Müslümanların söylem dilinde çok önemli bir yeri olan temel kaynağımız Kur’an’ın, bireysel, toplumsal ve siyasal hayatımızdaki güncel yeri ve etkisi nedir?
Bismillahirrahmanirrahim. O dediğiniz nokta önemli, tek kaynak değil, ana ve temel kaynaktır Kur’an. Onu bir kere zihinlerimizde netleştirmemiz lazım. Çünkü Peygamber Efendimiz (s.a.v) Veda Haccı’nda o güne kadar tekraren vurguladığı bir hakikati bir daha söyledi: “Size, sarıldığınız müddetçe dalâlete sapmayacağınız iki değer bırakıyorum; onlardan birisi Kur’an, birisi de Kur’an’ın hayata dönüşmüş şekli olan sünnettir”.
‘’Dünyanın En Çok Okunmasına Rağmen En Az Anlaşılan Kitabı’’
Ama biz temel kaynak dediğimizde Kur’an’dan bahsetmemiz gerekecek, öyle bir sorumluluğumuz var. Şöyle bir hakikat var yani, Müslümanlar olarak Kur’an’ı okuyor muyuz, evet okuyoruz. İslam dünyasının tamamı üzerinden bir değerlendirme yaparsak; Ramazan’larda okuyoruz. En az okuyanımız eğer namaz kılıyorsa namazda okuyordur ibadet olarak; hastanın üzerine, vefat edenin üzerine gider kabristanda okur okur okur. Belki istenilen düzeyde olmasa da okuma var. Peki okunduğu kadar anlaşılıyor mu; ne yazık ki buna sevinerek evet diyemiyoruz. Şöyle bir ifade kullansak yanlış olmaz: Dünyada en çok okunmasına rağmen en az anlaşılan kitaptır Kur’an. Çünkü anlamak başka bir şey… Anlamış olsaydık zaten halimiz böyle olmazdı.
Kur’an gerçekten Allah’ın kelamı olarak bize sadece ibadet ve ahiret noktasında sorumluluklar yüklemez. Yeryüzünün imarına ait bir sorumluluk da yükler. Peki imar noktasında bugün Müslümanlar nerede diye sorduğumuzda, Kur’an’dan ne kadar uzak durduğumuzu ve kaldığımızı anlamış oluyoruz. Onun için okumak kavramının üzerinde biraz durmamız gerekecek. Bunun için de çok güzel bir örnek var önümüzde; sahabe nesli. Onlar okudular, okuduklarını anladılar, anladıklarını kavradılar, kavradıklarını yaşadılar, yaşadıklarını da yaşatmaya çalıştılar. Bugün aynısını yaparsak ancak Kur’an’la irtibatımızı istenilen oranda tesis edebiliriz.
Yani aslında Kur’an’la kopuk yaşamıyoruz. Okuyoruz, ama anlamak ve devamında yaşamak konusunda eksiğiz.
Tabii. Amel noktasında eğer bir din, mensuplarına bir şey yüklemiyorsa o dinde problem vardır. Neticede bir şey söylüyor, bir inançtan bahsediyorsunuz. O inanç hayatınıza müdahale edip şekillendirmeli. Kur’an’ın söylediği; ahlaki ve hayatın alanlarına ait koyduğu ilkeler, kurallar. Bütün bunlar bize amel noktasında bir sorumluluktur. Bunlar birbirinden ayrılmaz şeyler.
Peki hocam, Kur’an’ın tek kaynak olması gerektiğini iddia edenler var. Genelde gerekçeleri ise, ikincil kaynaklara gittiğimizde kargaşa çıkar. Dolayısıyla Kur’an’ı tek kaynak kabul edelim ki ayrışmadan kurtulalım. Buna nasıl bakarsınız?
Kurtuluyor muyuz peki? Gerçekten bugün bu iddiayı söyleyen arkadaşların arasında bir birliktelik var mı? Yok. Çünkü, herkes netice itibariyle kendi anladığını mutlak doğru olarak gösterecek. Ama sünnet yaşantıdır. Evet, ihtilaflar var tabii ki. Neticede âlimlerimiz yıllar yılı onun gayretini vermişler. Yani Efendimize nispeti doğru olanlarla, olmayanları ayırmak için. Bu gayreti verelim ve Peygamberimiz’in hayatında olanları doğru tespit edelim. O tespit, ihtilafları azaltacak aslında.
‘’Peygamberimiz Dinin Aslına Olan Konularda Sadece Konuşmuyor, Yapıyor’’
Burada şu hakikati iyi anlamamız lazım; sünnet ve hadis ihtilafları arttıran değil, azaltan bir şeydir. Tamamen sonlandırmaz, neticede insanoğlu var oldukça ihtilaf olacak. Bunun önüne geçemezsiniz. Ama burada sünnet ya da hadisi devre dışı bırakırsak, bu bizi iyiye götürmüyor. O zaman herkes bana göre diyerek bir din algısı oluşturacak ve o daha tehlikeli bir noktaya bizi vardıracak. Çünkü yaşanmışlığın getirdiği numune aslında bizim zihni berraklığımızı kendiliğinden getirecek, meseleyi ancak örneklik ile anlayabiliriz. Mesela teori olarak birçok şeyi söylersem size herkes anladığını zannedecek, anladığı ile yaşayacak ama bir de uygulama olarak göstersem; teorinin fiiliyatı ihtilafları en asgariye indirmiş olur. Onun için Peygamber özellikle dinin aslına olan meselelerde sadece konuşmuyor, yapıyor.
Kur’an sadece Müslümanlar arasındaki hukuku ortaya koymuyor. Ben bir Müslümanım mesela benimle bir başka Müslüman arasındaki hukuku tanzim ediyor. Bir Yahudi ya da Hıristiyan, bir başka din mensubu varsa onları da tesis ediyor.
