Dinsel Milliyetçiliğin dindeki yerini tam tespit etmek için ilk önce İslam Dininde bu kelimelerin ne manaya geldiklerini tespit etmek gerekiyor: Din kelimesi “d-y-n” kökünden gelen ve diyanet kelimesi ile eş anlamlı bir kelimedir. Sözlük anlamı “boyun eğmek, itaat etmek” iken İslam dini geldikten sonra bir ıstılah olarak İslam’da “Allah’a boyun eğme yolu, İslam Dini, Allah Dini” manasında kullanılmaya başlandı.
Kur’an’da “Dinillah/Allah’ın Dini” şeklinde 3 defa geçer ve “Allah’ın Hz. Peygambere indirdiği vahiy” anlamında tercüme edilir. Milliyet kelimesi ise “m-l-l” kökünden gelen ve aynen İslam’daki Din kelimesi ile eş anlamlı olarak kullanılan Arapça bir kelimedir.
(Bkz. El-Mu’cem el-Vesit, Kahire)
Bu kelime de Kur’an-ı Kerim’de on defa tekrar edilir ve -yukarıda geçtiği gibi- bütün bu yerlerde “din/ilahi yol” manasında kullanılmıştır, mesela “İbrahim’in Milleti, yani Dini… Allah’a iman etmeyen bir halkın Milleti… yani dini” gibi…
Millet Kavramının Anlam Dönüşümü
Ancak Avrupa gibi Batılı ülkelerde Büyük Fransız ihtilaflından sonra ortaya çıkan ulusalcılık ‘’nationalizm” ve buna bağlı olarak kurulan ulusal devletlerle birlikte Müslümanlarda da bu ulusalcılık kelimesini karşılamak için yanlış ve sonucu çok vahim ayrılıklar ve düşmanlıklara sebep olan Millet/Ulus ve Milliyetçilik/Ulusalcılık safsatası İslam ile bağdaştırılarak devreye sokuldu.
Milliyet kelimesi yanlış tercüme edilerek özellikle Osmanlı dünyasında bir taraftan tedavüle sokulurken, diğer yandan bu kelimenin ırkçılık ile eş anlamlı ve yanlış kullanıldığını topluma anlatan ve bu yanlış üzerinde duran kanaat önderleri, tarikat şeyhleri, müftü, vaiz ve genel olarak İslamî açıdan sözü dinlenen ve sorumluluk taşıyan pek çok insan, zamanla bu “menhus” kelimeyi dinle barışık hale getirdiler ve kullanmaya başladılar.
Ancak bu kelimenin kullanımı bütün Müslümanlarda değil, sadece Osmanlı merkezinde çok fazla rağbet gördü. Mesela Arap âleminde, özellikle de dinî sorumluluğu olan İslam Din önderleri arasında büyük tepki bile gördü ve buradaki halklar da bu menhus (netameli) kelimeyi kullanmaktan ve bir bakıma dinle barışık bir manada anlamaktan kurtuldular.
Arap ve Türk Milliyetçiliği
Onun için özellikle Arap dünyasında Arap milliyetçisi olan hemen herkes ya solcu idi ya da sosyalist. (El-Arabiyye.net) Hatta (örneğin) bugün Suriye’de Beşşar Esed ve babası Hafız Esed’in sürdürdüğü ve 1964 tarihinde Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta kurulan Arap milliyetçisi bir parti vardı ve tamamen solculardan oluşuyordu: “Arap Birlik ve Sosyalizm Partisi”. Yani Araplarda Milliyetçilik dinden uzak olan solcuların ideal edindiği bir akımdı ve tamamen dine karşı idi. Bu tarihte Birleşik Arap Cumhuriyeti adı altında Suriye ile Mısır bir Birleşik Cumhuriyet kurmuşlardı ve bu Sosyalist Arap Milliyetçisi partinin en büyük akıl babası ve kurucusu Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdünnasır idi.
İşte bu gelişmelerden sonra özellikle Türklerde de milliyetçilik, yani İslam dininin yasakladığı ırkçılık, dinle barışık bir hal aldı ve zamanla sanki dindar olan herkesin tabiatıyla milliyetçi olması lazımmış gibi sakat bir anlayış yerleşti. O kadar ki son 150 yıldan beri bu ırkçılık, yani milliyetçilik belası o kadar gelişti ki Jön Türkler, İttihat ve Terakki, Milli Türk Talebe Birliği, Türk Talebe Birliği, Ülkücüler ve şimdi de Yeni Osmanlılar Derneği gibi adlar altında hep İslam’la barışık bir ırkçılık/Milliyetçilik yapıldı ve Türkiye’yi ele geçirdi.
Mesela Milli Türk Talebe Birliği’ne üye olup da Türk siyasetine bugünlerde yön verenler hep Milliyetçi Muhafazakâr, yani dindar Türkler olmuş, aynı zamanda olmayanlara hep düşman kesilmişler. Bu siyasetçiler Milliyetçilik, yani İslam’a göre ırkçılık sayılan ve İslam’ın yasakladığı aşırı milliyetçilikle hep övündüler ve hala da övünüyorlar.
