Fırat Aydınkaya ile 27 Şubat tarihinde Abdullah Öcalan tarafından yapılan çağrı metninde öne çıkan vurgular, silah bırakma ve fesih meselesi, şiddet retoriği, Kürt meselesinde ortaya çıkan yeni durumlar, Kürt siyasetinin arayışları, Türkiye ve Ortadoğu’daki malum gelişmeler ve yakın zamanda ortaya çıkacak beklentiler üzerine konuştuk…
Fırat Aydınkaya kimdir?
Muş/Varto doğumlu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi. Halen Kürd Araştırmaları Dergisini (www.kurdarastirmalari.com) koordine etmekte, nupel.tv sitesine yazılar yazmaktadır. (https://www.nupel.tv/author/firat-aydinkaya) Ayrıca şimdilerde Botantimes sitesine Kürtçe dilinde düzenli edebiyat eleştirisi yazıları yazmaktadır. Yeni Faşizmin Kökenleri, Ölüm Koridoru ve Bediüzzaman’ın Hançeri isimli yayımlanmış üç kitabı bulunmaktadır.
27 Şubat tarihinde İmralı Heyeti Abdullah Öcalan’ın kaleme aldığı PKK’ye kendisini feshetme çağrısı yapan bir metin paylaştı. Öncelikle söz konusu metni genel hatları ile nasıl değerlendirirsiniz?
Öncelikle bu metnin tek taraflı bir metin olmadığını görmemiz lazım. Şunu gözden kaçırmayalım, bu metin her ne kadar Öcalan’ın imzasını taşıyorsa da tek tarafın özgürce ve istediği gibi düşündüklerini yazdığı bir belge değil. Nitekim kamuoyuna yansıyana bakılırsa süreçte rol oynayan tarafların son dokunuşları ile ortaklaştırılmış bir metin var karşımızda. Hatta çoklu tarafların belki de bir kelime üzerinden saatlerce müzakere yürüttükleri bir mutabakat metnini okuduğumuzu görmemiz gerekiyor. Dolayısıyla elimizdeki belgenin bir tür konsensüs metni olduğunu bilerek yapı-söküm yapmamızda fayda var.
Öyleyse nasıl bir konsensüs?
Şöyle: Ben metne yüklenen anlam bakımından bir parça farklı düşünüyorum izninizle. Bu metin Kürt-Kürdistan sorununu çözme metni değil; Kürt ve Kürdistan meselesinin bir çıktısı olarak vücut bulan PKK’yi feshetme, yani davası için politik şiddet kullanan bir örgütü tasfiye metni olarak okuyorum.
Bir şeyi daha hatırlatmama izin verin. Hukukçular bir yasayı tefsir ederken onun “gerekçe”sini bazen yasanın kendisinden bile önemli görür. Bana kalırsa bu metnin görünmeyen “gerekçesi”nin anlamı da en az kendisi kadar mühim. “Gerekçe” bazen, metnin dışarısıdır ve bazen bir metni, metin yapan esas olarak “dışarısıdır” nitekim.
Peki metnin dışarısında ne var?
Felaket havası var, kıyım kokusu var. Bunun için Girard’a başvurmamız gerekebilir. Günah Keçisi eserinde uzun uzadıya felaketten, felaketin ayak sesi niteliğindeki metinlerden, kurbanın hangi semantik süreçlerden geçerek bir kıyım miti haline dönüştürüldüğünden bahseder. Onun veciz olarak bize gösterdiği üzere bazı metinler, kıyım metinleridir, özgürlük değil güvenlik vaad eder. Öcalan penceresinden baktığımızda 1993’ten bugüne pek çok başlık etrafında yaşadığı dönüşüm var, bunların da izleri var şüphesiz ama aktüel ve yakın tarihli metin-dışılık bağlamı, havadaki felaket bulutlarının toplanması ile alakalı görünüyor.
Çok özetle söylersek bir yanıyla elimizdeki bu metin, bir önleme metnidir.
Bakur Kürtlerinin evinin bahçesinde gezinen Hanibal’in yeni katliamlarını savuşturma metnidir. Kamuoyuna yansıyan “elli Gazze” vurgusunu hatırlayalım, Filistin örgütlerinin tarumar halini anımsayalım.