Hz. Ali’nin Haricilerle ilgili ifadesi de bu minvalde…
Aynen öyle. Çünkü orada sünnetin hakemliği böyle önemli bir alanı dolduruyor. Ciltler dolusu kitabın aktardığı bilgiyi Efendimiz fiiliyatta gösteriyor. Sünnet budur. Burada biraz Hadis külliyatımıza karşı önyargılarımız var. O önyargılarda da yanlışı savunan ve konuşanlardan kaynaklanan bazı şeyler oluşmuş zihinlerimizde.
Kur’an bahsine tekrar dönersek; Kur’an’ın temel mesajı ve çağrısı nedir? Yani dünyaya dokunan; hayata, topluma, siyasete, eve, sokağa vs. Hayatımızın diğer alanlarına ne kadar müdahale ediyor?
Her alana müdahale ediyor. Çünkü Kur’an bir hayat kitabıdır, ahiret kitabı değil… Ahirette bize lazım olmayacak. Biz eğer güzelliklerle gidersek ahirette mahsul kaldıracağız. Onun için bizim yeryüzünde halifelik görevimiz var. O halifelik, bugünkü halifelik kavramı ile ilgili bir kavram değil, yeryüzünün halifesi olmak yeryüzünü imar etmekle mükellef olduğumuz anlamına gelir. İmara ait bütün mükellefiyetlerimizi Kur’an bizim nazarlarımıza verir ve ideal bir şahsiyetin oluşması noktasındaki her türlü bilgiyi bize sunar ve bunların üzerinden bizden sorumluluklar ister.
Kur’an 4 ana bağı inşa ediyor. Bunlardan bir tanesi; insanın kendi nefsiyle olan bağını inşa ediyor ve bunun örneklerini bize söylüyor. İkincisi; Kur’an insanla Allah arasındaki bağı kuruyor ve buna ait ilkelerini söylüyor. Üçüncüsü; insanın hemcinsleriyle, burada o ifadeyi özellikle kullanıyorum, hemcinslerin içerisine herkes giriyor. Kur’an sadece Müslümanlar arasındaki hukuku ortaya koymuyor. Ben bir Müslümanım mesela benimle bir başka Müslüman arasındaki hukuku tanzim ediyor. Bir Yahudi ya da Hıristiyan, bir başka din mensubu varsa onları da tesis ediyor. Dolayısıyla hemcinsler diye bir genel ifade kullanmamız gerekiyor. Bu üç bağla birlikte bir bağı daha inşa ediyor. O da Kur’an, insanla evren-kâinat arasındaki bağı inşa ediyor. Çevre, toprak ve şehir ile aklınıza gelebilecek bütün bunların temel ilkelerini Kur’an ortaya koyuyor.
‘’İdeal Toplumun Temelleri: Tevhid, Adalet, Meşveret’’
Birbiriyle ilintili bu dört temel inşa bağlamında, İslam’ın ve Kur’an’ın ideal bir toplum modeli var mı?
Belirlenmiş bir toplum önermez Kur’an; şahsiyeti eksene alır ve öncelikle şahsiyeti inşa eder. Şahsiyeti oturmuş insanların oluşturduğu toplum da ideal toplum olur. Mesela yönetime ait Kur’an bir sistem önermez ama yönetimin ilkelerini söyler. Eğer toplumda, yönetimin temellerini oluşturan üç esas; tevhid, adalet ve meşveret varsa netice itibariyle o ideal bir toplumdur. Kökte tevhidi, gövdede adaleti, dallarda ise meşvereti esas alır. Onun için Kur’an, sistemden ziyade ilkeler üzerinde durur.
Kur’an’ın çok anlama gelişiyle ilgili sınırlanacağımız bir noktası var mıdır?
Kur’an’ın metni bir defa nazil oldu, ama manası her gün nazil oluyor. Aziz kitabımızın kendisini akledenlere ithaf etmiş bir özelliği var. En çok üzerinde durduğu mesele tefekkür meselesidir. Tefekkürü bu kadar önceleyen bir kitabın düşünceyi durdurması mümkün değildir. Eğer öyle olsaydı bugüne kadar bu kadar tefsir de yazılmazdı. Neticede Allah’ın kitabını okuyacak insanlar okuduklarının üzerinden de bazı yorumlarda bulunacaklardır; hiçbir tefsir de meal de Kur’an değildir, netice itibariye yazanın yorumlarıdır ve düşünceleridir.
Bu olması gereken bir şey ama burada dikkat etmemiz gereken bir husus var. Şimdi kalkıp 21. asırda açacağım Kur’an’ı önüme, benden önce o ayetlerin nasıl anlaşıldığına hiç dikkat etmeden bağlamından koparacağım ve bugünkü zihni altyapının ya da zihni anlamda geldiğim noktanın bana verdiği telkinlerle Allah bunu diyor diyeceğim. İşte arıza orada aslında. Çünkü neticede hangi alanda olursa olsun bir söz söyleyebilmek için benden öncekiler nasıl anladı bunu diye bir soru sormam gerekir ve bu beni kötü bir noktaya getirmez. Aslında daha doğru sonuçlar çıkarmam için fayda sağlar. Onun için keskin konuşmak doğru değil.
‘’Geleneği Silip Atmak da Putlaştırmak da Doğru Değil’’
Evet Kur’an miladi 6. asırda belli bir topluma, belli olaylar üzerinde aşama aşama indi. Sebebi, nüzul bilgilerini bildiğimde o ayetin nasıl doğru anlaşılması noktasında bana katkı sağlar. Onun için geleneği silip atmak da geleneği putlaştırmak da doğru değil. Hayat devam ediyor ve yeni şeyler ortaya çıkıyor. Bazı ayetler var ki o günkü ilk muhataplar çok sınırlı bir biçimde anladılar ama bugün biz dünyanın getirdiği birikimle o ayetleri çok daha farklı bir biçimde anladık, bizden sonraki nesiller de bizden daha iyi bir noktada bazı şeyleri anlayacaklar. Onun için kestirip atmak ve belli çemberlerin içerisine dâhil etmek Kur’an’ın ruhuna aykırı. Dolayısıyla bir bütün olarak değerlendirmek durumundayız.
