gösteren, beyaz zemin üzerine boşluk olarak kabul edilebilecek alanlar var.
Safevi döneminde, Safevi minyatürlerinde boşluk korkusu denilen bir şey vardır. Ve bu korkuyla birlikte minyatürlerin her tarafı tezhip ve minyatürle alabildiğine doludur. İran minyatürleri, ilk karşılaşan biri için renkleri parlak, her tarafı dolu ve baş döndürücüdür. Onların mimarilerine ve kültürlerine baktığımızda da bu öyledir. İnanılmaz ve baş döndürücüdür, bizi şaşkınlığa uğratır. Ama uzun süre İran minyatürlerini seyrettiğinde bir doygunluk, hatta baygınlık hissi geliyor. Hâlbuki daha sade şeyler yavaş yavaş sindirilmeyi gerektirir ve insanın içine yavaş yavaş yerleşir. Ben bundan daha keyif aldığımı fark ettim. Hayatımda da çizimlerimde de bu eksiltme meselesi şöyle de kıymetli benim için; meselâ bembeyaz bir mekân içerisine küçük bir tane resim koyarsan inanılmaz görünür orada değil mi? Her şeyiyle birlikte görünür. Bu aslında en zor olandır. Orayı doldurursan, kalabalık olanın içerisinde hata bulmak ya da bir şey keşfetmek çok zordur.
Sadelik pek çok yönden geçekten zordur, kurgulaması zordur. Bu yüzden ben, boşluğu boşluk olarak algılamıyorum da nefes alınması gereken alanlar olarak algılıyorum. O yüzden işlerimin yanında hayatımda da bunu oturtturmak üzere yola çıktım. Fazla eşyalarımdan, fazla kıyafetlerimden, fazla insan ilişkilerimden kurtulmak, temel ihtiyacını belirleme meselesi benim için. Sonra resimlerime geldiğimde de çok kalabalık anlatımlar yerine, temelde hangi çizgiyle ve hangi duyguyla ben bunu gerçekten anlatabilirime indirgedim. O yüzden ‘az çoktur’ felsefesini her zaman, her konuda benimsiyorum açıkçası. Çok da keyifli buluyorum. Bu bana çok uzun da bir yolculuk olarak geliyor. Varabileceği bir yer var mıdır? Ben, çizdiğimiz şeyin ya da herhangi bir yolculuğun, bizim yolculuğumuzun bir sonu olduğunu düşünmüyorum, meselenin bir yere varmak meselesi değil de yolda olmak meselesi olduğunu düşünüyorum.
Bu süreç içerisinde geldiğim bu noktada, herhâlde daha da sadeleşip, meselâ renkleri de azaltıp, belki sadece mürekkeple çizeceğim şeyler de gelecektir diye düşünüyorum. Ama dediğim gibi bu bir yolculuk ve nereye varacağını hiç bilmiyorum. Ama şu geldiğim noktada sadeleşme, bana ruhen çok iyi geldi. Dediğim gibi, o boşluk korkusundan kaynaklı olarak, izleyen insanları ilk etapta biraz şaşırttı, ama sonra herkese çok farklı ve iyi geldiğini düşünüyorum.
Hemhâl’in Notu:
Esra Karaduman’ın 12 Ocak-6 Şubat 2021 tarihleri arasında gerçekleşen ‘İpin Ucunda Hayaller’ başlıklı kişisel sergisindeki eserlerin kitapçığına bu linkten ulaşabilirsiniz.[/vc_column_text][/vc_column][/vc_row]