Yani ayak sesleri yakından duyulan bir felakete karşı bu metni bir ikaz lambası olarak görme taraftarıyım. Her ikaz lambası gibi fragmanter, her uyarı düdüğü gibi kestirmeci, her siren sesi gibi kışkırtıcı.
Öte yandan süreci yöneten devlet elitinin de “gerekçesi” var. Süreci yöneten devlet erkanı bağlamında metne ruhunu yansıtan vurgu tastamam Rojava’nın olası statüsel halleri ve Ortadoğu’ya yeniden kesin dönüşün tescili meselesi var. Süreci dekore eden devlet aklı Rojava konusunda iki şey düşünüyor: ya Kartaca (Rojava) yıkılmalı, ya Türkiye’nin bir uzantısı olmalı. İlave “gerekçe” ise son on yıldır fazlasıyla beynelmilel bir mesele haline gelen, hatta kimi zaman Filistin meselesini dahi gölgede bırakıp, uluslararası boyutlar kazanan bir sorunu lokalize etmeyi ve mümkünse “Türkiye’nin Kürt meselesi” haline getirmeyi düşlüyor. Yeniden “Türkiye’nin mülkü haline getirilecek Kürt meselesi”nin, Ortadoğu’da İsrail’e ve İran’a karşı hegemonya sağlayıcı tarafı da cabası.
Tüm bunlarla birlikte ben kendi adıma bu metni “şiddet olmaksızın mücadeleye çağrı” olarak yepyeni bir dönemin ruhuna girişin ilk sayfası olarak okuma taraftarıyım.
Çağrı metninde PKK’nin kuruluş döneminin siyasal ve sosyal değerlendirilmesi yapıldıktan sonra dönem ve şartların değişmesi dolayısıyla PKK’nin anlam yoksunluğunu yaşadığı ve aşırı tekrara düştüğünü ‘’dolayısıyla ömrünü benzerleri gibi tamamlamış ve feshini gerekli kılmıştır’’ şeklinde bir çağrı yapılıyor. Sizce bu değerlendirmede anlam yoksunluğu ile aşırı tekrardan ne kastedilmektedir?
Bu açıklamaları bir dönemin sonu olarak değerlendirebiliriz. Bildiğim kadarıyla Osmanlı devletinin son yüzyılı da dahil bu topraklarda hiçbir ulusal isyan lideri, bizzat kendisinin öncülük ettiği silahlı isyanı, kendisi sona erdirmemiştir. Bu manada tarihsel olarak bir ilki yaşadığımız herhalde ortada.
İkincisi Kürdistan tarihi bağlamında da bir ilki yaşıyoruz. Mîrê Kor isyanından bu yana neredeyse bütün Kürt isyanları, devletin aşırı şiddet politikaları ile bastırıldı. Tarihimizde ilk kez bir isyan lideri, silahlı örgütünü feshetme yolunu seçti. Ama buraya dikkat lütfen, isyan örgütünün lağvı söz konusu, mücadele dinamiğinin değil. Çelişki gibi gelebilir ama Öcalan bir yerde örgütünü feshetmek suretiyle, varlığını mümkün kılıyor olabilir. Geçen gün Mesut Yeğen bunu veciz bir ifade ile ortaya koydu nitekim: “beka için çatışmadan, beka için barış” devrine geçiş.
Bununla birlikte bazı arkadaşlarımız bu metni bir mağlubiyetin zorunlu sonucu olarak okuyor. Ancak ben aynı fikirde değilim.
Mesele yenilgi değil, yenilenme gibi duruyor, bu yenilenmenin güzergahı tartışmalı olsa bile.
Şunu unutmayalım, ezilenlerin tarihinin kendine özgü bir diyalektiği var. Hatırlayalım Marx, 1852 yılında III. Napolyon’un yaptığı darbeden hemen sonra kaleme aldığı metninde burjuva devrimleriyle, proleterya devrimleri arasında mühim bir farka dikkatimizi çekmişti. Burjuva devrimleri koşar adım başarıdan başarıya koşarken, sosyalist devrimler koşarken hep ara verir, halledilmiş görünene geri dönüp yeniden başlar falan demişti.