Müslüman bireyin İslam toplum idealindeki sorumluluğu nelerdir? Ve bu bağlamda ümmeti nasıl tanımlarsınız?
Aslında birçok ideoloji, din ya da inanç sistemi idealize ettiği şeyin fiiliyatta karşılığını çok bulamamıştır. Ama İslam bunu buldu. Asr-ı Saadet dediğimiz bir ortam oluşturdu, idealize ettiğini yaşadı ve örneğini koydu. Belki çok uzun sürmedi bu. Neticede İslâm, Hz. Ali’nin şehadetiyle Hz. Hasan’ın 6 aylık hilafetini de onun içerisine katarsak 30 yıllık bir süreç Peygamber’den sonra; 23 yıl da Efendimizin yaşadığı dönemi alırsak toplam 53 yılda ideal bir toplum kurdu. Ancak biz Asr-ı Saadet deyince, halifeler dönemi de bunun içerisinde hiç sorun yok, her şey güllük gülistanlık diyemeyiz, böyle bir şey yok. Sahabe en büyük sorunları yaşadı o yıllarda. İnsanın olduğu yerde sorun bitmez.
Düşünün Âdem (a.s) ve Havva (a.s)’ın çocukları birbirleriyle kavga ediyor. Koca dünya, bir avuç insan ama kavga gürültü başlıyor. İdealize etme durumu bizi ütopyaya sevk etmemeli. Kendi dünyamızda kurguladığımız şeyleri bazen Asr-ı Saadet’e söylettiriyoruz. Gerçeklik ile karşı karşıya kaldığımızda her şey ters yüz oluyor ve bugünün dünyasında iyiyi elde edemiyoruz. Çünkü çok idealize etmişiz. Öyle bir hale sokmuşuz ki ulaşılabilmesi mümkün değil.
Hz. Ömer hilafete geçtiğinde ilk yaptığı konuşmasında; ‘’Eğer bir yanlış yaparsam beni ne ile düzelteceksiniz’’ diyor ve kılıçlar kalkıyor havaya. Hz. Ömer buna şükrediyor. Yanlış yaparsa düzeltecek insanlar var cemaatin içerisinde ve düzelttiler de.
Kur’an marufu emreden, kötülükten sakındıran hayırlı toplumun kodlarını bize veriyor ve bunları koruyun diyor. Bizi takvayla ve iyilikle yardımlaşmaya çağırıyor. Asla günahla ve kötülükle yardımlaşmayın diyerek esasları ortaya koyuyor ve bunun için de gayretimizi istiyor. Ama biz hayat ile Kur’an ve dünya ile ahiret arasındaki dengeyi tam olarak kuramadığımız için kendi algılarımızın bize dayattığı şeylerle uğraşıp duruyoruz. Onun için idealize edilmiş bir toplum örnekliği var önümüzde. Tevhid, adalet ve meşveret örnekliğinde inanılmaz güzel numuneler konmuş. Kur’an’ın bizden istediği her emrin, bize yasakladığı her yasağın uygulamasını sahabe üzerinden görüyoruz.
Yönetim üzerine getirirsek sözü, mesela Kur’an bize dayatmıyor. Her halifenin seçim ve yöntemi farklı olmuştur. Her birinde sistem farklı bir biçimde işliyor. Bütün bunlar işte oradaki yönetimin nasıl yürüdüğünü bize söylüyor. Ümmet, ilkeler üzerinden yürür, şekiller üzerinden değil. Şu anda da şekil ve şartlar değişiyor, insanlık farklı farklı tecrübeler ediniyor, İslam bunları dayatmıyor. Zaten Kur’an’ın evrensel olması budur. Değişken olan şeyleri asla dayatmaz sabiteleri söyler, geri kalanını ehil olan insanların içtihadına bırakır. Aslolan şahıs değil orada. Bu anlamda sahabe bir Kur’an cemaati olarak, Kur’an’ın bizden istediği ilkelerin hayattaki numunelerini bize verdikleri için örnek ve rehber olarak bizlere takdim ediliyor.
Dört halifede bahsettiğiniz üzere bir hareket kabiliyeti var. Güncel, pratik, aksiyonel bir değişim. Fakat başka bir yerden bakalım. Dört halifenin de hilafeti vefatlarına kadar bırakmamış olmalarını nasıl değerlendirmeliyiz?
Hilafet dediğimiz sistem bugünkü direkt yönetimle kıyas edilebilecek bir sistem değil. Hilafette siyasi ve dini önderlik var. Bu ikisi beraber olduğu için o gün toplumun en ehil olan insanı üstlenir bu işi ve eğer ilkelere riayetsizlik olmazsa hayatının sonuna kadar da kalır. Mesela Hz. Ömer hilafete geçtiğinde ilk yaptığı konuşmasında; ‘’Eğer bir yanlış yaparsam beni ne ile düzelteceksiniz’’ diyor ve kılıçlar kalkıyor havaya. Hz. Ömer buna şükrediyor. Yanlış yaparsa düzeltecek insanlar var cemaatin içerisinde ve düzelttiler de.
En başta hatasız insanlar değiller. Neticede hiçbir sahabe masum değildir, masumluk sadece peygamberlerdedir. Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali de bazı hatalar yaptı. Onlar böyle bir şey yaptığı zaman toplumun içerisinden insanlar onları uyardılar. Allah’ın kitabından ve Peygamber’in sünnetinden değerlere karşı bir uzaklaşma olsa, o günkü o toplum buna müsaade etmezdi.