Dinlerde Milliyetçilik/Irkçılık
İnsanın yeryüzünde var olmasıyla birlikte bu evreni yaratan Allah’a “inanç” da, diğer bir ifadeyle “din” de var olmuştur.
Din kavramının ne zaman ve nasıl başladığı konusunda sosyolojik, psikolojik ve felsefi olarak çok yorumlar yapılsa da; Din eksenli olarak ve dini referans vererek kesin bir tarih söylemek imkânsız.
İlkel ve ilk insanların dini, belki de gönderilen ilk peygamberin mesajı olan birkaç cümle veya birkaç sayfadan ibaretti. Nitekim Kur’an; geçmiş ilk vahiylerden bahsederken “birkaç sahife/sayfa”dan ibaret olduğunu söyler.
Ancak bu vahiylerden elimizde bulunan metinler itibariyle ilk vahiylerden birinin, Zerdüştlük İnancının kutsal kitabı olan Avesta olduğunu görüyoruz. Çünkü Zerdüşt, veladet-vefat tarihi ihtilaflı olsa da M. Ö. 628 yılında bugün İran sınırları içinde bulunan Rey’de doğduğuna ve M.Ö. 551 yılında öldüğüne hükmedilmiştir. İşte bu vahiyden ta en son ve geçmiş bütün peygamberlerin İlahî mesajlarını onaylayan en geniş ve kapsamlı vahiy olan Kur’an’a kadar bütün dinler, insanlığın kardeş olduğunu, soy kütüğünün bir olduğunu ve aynı ana-babadan geldiğini ifade ederler…
“Ey insanlar! Bakın, Sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve sizi kavimler, kabileler haline getirdik ki birbirinizi tanıyabilesiniz (hukukuna saygılı olasınız). Şüphesiz, Allah katında en üstün olanınız, O’na karşı derin bir sorumluluk bilincine sahip olanınızdır. Allah her şeyi Bilendir, her şeyden haberdar olandır. (Kur’an, Hucurat: 13)
Nitekim son asrın en büyük keşiflerinden biri olan “Genler Haritası” da göstermiştir ki, bütün insanlığın nüfus kütüğü “bir”dir ve bütün insan ırkları o “kütük”ten ve o soydan gelmektedir.
İnsan-lık ve Kardeş-lik
Bu konuda farklı düşünen veya en azından benim bildiğim kadarıyle insanlığın “aynı soy”dan gelmediğini iddia eden bir ekol bilmiyorum. Özellikle bizim Ortadoğu coğrafyasında yaşayan ırklar ve dinler; insanlığın aynı “ata”dan geldiğini paylaşıyorlar, daha özelde ise, aynı dine mensup olan toplumlar ırk, dil ve etnisite farklı da olsa kendilerini “kardeş” kabul ediyor ve birbirine öyle hitap ediyorlar: Kardeş!
İşte bu kardeşliği yüce Kur’an pek çok ayetle pekiştirir ve insanlığın temel felsefesi olduğunu vurgular. Mesela bu ayetlerden birisi şöyle: “Bütün müminler kardeştir. O halde, (her ne zaman araları açılırsa) iki kardeşinizin arasını düzeltin, barıştırın…” (49/10)
Hz. Peygamber de bir hadiste şöyle der: ‘’Mümin, müminin kardeşidir: Ne ona zulmeder, ne hakaret eder, ne yalan söyler, ne de onu mahcup eder”
Veda Hutbesinde ise; “Ey insanlar! Dikkat ediniz: sizi Yaratan Birdir, babanız da birdir: Ne Arap’ın Arap olmaya, ne Arap olmayanın Arap olana, ne siyahînin siyahî olmayana üstünlüğü yoktur.”
Bunun gibi hem Kur’an’da hem de Hz. Muhammed’in sahih hadislerinde konu ile alakalı pek çok literatür olduğunu kaydedelim ve günümüz Müslümanların derin bir zihniyet halinde, İslam dininin yasakladığı Milliyetçiliği/Irkçılığı somut bir meselede biraz irdeleyelim.
Çünkü insan kardeş olunca ve Allah Milliyetçiliği/Irkçılığı yasaklayınca hem Âdem ve Havva’dan kardeşliğimiz için, hem de din kardeşliği için bu karşı karşıya gelen her iki grubun da hakkını koruyan ve birbirinin hakkına saygılı olmalarını garanti altına alan bir hukukun olmasını gerektiriyor.
Kürtlere ‘’kardeşlik’’
Ancak burada hemen “insan” faktörü devreye giriyor ve her ikisi de hukuku kendi “menfaati” lehine baypas eden bir sürü hukuksuzluklar gerçekleşebiliyor. Mesela İslam kardeşliğine sığmayan ve günümüzde en çok dikkat çeken Türkiye, Suriye, İran ve Irak gibi çoğunluğu Müslüman olduğunu iddia eden devletler; hem Kürdistan’ın bir coğrafya olduğunu biliyorlar, Kürtlere “kardeş” de diyorlar; lakin mesele “eşit kardeş”, “evrensel hukuk”; din açısından “zulmün haram” olduğu, kardeşlerin “eşit haklara sahip” olduğu ve “hakka tecavüz”ün kardeşliğe sığmadığını biliyorlar. Biliyorlar ama maalesef bu milliyetçilik/Irkçılık belası gözlerini kör etmiş, gerçeği görmüyorlar.