Marx’ın bu tespitinin izinden gidip sorunuzla bağlantılı olarak “aşırı tekrar” ve “anlam yoksunluğu” ünitesinde şunu söyleyebiliriz sanıyorum: Bakur’daki Kürt mücadelesinin epey zamandır önemli ölçüde anlam kaybına uğradığı aşikar.
Anlam kaybını tartışırken ‘’şiddet’’ retoriğini nasıl okumalıyız?
Demokrasi için, demokratik talepler için şiddet kullanmanın bir anlamı yok.
Kullanılan şiddet bir kısır döngüye sebep oldu hatta, bir noktadan sonra talep edilen demokratik düzenin önündeki bariyere dönüştü, egemen toplumun yeniden militarizasyonunun ve anti demokratik nizamın üreticisi ve meşruiyet sağlayıcısına dönüştü. Öbür yandan partinin ilk dönem metinlerinde, kongre kararlarında ve hatta Murat Karayılan’ın bizzat yazdığı kitapta şiddet bir propaganda unsuru olarak tarif ediliyordu. Bu elbette tanıdık bir tasarımdı: Lenin’in propaganda ve ajitasyonu devrimcilerin “başlıca ve kalıcı görevi” olarak tanımladığını unutmayalım. Oysa şimdilerde bir akıllı telefon, silahlı bir birliğin bir ayda yapacağı propagandayı bir saatte yapabiliyor.
Burada sorulacak soru şudur: anlam yoksunluğu sadece araçlarla mı sınırlı? Sanırım değil, anlamını yitirdiği düşünülen kavramlar seti de var görünüyor. Bu mantalite uyarınca en azından bağımsızlığın, federalizmin anlam yoksunluğuna uğradığı herhalde açık. Hatta anlam yoksunluğundan öte bu kavramların klasik ulusal kurtuluş mücadelesinin envanteri sayılıp, depoya kaldırıldığı da bir vakıa. Peki ama gerçekten ulusal kurtuluşçu paradigma tarih mi oldu? Neden bu paradigmaya güncellenmesi imkânsız bir müze nesnesi muamelesi yapılıyor?
“Aşırı tekrar” vurgusu ise ayrıca mühim. Geçen gün bir edebiyat değerlendirmesi için Thomas Bernhard’a bakarken fark ettim, hınzır bir tarif vermişti “tekrar” düzeneği için. Müzikte nakarat neyse edebiyat için de tekrar odur diyordu. Edebiyatın estetik ölçüleri bir yere kadar “tekrar” ekonomisine izin verebilir ama siyaseten “tekrar” demek, patinaj demek, en nihayetinde lastikleri patlatmak demek.
Kürt siyasetinin yakın tarihi açısından söylüyorum; hem dilsel hem de kurumsal bağlamda üretilen şeyler bir fotokopi makinesinden çoğaltılmış misali bir görünüm veriyor.
Ve üstelik bu tekrar makinesi önemli ölçüde Stalinist bir bilinç üretiyor/du. Eğer tekrardan kasıt Stalinist davranış kodları ve örgütsel yapılanma ise kesinlikle son derece isabetli bir değerlendirme. Özetle Marx’ın kavramsallaştırmasının tersine “halledilmiş olana geri dönmeyin” diyor Öcalan, “aynı nehirde iki defa yıkanmayın” mesajı veriyor.
Peki şiddetin siyaset üzerindeki etkileri, normalleşme durumunda ortaya çıkacak olumlu veya olumsuz sonuçları neler olabilir?
Şiddetin feshi meselesi oldukça mühim bir mesele. Hatta eğer bir metnin kalbi varsa, bu metnin kalbi tam da burada atıyor diyebiliriz.
Zira Ehmedê Xanî’nin (Ölüm-1709) şu mısrasından bu yana Kürt siyasetinin temel taşıyıcı kolonunun şiddet olduğunu biliyoruz: “Herçî bire şîri destê himmet / Zebt kir ji xwe rab i mêrî dewlet – Kimler uzatmış ise kılıca gayet ellerini / Erkekçe elde etmişler kendi devletlerini”.
Büyük usta Xanî’nin bağlamı şöyle dursun, Öcalan tartışmaya mahal bırakmayacak şekilde, şiddeti politikanın temeli ve ruhu sayan tarihsel Kürt kanonunu dinamitledi. Bana kalırsa iyi de etti, hatta geç bile kaldı.