Peki hocam, Asr-ı Saadet Müslümanların dilinde biraz ütopya olarak kalmadı mı? Siyerin, Asr-ı Saadet’in ve özellikle Medine Sözleşmesi bağlamında Peygamberimiz’in orada inşa etmeye çalıştığı modelin günümüzdeki izdüşümünü nasıl okumalıyız?
Şöyle bir acımız var; Nasıl ki Kur’an’ı okumamıza rağmen anlamıyoruz, aynı şey Siyer için de geçerli. Siyer deyince tarihi bazı malumatların tekrarı olarak zannediyor ve tarihi bilgilerle sınırlı tutuyoruz. Aslında Siyer bu değil, tarihi bilgiler yardımcı unsurlardır. Siyerde bir ruh var, o ruh bize Müslümanın hayattaki yaşayışına dair adımlarına ölçüler koyuyor.
Allah Resûlü, Siyer onun hayatı, o hayat bir beşerin hayatı olsa da aslında bütün bir beşeriyetin hayatıdır. Son Veda Haccı’nda yalnız Müslümanlara değil, ‘’Ya Eyyuhen Nas’’ diyerek insanlığa konuştu ve insanlığın ihtiyacı olan her şeyi söyleyerek gitti. Bugün zip dosyaları var bilgisayarlarda, sıkıştırılmış bir bilgi hazinesi, ne ihtiyacınız varsa, aslında o 23 yılda, artı 40 yıl peygamberlik öncesi; 63 yıl, inanılmaz numuneleri hayatına sıkıştırdı. Dolayısıyla Peygamberimiz’in hayatı olan Siyerle böyle canlı bir bağımızın olması gerekiyor.
Bugün 2 milyarlık bir sayıdan ve onlarca şehirden bahsediyor olabiliriz, ama ne yazık ki acı bir hakikat; şu anda adı Medine olan şehir bile Medine değildir. Ne mimarisi ve yönetimi ne de adalet ve ahlakıyla Medine olmaması, o temel örneklikten koptuğumuzu gösteriyor bize.
Hilafetin saltanata dönüşmesi ve Emevi, Abbasi ve Osmanlı süreci bir devlet üretti. Bu durumu İslam tarihi açısından nasıl değerlendirmeliyiz?
Asr-ı Saadet’ten sonra bazı iyi ara dönemler oldu. Ömer İbn-i Abdülaziz, Emevilerde ikinci Muaviye gibi, bazı Abbasi sultanlarında ve Osmanlı’da. Ama biz Asrı Saadet’teki kodları uzun süre bir daha yakalayamadık. Sebebi Efendimiz’in örnekliğinden uzaklaşmamız.
Yani Allah Resûlü bir Medine kurup gitmedi, kıyamete kadar gelecek olan bütün insanlığa yalnızca bir şehir değil, bir model olarak Yesrib’lerin (Medine şehrinin eski ismi) nasıl Medine olacağının yolunu da gösterdi. Bir toplumun Medine olabilmesinin temel ilkelerini korumazsak, gerçek manada Müslümanlardan ve İslam toplumundan/ümmetinden bahsedemeyiz. Bugün 2 milyarlık bir sayıdan ve onlarca şehirden bahsediyor olabiliriz, ama ne yazık ki acı bir hakikat; şu anda adı Medine olan şehir bile Medine değildir. Ne mimarisi ve yönetimi ne de adalet ve ahlakıyla Medine olmaması, o temel örneklikten koptuğumuzu gösteriyor bize.
Efendimiz bu alanda bize çok önemli örneklikler koydu. 63 yıllık hayatın en temel uçlarını bugünkü dünyada tespit edersek; bir Hilfü’l-Fudûl, bir Medine Sözleşmesi bir de Hudeybiye örnekliği var. Bu üç örneklik özellikle hayatın şekillendirilmesi noktasında çok güzel numuneler veriyor. Ama ne yazık ki itirafta bulunalım, Müslümanlar olarak üçünü de anlamış değiliz.
Peki hocam, İslam’dan devlet mi yoksa adil bir yönetim mi çıkarmalıyız?
İslam, devlet sistemi olarak bir şey dayatmaz bize. Ama şahsiyetleri kurarak bu noktada bir toplum oluşturmamızı ister. Mesela nübüvvetin de kendine özgü bir siyaseti var. Nübüvvet siyaseti asla iktidarı hedeflemez, ıslahı hedefler. Önce ıslah eder, ıslah olan toplumun kendisi yönetimini oluşturur. Çünkü İslam, tepeden inme hiçbir sistemi kabul etmez ve bu İslam’ın ruhuna aykırı bir şey. Gönülleri fetih ve inşa etmeden, tepeden aşağıya doğru her türlü müdahalenin toplumda neler ortaya çıkardığının örneklerini bugün ve tarihte de görüyoruz. İslam önce vicdanları harekete geçirip ahlakları inşa etmiştir. Dolayısıyla bu aşağıdan yukarıya olan bir durumdur.
Bundan dolayı Efendimiz‘’nasılsanız, öyle idare edilirsiniz’’ diyor. Hz. Ali döneminde bazıları Hz. Ali’nin yanına gelip dediler ki; senin dönemin çok kargaşalı, ne Ebubekir ne de Ömer döneminde böyle şeyler görmedik. Hz. Ali dedi ki; “onların döneminde onlar vardı, biz vardık. Benim dönemimde onlar yok, siz varsınız”. Nübüvveti anlayan bir zihnin söylediği bir sözdür bu… Eğer toplum kalitesi iyi olmazsa yönetimde kalite beklemek beyhude bir bekleyiştir. Evde adaleti sağlamayan baba, anne ya da bir delikanlıdan yarın bir yerde memur olduğu zaman adaleti nasıl bekleyeceksiniz? Bugün neyse, aslında birbirimizin aynası olarak toplumda duruyoruz.