Öte yandan Kürtler de bu dört devletteki dindaşlarına kardeş diyor, aynı dine mensup olmanın gururunu yaşıyorlar; fakat mesela Kürtler: “Mademki biz kardeşiz; o zaman sizinle her sahada eşit yaşamak da bizim hakkımızdır” dedikleri an, kardeşlik, din, hukuk, ne varsa ayaklar altına alınıyor o “kardeşleri” tarafından ve o Kürt kardeşlerine hemen en hafif tabirle ya “Kürtçü” diyorlar ya da “terörist” damgasını vurarak konuşma ve diyalog yolunu kapatıyorlar.
O zaman sormak lazım: “Siz Arapların, Farsların ve Türklerin kardeşliği Kürtler için ne ifade ediyor?” Mademki din kardeşiyiz; o zaman din hakem olmalı ve bu dine göre paylaşım olmalı ve “iki kardeş” her konuda eşit olmalı. Yok, eğer “din” hakem kabul edilmiyorsa; o zaman neden Kürtler için “din kardeşliği” sloganı atılıyor? ‘’Kardeş” ifadesi “din ile aldatmaktan” ve din istismarından başka bir anlamı var mı?
Sahi, bir Türk, Arap, Fars, milliyetçi, dindar, hoca, hatta Diyanet mensubu, müftü, siyasiler, partiler vs. gibi Kürtleri “kardeş” kabul eden ve Kürtlerin de onların hepsini “kardeş” kabul ettiği bu insanlar, partiler, kurumlar ve şahıslar; “Kürt Kardeşliği” dedikleri zaman ne mana yüklüyorlar?
Bu raddede Kürtlere de büyük iş düşüyor. Yekpare, söz birliği içinde, birbirine tahammül eden, “ancak, lakin ve fakat” demeden tam demokrat olsalar; kurulan onlarca dernekler, siyasi partiler, sivil inisiyatifler, sivil toplum kuruluşları, hoca efendiler, şeyhler, internet siteleri, haber portalları, komünistler, sosyalistler, Şeriatçılar, demokratlar ve daha saymakla bitmeyen nice organizasyon ve birlikler; söz birliği, güç birliği ve en önemlisi siyaset birliği yapabilselerdi; eminim Kürtlere kardeş diyen Türk, Arap, Fars biraderleri de onları “muhatap” almaya zorlanacaklardı. Ama Kürtler hala bu “birlikteliğin” ne gücünü önemsiyorlar; ne de ufukta ciddi bir kıpırdanma var. En çok da din ile aldatılan ve bu sebeple o istismarcı ırkçılarla beraber olan zavallı Kürtler için geçerli bu konu.
Gerçi Kürtler de artık bıkmış ve şaşırmış durumdalar. Ne yapacaklarını ve “kardeşlerinin” nasıl ve ne ile ikna olacaklarını şaşırmış haldeler… Anlaşmak ve “evrensel” bir dil kullanmak için parti kurarlar; “kardeşlerinden!” “tın” çıkmaz ve onları muhatap almazlar.
Diğer yandan Muhafazakâr Kürtler: “Mademki kardeşiz; o zaman aramızda Kur’an hakem olsun derler”; bu defa da Türk Kardeşleri “yok dini istismar ediyorsunuz” derler.
Yani ya “Kürt ve kardeşleri” Allah’ı, dini, evrensel hukuku, insanlığı, kardeşliği, empatiyi, demokrasiye doymuş toplumları, bin yıllık tarihî beraberliği ve her şeyden önce “iyi niyeti” hakem yapacaklar; ya da bu kirli savaş her iki tarafı da mahvedecek. Daha nice körpe bedenleri toprağa gömecekler. Hep analar ağlayacak ve “hakem” rolündeki insanlar onları aldatacaklar. Hep Türk tarafı, gelen asker cenazeleri üzerinden siyaset devşirerek: “kanları yerde kalmayacak” diyecek; Kürtler ise, “özgür yaşamadıktan sonra bu hayata lanet” deyip o kardeşlerine kin ve nefretle bakacaklar.
Kesinlikle bu kardeşler, ya dinsel milliyetçiğin dine aykırı olduğunu anlayıp vazgeçecekler,
ya da merhum Mehmet Akif Ersoy gibi daha çok sayıklayacaklar:
‘Hani, milliyetin İslâm idi… Kavmiyyet ne!
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyetine.
‘Arnavutluk’ ne demek? Var mı Şerîat’te yeri?
Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri.
Arabın Türke; Lâzın Çerkese, yâhud Kürde;
Acemin Çinliye rüçhanı mı varmış? Nerde!
Müslümanlık’ta ‘anâsır’ mı olurmuş? Ne gezer!
Fikr-i kavmiyyeti tel’în ediyor Peygamber.
En büyük düşmanıdır ruh-i Nebî tefrikanın;
Adı batsın onu İslâm’a sokan kaltabanın!’