Zira en iyi ihtimalle 2013 tarihinden bu yana, şiddet açık bir şekilde Bakur’daki Kürt davası için taşınması gereksiz bir yüke dönüşmüştü.
Bu yükün kalkması stratejik açıdan isabetli oldu. Artık sorulacak soru şudur: Bakur’da Kürt davası şiddet olmaksızın ayakta kalabilecek mi?
Şundan emin olalım: Kürtleri kudretli kılan şey şiddet değildi, haklı davaları, tarihsel ezilmişliğidir. Bu sebeple şiddetin feshi, şiddetin politikanın temeli olduğu şeklindeki mitolojik ilkenin askıya alınması, Bakur mücadelesinin içinde bulunduğu durum bağlamında son derece önemlidir.
İnsanların cansız bedeninde özgürlük ve eşitlik aranmaz. Hele ki egemen sistemi demokratikleştirmek için ezilenin kanı dökülemez. Bu bir yerden sonra self şiddettir de.
Politik şiddetin feshedilmesi ezilenlere de nefes sağlayacaktır. Zira yeteri kadar deneyimledik, şiddet iyileştirmez, şiddet şifa vermez, şiddet özgürleştirmez. Nitekim Bakur’da Kürtlerin mitik şiddeti, en az on yıldır adil amaçlara zarar veriyordu, ne kurucu olabildi ne de koruyucu olabildi. Delil Karakoçan yazmıştı geçen gün, burada “sorun şiddetin tıkanmış olması değildir, hükmünü yitirmiş olmasıdır” diye.
Bununla birlikte Kürt toplumu açısından bu çağrının son elli yıldır demir leblebi haline gelen toplumsal yapımızın militarist formunun menteşelerini gevşeteceğini de öngörebiliriz. Keza neredeyse yarım yüzyıldır askıda bekleyen sivil bir yeniden düşünme imkanına alan açacağı ve en önemlisi de Kürtlüğün de-militarizasyonuna zemin hazırlayacağı da aşikar.
Kürtlüğün militarist kodlarda teolojikleştirilmesinin de sonuna gelmiş olabiliriz. Bu fevkalade iyi bir şey.
Bir de tarihsel tarafı var tabi. Kürdistan tarihinde Mîrê Kor isyanından, Dersim isyanına kadar ki süreç şiddetin başrolde olduğu, isyancıların her iki eline de kılıç tuttukları bir dönemdi. 1960’lardan bugüne Kürt isyancıları büyük şair Cegerxwîn’in dediği üzere “destek xencer, destek qelem” ile mücadele ettikleri, hançerin kalemi mütemadiyen kanattığı bir dönemdi. Öyle görünüyor ki ve -bir aksilik çıkmazsa son anda- artık her iki el kalem tutacak. Şüphesiz bu durum tarihsel önemde ve burada büyük ustamızı yani Xanî’yi hatırlamalıyız. Bir keresinde diyordu ya “qedrê qelema me bête zanîn” diye, dileyelim ki yeni dönemde kalemimizin kıymeti bilinsin.
İspanyolların Xanî’si Cervantes, Don Kişot romanında kalemi, aklın dili olarak betimliyordu.
Epey uzun zamandır bizde aklın dili kılıçtı, bundan böyle bizim de aklımızın dili kalem olabilir, olmalıdır da.
Fakat yine de bu ünitede en önemli hususu hepimiz atlıyoruz. Kapitalizm ve üretim ilişkileri büyük bir tıkanma yaşıyor, uluslararası sistemin bütün kurumları çakılmış bir vaziyette, dünya siyaseti yeniden askeri düzene geçiyor, NATO’nun temelleri sarsılıyor ve bir kez daha Rus askerinin postal sesi Paris ve Berlin’den duyuluyor. Soru şu: dünya yeniden büyük bir savaşa koşar adım ilerlerken Kürtlerin ontolojik güvenliğini kim sağlayacak? Bu barış süreci bunu garantileyecek mi? Buna net cevabım, evet garantilemelidir, zira başka izahı yok bunun.
Çağrı metninde statü talepleri ve kültüralist çözümler ‘’tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır’’ denilmektedir. Bu tespitleri nasıl değerlendirirsiniz?