İlk dört halife dönemi, hilafet, bir iktidar aracı değil aslında bir sorumluluk, yük ve bir memuriyet gibi yaşanıyor. Sonraki dönemlerde ise hilafet ismi var ama aslında yaşananın bir saltanat olduğunu söyleyebilir miyiz?
Aynen öyle. Hilafetin adı var ama kendisi yok. Zaten Hilafet ile Saltanat arasındaki en büyük fark odur. Hiçbir halife kendisini Allah’ın halifesi olarak göstermedi. Hz. Ebubekir, kendini Resulullah’ın halifesi diye takdim etti. Sonra bazı sahabelerin içtihadıyla ‘Emirü’l Mü’minin’ diye ifadelendirildi. Emevilere gelince ‘halifetullah’, ‘zillullah’ kavramları çıktı, ‘Allah’ın gölgesi’; böyle bir şey var mı? Kendi yönetimlerini meşrulaştırmak için aslında kayıp olan şeyleri başka şeylerle desteklemeye çalıştılar. Mesela ailenin öncellenmesi, soyunun devamiyetinin sağlanması, babadan oğula intikal meselesi. Bunlar kesinlikle nübüvvetin ve hilafetin kabul etmeyeceği şeylerdir. Ama sonradan sanki İslam’ın parçasıymış gibi anlaşıldı ve her gelen bu sistemi önceleyip durdu.
Efendimiz Mekke’yi fethettiği zaman Kâbe’nin anahtarlarını, daha önce kimin elindeyse onun eline bıraktı; Osman bin Talha’nın eline. Bu çok önemli bir ölçü. 21 yılın sonunda Mekke fethedilmiş ve valilik görevini hak edecek yüzlerce isim var orada. Efendimiz, bu iş, aile işi değil, İslam’ın asabiyet diye bir derdi yok, bunu anlasınlar diye Benî Ümeyyeden 18 yaşındaki bir delikanlı olan Attab bin Esid’i Mekke’nin ilk valisi olarak atadı. Bir yerler fethedildiği zaman eğer yönetim noktasında bir zafiyet yoksa Efendimiz yöneticileri değiştirmiyor, olduğu yerde bırakıyor. Çünkü İslam’ın iktidar diye bir hedefi yok. Asıl olan o topluma İslam’ın mesajlarının ulaşmasıdır, başta kim olursa olsun ne fark eder. Burada iki tane temel kavram var; ehliyet ve liyakat. Bu ikisi varsa eğer, İslam orada şahıslara ve mensubiyete takılmıyor.
‘’Medine Vesikası Günümüze Uyarlanmalı’’
Oldukça önemli bir sözleşme ve yönetim örnekliği olmasına rağmen, ‘Medine Vesikası’nın tarih boyunca görmezden gelinmesi hakkında ne söylersiniz?
Tabii bu tam olarak neyden kaynaklandı bilemiyorum. Ama ilmi anlamda şöyle değerlendiriyorum. Bizim tarihi rivayetlerimizin birçoğu hadis kaynaklarımızda yer almaz. Hadis kaynakları ince eleyip sık dokunur. Kendilerine özgü oluşturdukları bir usul vardır. Yoksa onun dışında bir art niyet var mı, bir şey söylersem zorlamış olurum. Ama şu bir hakikat ki bu kadar önemli bir metin, hak ettiği oranda bizim dünyamızda yok. Hadi geçmiş geçti diyelim. İşte saltanatın işine gelmediği için dikkate almadılar. Ya biz şu anda ihtiyaç duyuyoruz, şu anda bir tıkanıklık yaşanıyor. Dünya bir sistem arayışı içerisinde, Medine Vesikası da dünyanın ilk yazılı anayasası olarak (sadece Müslümanların öylesine söylediği bir tespit değil, anayasa alanında çalışan batılı modern araştırmacıların da tespitidir) bir metin ve uygulanma örnekliği olarak önümüzde var.
Medine Sözleşmesi, Hicret’in hemen arkasından yapılıyor. Sonra ara ara maddeler oluşuyor ve Hicret’in ikinci yılında Bedir Savaşı’nın hemen öncesinde 47 ana, 5 tane de ara madde olmak üzere toplam 52 madde ile oluşturuluyor. Ne kadar bu metinden haberdarız ve bugünün dünyasına uyarlanması konusunda ne gibi çalışmalarımız var diye sorduğumuzda çok da bizi sevindirecek tablolarla karşılaşamıyoruz.
Endülüs tecrübesi yaşadık mesela, 8 asırlık uzun bir süreç. Hepsi idealize edilmiş, mükemmel bir sistem değildi. Orada da ciddi arızalar yaşanmış ama her şeye rağmen Medine Vesikası’ndaki çok hukuklu sistem ve öteki ile beraber yaşama noktasında Endülüs’te çok güzel örneklikler oluşturmuşuz. Kurtuba ve Granada inanılmaz derecede bu noktada örneklik oluşturmuş. Bugünün dünyasında bizim buna çok daha farklı bir biçimde ihtiyacımız var. Onun için özellikle Medine Vesikası her boyutuyla ele alınmayı hak eden bir vesikadır.
Dinin araçsallaştırılması ve siyaset ile ilişkisi hakkında neler söylersiniz?
Din hiçbir şeye araç edilemeyecek bir değerdir. Kim onu neye araç ederse aslında hem dünyasını hem ahiretini mahveder. Din, kişinin kendisi ile Allah arasındaki hukuku ve diğer bağları tanzim edip koruyan bir sistemdir. Dini, menfaat, ticaret ve siyaset aracına dönüştürmek dinin ruhundan uzaklaştığımızı gösterir. Çünkü din bunu kabul etmez. Yıllar yılı zaten bunlar yaşandığı için din, bir türlü insanlarda istenilen oranda karşılık bulamadı. Neticede kendi dünyanızda bir hedef koyuyorsunuz ve o hedefi gerçekleştirmek adına dini ve dinin özel alanlarını kullanıyorsunuz, bu felaketi getiren bir durumdur.
Peygamber bir hadisinde şu benzetmeyi yapıyor; ‘’aç bir kurdun bir sürüye musallat olduğunda o sürüye verdiği zarar neyse, hırs sahibi bir insanın da dini meseleleri kullanarak verdiği zarar aynıdır’’. Biz bunu çok acı bir biçimde tarihte yaşadık ve şu anda da yaşıyoruz. Bir din düşünün birileri o dinin sırtından bir şeyler kazanıyor, başkaları da sömürülüyor. Hangi dinden bahsediyoruz o zaman? Bu Allah’ın dini değil, başkalarının bizden isteyip dayattığı bir şeydir.
Bakın mesela bizim, İbn-i Bacce, Farabi gibi İslam ahlakçılarımızın oluşturduğu bir sistem var; diyorlar ki en başta ’Tedbiru’l-Mütevahhid’, yani şahsiyetin korunması. Sonra ’Tedbiru’l-Menzil’ yeni evin-ailenin korunması, üçüncü aşamada ’Tedbiru’l-Medine’ yani toplumun korunması. Yine fıkıh kitaplarımızda söylenen ’Ehlü’l Hal ve’l-Akd’ bu aslında (danışma ve şura kurumu). Bu da tepeden inme bir şey değil, ehliyet ve liyakat sahibi istişare heyetini toplum kendi içinden oluşturuyor. Bu da toplumun kalitesi ile oluşabilecek bir şey. Oluşmadığı zaman dini, bayrağı, vatanı yani kutsal olarak değerlendirilen her şeyi birilerinin kullanacağı malzemeye dönüştürmüş olursunuz.
Ben şu anda insanlığın genç nüfusuna güveniyorum. Gençlerin her türlü prangalardan ya da Ali Şeriati’nin ifadesi ile zindanlardan kurtularak daha üst bir kimlikle meselelere yaklaşacağı görülüyor.
Bu durumun bizi çıkmaza götüren bir tarafı yok mu? Toplum ve yönetim arasında diyalektik bir ilişki var. Nitelikli bireyleri yetiştirecek araçlar da iktidarın elinde olduğu müddetçe ikili bir müdahale, yöntem ve kavrama şekli geliştirmek gerekmiyor mu?
Yani öyle ama, bir yerden başlayacaksak en başta alacağımız nokta yine aşağıdan yukarıya doğru olmalı. Şu anda bir dayatma ile karşı karşıyayız, ama ne yapalım. Başka bir yolumuz yok bu noktada. Eğer dersek biz yönetimi alalım o zaman hallederiz diye, inanın ki yönetimi alan insanlar eğer böyle bir terbiye sisteminden mahrum kalırlarsa, dünün mazlumu iktidarı elde ettiği zaman bugünün zalimi oluyor.
Hz. Ömer söylüyor: Önce toplumun ıslahı… Eğer sen o toplumu, yani gönülleri fethetmeden toprağı fethedersen İslam’ın ruhuna aykırı davranırsın. Zaten sonraki süreçte çok hızlı bir genişleme bu zararı getirdi. Gönüller fethedilmeden topraklar fethedildi ve insanlar tam anlamıyla o şahsiyet yetiştirmesinden mahrum kaldıkları için de arızalar çıkmaya başladı. İşte bu din dediğiniz şey yasalarla belirlenecek bir şey değil. Eğer tam olarak ahlak içselleşmediyse dinin özünü anlayan bir insan onu gözetleyen bir başka iradenin olduğuna inanıyor, oradaki vicdan mahkemesini nasıl işletiyor, bugün o olmadığı için bu kadar sorunla karşı karşıyayız.
‘’İslam Coğrafyasında Bir İslam Devleti Yok!’’
Hocam din devleti ya da devletin dini olur mu? Özellikle Türkiye özelinde de söylersek Laiklik İslam’ın öğretilerine tezat mı?
Şimdi uygulanan laiklik çerçevesinden değerlendirirseniz, din ile devletin birbirinden ayrılması diye, o genel tanıma hiçbiri uyumuyor, bütün yönetimler dine müdahale edip sınır çiziyor. Bütün İslam coğrafyalarında bu sorunu yaşıyoruz biz. En başta söylediğim şey aslında bunun cevabı; sistem olarak zemine tevhidi, gövdesine adaleti, dallarına meşvereti koymaktır. Bu üçü olmazsa olmaz esaslardır. Mesela bir İslam devletinden bahsettiğimizde, işte bir bayrakta hem de havalı olsun diye altına bir kılıç koyarak la ilahe illallah yazıyorsa, bu o devleti İslam Devleti kılmıyor. Sokakta tesettürden başka bir şey görünmemesi ya da yöneticilerin ayetle, Kur’an’la besmele ile konuşmaları o devleti İslam Devleti yapmıyor.
Adalet meselesi o kadar önemli bir mesele ki, din dediğiniz bu inanç sisteminin iki kanadı var; biri Tevhid, diğeri Adalet. Tevhid; insanla Allah arasındaki iletişimi, ilişkiyi düzenliyor. Adalet ise; insanla kâinattaki her şeyle nasıl bir ilişki kurulacağını düzenliyor. Bu iki temel kanadı kırdığınızda adına İslam Devleti demeniz o devleti İslam Devleti kılmıyor. Şu anda öyle bir devlet yok. Ne İran ne Suudi Arabistan ne de Türkiye için asla böyle bir şey konuşamazsınız. Çünkü İslam coğrafyalarında ne Tevhid ne adalet ne de meşveret hak ettiği oranda yok.