Bu konu mühim bir konu ve bazılarımızda bir “şok doktrini” etkisi yarattığı ortada. Birbirimizi kandırmaya gerek yok, federalizm, özerklik ve kültüralizm gibi hususların reddi bana kalırsa, Kürtlüğün tarihsel muhtevası bağlamında bir Kürtlük krizinin göstereni gibi duruyor. Bu izah edilmesi gereken bir yarılma.
İsrailoğullarının kült bir peygamberinin hikayesini hatırlamak bize bir fikir verebilir mi acaba? Yeşaya peygamber de bir ezilen enstrümanı olarak kılıcın sınırlarını çizmek istemişti: Ve bir defasında “silahlarınızı sabanlarınızın üzerinde kırın” diyordu takipçilerine. Bu hikâyeden de gördüğümüz üzere silahları kırmak önemli şüphesiz; ancak bu silahların konumuz bağlamında neyin üzerinde kırıldığı da ayrıca önemli.
Saban vurgusunun üretim ilişkilerinin yön verdiği siyasal nizamı sembolize ettiği açık. Bu çerçevede metne dönüp baktığımızda, Öcalan’ın silahları neyin üzerinde bırakılması çağrısı yaptığını tartışmamız gerekebilir. Silahlar bağımsızlık, federasyon, özerklik ve hatta kültüralizmin üzerine mi bırakılacak? Yoksa demokratik toplumun siyasal düzeni üzerine mi? Bu sorunun cevabını bilmek için daha çok bilgiye ihtiyacımız olduğu kesin. Eğer bundan murat edilen şey, Kürtlerin ulusal taleplerini silahlı yollardan değil, demokratik yordamlarla, pasifist araçlarla ortaya koyması ise bu pek tabi ki araçsal yenilenme bağlamında anlamlı bir dönüşüme işaret. Ama eğer bundan murat edilen şey, Kürtlerin ulusal taleplerini, kolektif haklarını kırıp, bütün mücadele dinamiklerini sandıkta daha iyi bir cumhuriyet için konvansiyonel bir oya dönüştürmekse ve eğer Kürtlük davalarını rafa kaldırıp eşitlik ve özgürlük ütopyalarını cumhuriyetin ikinci yüzyılını kalkındırmaya adayacaklarsa böyle bir stratejinin Kürtler açısından kabulü sanıldığı kadar kolay olmayacak.
Hadi Kürt davasını geçelim, doğrudan demokrasi ve hatta çoğulcu, liberal demokrasinin gerekleri için soralım: federalizm, idari muhtariyet veya kültüralist yordamlar gerçek manada demokratik olanı mümkün kılan araçlar değil mi? Şunu görmemiz gerekir: demokrasinin mistik temeli, kendi kendini yönetme yasasına dayanır. Öyleyse bu tarihsel kavramların bir çırpıda harcanmasını neye yormamız gerekir? Üstelik bunlardan hiç birisi ne Türkiye’de denendi ne de sahici bir şekilde tartışma konusu yapıldı.
Bunun şöyle bir ciddi tehlikesi de var ve buna gözlerimizi kapatamayız. O da şu: Kürt davasını, kendi kaderini tayin etme hakkından, kendi kendini yönetme paradigmasından çıkarıp, egemen (kolonyal) ulus devletin araçsal yasa adaletine bırakmak nereden bakılırsa bakılsın, -niyet öyle olmasa bile- Kürtleri liberalizmin azınlık hukuku politikalarıyla, liberalizmin tıkanmış insan hakları endüstrisi ile baş başa bırakır. Buna ilaveten meselenin kendi kendini yönetme kontekstinden çıkarılması demek, asimilasyona, self kolonyalizme ve bu yöndeki bütün ayartmalara çıplak şekilde maruz kalacağımız da demek. Bunların üzerinde yeterince düşünemediğimizi görüyorum, bu büyük sıkıntı.
”Demokrasi çağrısının muhatabı kim?”
Son olarak Türkiye’de demokratik değerlerin ve hatta demokrat bilincinin ipe dizilmiş buruşuk çamaşırlar gibi ipliği pazara çıkarılmışken, demokrasi çağrısının muhatabı kim sorusu da ayrıca önemli. Ve dahası hem dünyada yeni faşizan hareketler güçlenirken ve hem de Türkiye siyasetinde Özdağ’gillerin tekno-faşizm merakının ivme kazandığı bir siyasi konjonktürde bu demokratik reformların geleceği nasıl garanti altına alınacak?
Hem Türkiye’de hem de genel olarak Ortadoğu’da Kürt siyasetini neler bekliyor. Bir panorama yapar mısınız?
Metin üzerinden gidelim isterseniz. Bir kere metnin Türk-Kürt ilişkilerini müzmin bir problem olarak kayıt altına alması önemli. Ancak en az bunun kadar önemli olan ise tersi bağlamda metnin kolonyal okumalara neredeyse tamamen kapalı olması.
Öbür taraftan yansıyanlara bakılırsa ve tabi eğer kuvveden fiile dökülecekse, Gökalp’çi felsefenin, Kürdü kardeş kabul eden formülasyonu üzerinden reformların yapılacağı anlaşılıyor. Bu eksende Kürt-Türk tarihinde arıza verilen alanlara neşter vurulacağı, bu çerçevede Türklüğün esnetileceği vazediliyor. Öyleyse bir soru: Yusuf Akçura’nın 1904 yılında Kahire’deki bir neşriyata yayınlanmak üzere gönderdiği, Üç Tarzı Siyaset manifestosundan beri Türklüğün, yönetsel düzeyde milim esnetildiğini gören, duyan var mı?
Bununla birlikte Gökalp’in Küçük Mecmua’daki yazıları bu yeni barış sürecinin trabzanı olacağı anlaşılıyor. Hadi bu trabzanı pürüzsüzce kabul ettiğimizi varsayalım. O halde burada sorulacak soru şudur: onun mefkuresi hiyerarşisizleştirilebilir mi? Ya da eşit iki halk realitesi onun fikriyatına sığar mı? Bu konuda iyimser olmak hayli zor.
“Gökalp trabzanı” ile şunu yapmayı tasarlıyorlar anladığım kadarıyla: Öyle görünüyor ki taraflar, Türklüğü, İslami evrensellik ve demokratik çoğulculuk ilkeleriyle esnetip, burada Kürt olana bir alan tanıyacaklar. Kürtlüğe değil de Kürt olana bir alan açma fikri liberalizmin fark ve tanıma felsefesini bütünleyen unsurları olarak öne çıkıyor biliyorsunuz. Kürt olan, Türklüğün özerk bir şubesi olarak kabul edilmiş görünüyor, Bahçeli’nin Kürt kökenli değil de Kürt dediğini aklımızda tutalım. Elinde silahı olmayan, kafasında bağımsızlık/özerklik fikriyatı olmayan, yüzü Ankara’ya dönük bir Kürt tasarımı sistem içine alınacak görünüyor. Doğululaştırılmış bir Kürt fikrinin Ankara’da kabul gördüğünü öne sürebiliriz. Yılmaz Güney’in Sürü filminde Ankara’yı şifa olarak gören Şivan’ı (Tarık Akan) hatırlayalım, Ankara onun için hastaneydi, zenginlikti, yeni bir dünyaydı; hani “dilsizleştirilmiş” eşinin kulağına fısıldıyordu ya;“Ankara, Ankara, seni görmek ister her bahtı kara” diye…
Fakat şunu da unutmayalım. Gökalp aynı zamanda fetih iştahı peşindeki devlet elitleri için de trabzandan öte bir manivela işlevi görüyor. Zira bugün Gökalp demek, irredantizm demek, fetih iştahı demek, Türkçülüğün yeniden orta doğuya ayak basması demek.
Bir keresinde şunları kaleme almıştı nitekim: “Milli Misak bize etnografik bir sınır çiziyor. Bu sınırın içinde kalan yerler Türklerle, Kürtlerin sakin olduğu yerlerdir. Milli programımız yeni topraklarımızın dışında hiçbir Türk köyünün kalmasına razı olmadığı gibi, hiçbir Kürt köyünün de ayrı düşmesine razı olamaz. Bundan dolayı Musul’da, Bağdat’ta, Kürtlerle yahut Türklerle meskûn ne kadar yer varsa anavatana kavuşturmak vatan ödevlerimizin en mühimlerindendir” diyordu. Gökalp’in bu kolonyal mefkuresi Türkiye elitlerine bir hayat öpücüğü veriyor, Afrin’den Qamişlo’ya, Kobani’den Süleymaniye’ye, Haseke’den Urmiye’ye çizilecek bir hattan fiziki olsun ya da olmasın bir lebensraum (Türklüğün yaşam alanı) imkânı sağladığı açık. Bana öyle geliyor ki, devlet elitinin sulh motivasyonu tam da burada saklı.