Son iki yüz yılda, ulus-devlet ve temel dayanağı kapitalizm olan bir anlayış var. Ortadoğu’da da Müslüman milletler bu sisteme hemen entegre oldular. Bu durum bir çölleşme, çürüme ve asimilasyonu beraberinde getirmedi mi? Ve buradan bir çıkış yok mu?
Var, olmaz diye bir şey yok. Ben şu anda insanlığın genç nüfusuna güveniyorum. Gençlerin her türlü prangalardan ya da Ali Şeriati’nin ifadesi ile zindanlardan kurtularak daha üst bir kimlikle meselelere yaklaşacağı görülüyor. Netice itibariyle insanlık tıkanmış bir vaziyette. Sorunu sadece biz yaşamıyoruz, Amerika ve Avrupa da yaşıyor. Irkçılık ve kapitalizmin getirdiği şeyler insanlığı belli bir noktada tıkadı kaldı. Kendimizi bu prangalardan kurtaracağız. Müslüman olduğumuz için kendi inançlarımıza karşı farklı bir yaklaşımımız var ama başka herkesle ortak bir yol bulabiliriz. Yeter ki algılarımızı birilerinin eline vermekten kurtulalım ve iyi bir tefekkür ile insanlığa örnek olabilecek şeyler takdim edelim.
Bu manada İslam toplumumuzun gençleri olarak konuşalım. Geçmişimizi iyi tahlil edip, Asr-ı Saadet modelini önyargılardan kurtarmış bir vaziyette anlamaya çalışırsak inanın bu dünyaya bir model sunabiliriz. O sermayeye sahip olduğumuz kanaatindeyim. Çünkü İslam’ın öngördüğü ve önerdiği toplumda ötekine hiçbir dayatma, kısıtlama, ırkından, dilinden, renginden, mensubiyetinden ve aidiyetinden dolayı başka bir kefeye koymak yok. Asabiyet dediğimiz kavramın içerisine ırkı koyarak konuşuyoruz ama İslam her türlü asabiyetçiliği ayaklar altına alıyor. Yaş, ırk ve cinsiyet asabiyetçiliklerini de iptal ediyor. Üstünlük ırkta, cinsiyette, toprakta değildir. Bütün aklınıza gelebilecek her türlü üstünlüğü takvaya bağlıyor. Bu sistemi biz bugün anlayabilsek ve gerçekten insanlara anlatabilsek, insanlığa bir çıkış yolu buldururuz.
Peki dinin milliyetçilik bağlamında sembollere ve sloganlara kurban edilmesine ne dersiniz?
Bizim acımız bu zaten. Onlar kullanıldığı için bugün gençler tam anlamıyla İslam’ı anlayamıyorlar. Mesela Türkiye’de işte son yıllarda ateizmin, deizmin yayılma sebeplerinden bir tanesi budur. Çünkü gençler bunun örnekliğini göremiyorlar ve yaşananlar onlarda dine karşı bir mesafenin çoğalmasına sebep oluyor. Biz bir şekliyle İslam’ın aslında bu yaşananlara mecbur ve mahkûm olmadığını anlatmalıyız. Eğer İslam’dan bahsedeceksek birilerinin yaşantısı üstünden değil, asıl kaynaklar üzerinden bir değerlendirmenin yapılması gerekiyor.
Şu anda bu modern şehirler sadece binalarımızı mı betonlaştırdı, değil, bizi de betonlaştırdı. Merhamet duygularımız betonlaştı.
Doğu ve Batı hakkında ne dersiniz? Çatışmalı mı yoksa dayanışmalı mı?
Doğu da Allah’ın batı da… Doğu ve batı kavramları üzerinden bir kavganın mağlubu oluruz. Bugün eğer insani değerler batıda farklı bir biçimde değer kazanmışsa biz o değerin peşindeyiz. Çünkü “hikmet müminin yitiğidir” diyen bir Peygamber’in ümmetiyiz. Onu nerede bulursak alırız. Bugün Batı iyi bir şey yaparsa Batı yaptığı için düşman olmak Peygamber’in ufkuna aykırı bir şeydir. Doğunun her şeyi iyi de batının her şeyi kötü mü? Onların her şeyi iyi de bizde her şey kötü mü? Değil. Yani burada böyle keskin faylar oluşturup düşmanlık üzerinden meseleyi değerlendirmenin hiçbir faydası yok. Bizim yapmamız gereken iyiliğin, hayrın arkasında olmaktır. Bu noktada gayretlerimizi artırırsak, insanlığın ortak değerlerini daha güzel bir biçimde tespit edersek ve bu ortak değerler üzerinden konuşursak bizim insanlığa söyleyeceğimiz ve insanlıktan alacağımız çok şey var.
Biz tebliği hep şöyle anlıyoruz; ben konuşayım karşı taraf dinlesin. Peygamber’in hayatında böyle bir tebliğ yoktur. İnanın onun dinledikleri konuştuklarından daha fazladır. Tek taraflı bir şey yoktur. Bir kere tek taraflı bir şeye inanan insan kendi değerlerine güvenmiyordur. Karşıyı dinlersem kafam karışır, itikadım bozulur diyen biri bu dini anlamamıştır.
Şehir, Medinedir
Siyerden yola çıkarak bir ‘İslam şehri’ kavramından bahsedebilir miyiz? Özellikle son yıllarda deneyimlediğimiz şehirleşme pratikleri ile karşılaştırırsanız ne söylersiniz?