Peki ama bu mutabakatta iki eşit öznenin varlığı söz konusu mu? Ben pek de emin değilim açıkçası. Bu tartışmaya Spivak’ın ikili zihin teorisini dahil edersek daha verimli bir tartışma yürütebiliriz sanıyorum. İkili zihin der Spivak, iki özne konumunun eş zamanlı olarak hem karşıt olduğu hem de birbirini inşa ettiği bir ikiliği içerir. Soru şu: iki eşit özne kabulü söz konusu mu? Burada da iyimser olmak hayli zor.
Ancak tarafların ikili zihin teorisinden çok ikiz ideal imgesine yakın bir pozisyon tutturduklarını ileri sürmek daha olası. Hatırlayalım “ikiz ideal” tasviri Peyami Safa’nın politik-edebi müktesebatında geçiyordu. Tarafların Kürtlerle Türklerin ilişki tarihini ikiz ideal veya ikili ideal (demokratik cumhuriyet) üzerinden yorumuna yakın bir değerlendirme yaptıklarını varsayabiliriz. Eğer durum buysa Safa’nın deyişiyle “Türk inkılabı” bu ideali “bir kılıç vuruşuyla kökünden biçtiği” varitken nasıl olacak bu iş?
Fakat yine de öyle görünüyor ki en azından kısa vadede Öcalan, üniter devlet evreninin içinde olmak kaydıyla hukuki iyileştirmeler, insan hakları sözleşmeleri destekli anayasal, kamusal ve yerel reformları işaret etmiş görünüyor. Burada sorulacak soru şu: ulus devletin hukuku ne kadar esnetilecek? Kolektif haklara varan düzenlemeler yapılabilir mi, yoksa bireysel hakların marjı mı genişletilecek?
Öte taraftan yeni bir dünya nizamının kurulmaya başlandığı ve bu yeni dünya nizamının aktörlerinin en azından şu menzilde sırtını demokratik değerlere çevirdiği ortadayken Türk tipi demokrasi üzerinde mutabakat sağlamak şüphesiz hayli iddialı bir iş. Ve üstelik üçüncü bir göz ya da garantör bir güç de şu ortamda görünmüyorken nasıl olacak!
Ezcümle Gökalp’i, Türkleşmek, İslamlaşmak, Demokratikleşmek (Muasırlaşmak) biçiminde güncellemek Kürt davasına deva olacak mı, hep birlikte göreceğiz.
Geçen yüzyılın başlarında isyankâr Ermeni örgütleri de benzer badirelerden geçmiş ve o dönem temel tartışma başlıklarından biri “müstakil bir Ermeni beyliği için mi mücadele edelim yoksa İstanbul’da vezirlerimiz mi olsun” şeklinde bir tartışma yürütülüyordu. Belki farkında değiliz ama epey zamandır bizim de tartışma başlıklarımızdan en önemlisi budur. Ve metin ikincisi yönünde bir karar kılmışlığı önümüze koyuyor.
Tabi şunu da gözden kaçırmayalım derim. Epey zamandan sonra ilk kez İngiliz siyaseti tam tekmil Ortadoğu’yu alan markajına almış bulunuyor. Geleneksel İngiliz siyasetinde Kürtlere statüsel bir tasarım yoktur. İngilizler her Ortadoğu’ya yeniden döndüğünde Kürtler katliamlardan geçti. İngilizlerin bu süreçte oynayacakları rolü dikkatle izlemekte fayda var. Belirleyici olan unsurlardan biri de bu. Nitekim tam da Şam’ın altın tepside Colani’ye sunulduğu kritik zamanlarda Bahçeli’nin sulh elini uzatması herhalde tesadüf değildi. Eğer İngilizler, Türk milliyetçiliği ile Yahudi milliyetçiliğini ortak paydada buluşturabilirse, Ortadoğu yeniden bir Pax-Ottomania’ya gözlerini açabilir. Rus tehdidi eğer dizginlenemeyecekse “ortak payda” hiç de zor değil.
Bundan sonrasına dair siz nasıl karşılıyorsunuz bu süreci, sizce nereye doğru evrilecek?
Kendi adıma bu sürecin başından bu yana olan biteni temkinli bir sulh-perverin ruh haliyle izlediğimi belirtmek isterim. Bir taraftan Kürt Melelerin şablonik diliyle “sulh iyidir” deyip duruyorum. Ama öte yandan muhtevası, duyguları ve araçları iyi ayarlanmamış sulh girişimlerinin elde patlayabileceğinin kaygısını da taşıyorum.
Şüphe yok ki, barış, savaş makinesinin yedek lastiği değildir. Şu sıra Edward Said’in, Oslo sürecinde gelişen İsrail-Filistin barışı üzerine söylediklerine bakıyorum. Ta o zamanlardan bugünlerin Filistin mücadelesinin baş aşağı ahvalini sezmişti. O dönemde iyi niyetle yapılan barış girişiminin eksikliklerinin çetelesini tutmak suretiyle, varoluşsal eksikliklerle yürütülen sürecin, Filistinlilerin bütün kazanımlarını elinden alacak bir tür “Filistin Versay’i” olabileceğine dikkatleri çekmişti. Benzer kaygıları bende taşıyorum açıkçası ve eğer bu süreç kâmil bir sulh ahlakı ve sulhun selamet getiren anlamı ile icra edilemeyecekse “Kürtlerin Versay’i” olma ihtimali beni endişelendiriyor.
İlaveten Öcalan’ın Foucault’yu dikkatle okuduğunu, onun benzer başlıklı kitabına nispetle “Bir Halkı Savunmak” namıyla bir kitap yazdığını da biliyoruz. İlginç bir biçimde Foucault bahsettiğim kitabının (Toplumu Savunmak Gerekir) daha ilk dersinde sözü meşhur Prusyalı komutan Clausewitz’e getirir ve onun “savaş, siyasetin başka araçlarla sürdürülmesinden başka bir şey değildir” cümlesini tefsir ederek bize şunu hatırlatır: bir siyasal sistem içinde, “sivil barış”, bazen savaşın uzantısı olarak da yorumlanabilir, yani bizzat savaşın bölümleri, parçalara ayrılması, yer değiştirmeleri olarak. Umalım ki bu tefsir bilgisi yanılıyor olsun ve taraflar, bu barış değerlerini, savaşın yedek lastiği niyetine kullanmasın ve herkesin ihtiyacı olan sulh hükümferma olsun.
Bakur Kürtleri tarihlerinin, mücadelenin enstrüman bağlamıyla hem en kolay hem de en zor dönemlerine girdiğini ileri sürebiliriz. Kolay çünkü, sulhun tahkim olması halinde ölmeleri veya öldürmeleri gerekmiyor. Zor çünkü tarihsel olarak şiddetsiz bir mücadele geleneğinden bihaberler ve kalemin özgürleştirebileceği noktasında bir deneyimleri yok. Hadi Gandi’ci bir deneyimle söyleyelim, satyagraha (hakikat gücü) sahibiler ama ahimsa (şiddetsizlik etiği) konusunda deneyim sahibi değiller.
Son diyeceğim de şudur: Türkiye’de Kürtlük bugün itibariyle yepyeni bir başlangıcın şafağında.
Bir takım aşırı yorumların tersine ben feshedilenin Kürtlük değil, yirminci yüzyılın silahlı Kürtlüğü olduğunu düşünenlerdenim.
Eşitlik ve özgürlük davası şüphesiz yeni bir forma bürünecektir. Zira sıradan insanları Kürtlüğe çeken şey, ezilen Kürtlüğün, özgürlüğü ve eşitliği vaat eden mistiğidir. Ve bu mistik hal, yeni bir dünya kurulurken giderek daha cezbedici hale geliyor.
Eğer ütopya Bloch’un tarif ettiği üzere “henüz olmayan’ın”, “daha gerçekleşmeyen’in” diyarıysa, Kürtlük ütopyası orta yerde duruyor.
Hemhâl