Şehirleşme aslında medineleşme ile alakalı bir kavram. Allah Resûlü Medine’yi kurarak aslında bize bir şehir modeli de koymuş oldu. Mesela çok ilginçtir, Medine’ye Hicret’ten sonra dışarıdan bir göç dalgası başladı ve bir müddet sonra Efendimiz bunu sınırlandırdı; “Medine ziyaret yurdudur, ikamet yurdu değil” dedi. Bu aslında çarpık kentleşme dedikleri şeyin önüne bir set çekmekti. Orada 10 bin nüfuslu bir şehir var. Efendimiz yollarına varıncaya kadar her şeyi yeniden tanzim ediyor. Çok ilginçtir, yine bu örnekler meseleyi anlamamız açısından bize güzel numuneler verir; pazara, camiye ve mescide gelen yollarda iki tane yüklü devenin birbirinin yanından rahat geçebileceği şekilde tanzim edip yolların ölçülerini bile koydu. Neticede bir şehirde İslam’ın ruhuna aykırı bir şey olursa, o çarpıklık zihniyetleri de çarpıklaştırıyor.
Şu anda bu modern şehirler sadece binalarımızı mı betonlaştırdı, değil, bizi de betonlaştırdı. Merhamet duygularımız betonlaştı. Yaşadığımız her şey bize etki ediyor. Onun için Peygamberimiz böyle bir şeye asla müsaade etmedi ve İslam’ın mimari anlayışını medeniyetin en önemli parçası sayarak bir imar anlayışı ortaya koydu. Bunu sadece Medine’de de sınırlı tutmadı. Bizim medeniyetimizin kurulduğu şehirler var, Kufe mesela aslında bir askeri karargâh olarak kuruldu sonra Medine modeli bir şehre dönüştü. Basra aynı şekilde, daha sonraki süreçte Bağdat. Mısır’ı fethettiği zaman mesela Amr İbn-i As, Fustat sonra Kahire diye meşhur oldu ama İslam kaynaklarında ismi Fustat; orası da aynı. Ortada bir mescit var toplumun kalbi, o kalple şekillenecek ve asla bu noktada mimariden trafiğine kadar ağaç yeşilliğinden insanların ev sistemine kadar Efendimiz’den aldıkları ilhamla hiç farklı bir şeyler yapmadılar. Düşünebiliyor musunuz, mesela o günlerde Efendimiz iki katın üstünde ev yapılmasına müsaade etmedi. Gökyüzüyle teması kesmedi. O etki kaybolmasın istedi.
Hayvan ve bitkilere de yer vardı tabi. Onların haklarını ve hukukunu korumayı en önemli mesele olarak görürdü. Ama ne yazık ki bugün yok. Bana sorsanız, hocam dünyanın en bedevi şehrini söyle, vallahi hiç düşünüp taşınmadan Dubai derim size. Bugün medeniyet sembolü olarak gösterilen binaların şatafatı İslam’ın ruhuna aykırı bir şey.
‘’Fitne Kadında Değil, Erkeğin Gözündedir’’
Hocam Allah’ın kadına verip de erkekler tarafından gasp edilmiş hakları var mı? Kadın, toplumsal ve siyasal olarak hak ettiği yerde mi?
Değil, gerçekten değil. Kadını sorun olarak gören her türlü zihniyetin kendisi sorunludur. İslam’ın kadın ya da erkek diye de bir sorunu yok, insan diye bir sorunu var. Yani cinsiyeti hiç bu noktada dikkate almaz. Genel anlamda insan kimliği üzerinden konuşur.
Her meselede olduğu gibi burada da değerlerimizden koptuk. Mesela Asrı Saadet’te Peygamberimiz’in kadına verdiği değer, 14 asır geçti, halen o noktada bile değiliz. Efendimiz inşa ettiği toplumu, iki kanatla, erkek ve kadınla inşa ediyor. Dar’ul Erkam’a (Peygamberimizin ilk Müslümanlarla toplandığı ev) bakıyorsun yarısı kadınlardan oluşan bir mektep karşınıza geliyor. Suffa’ya (Peygamberimizin eğitim meclisi) geliyorsun, Efendimiz Medine’de Mescid-i Nebevi içerisinde ‘Suffatun Nisa’ yani kadınlar suffasını oluşturuyor. Yine, içerisinde sözcüler seçiyor, ‘Hatibetü’n Nisa’ adında; onlara söz hakkı veriyor ve çarşı pazar denetleyicileri olarak kadınları istihdam ediyor.
Yani sosyal hayattan tecrit edilmiyor.
Asla böyle bir şey yok. Kadını belli bir yere hapseden, belli bir yerle sınırlandıran anlayış problemlidir. Bir kere kadını fitne gören anlayışın kendisi fitnedir. Fitne kadında değil, erkeğin gözündedir. Fitneyi önlemek için Allah erkeklere; gözlerinizi kısın diyor. İlk önce o emri erkeğe söylüyor. Bu ne demek, kadın hayatın içerisinde olacak, sana diyecek ki gözünün tesettürü olsun, ölçüyü koyacak. Onun için kimse kendi geleneğinin oluşturduğu şeyi din diye bize dayatmasın. İslam bu noktada ufuklar üstü şeyler söylüyor.
Mesela son dönemlerde de tartışılan, işte Efendimiz’in ‘’kadınlar Allah’ın emanetidir’’ sözü üzerinde emanet kavramını anlamayan zihinlerin, sanki orada kadın erkeğe zimmetlenmiş gibi, bir meta anlayışına indirgeyerek meseleyi değerlendirdiler. Emanet, istediğin her şeyi yapabilirsin demek değil, istediğin her şeyi yapamazsın demektir. Sadece kadın değil, bedenimiz de bize emanet. Bakın bedenimizde de bizim tasarruf hakkımız yok. Allah Resûlü’nün söylediği o söz kadını değerden düşüren bir söz değil, kadının var olan değerini koruyun noktasında erkeklere bir mükellefiyettir. Bunları doğru anladığımız zaman İslam’da kadının yerini anlamış oluruz. Anlamadığımız için yıllar yılı bu memlekette kadına şiddet diye bir sorun var. En fazla konuşması gereken bizdik, biz konuşmadığımız için şu anda İstanbul Sözleşmesi konuşuluyor.
Yani burada bir özeleştiri yapmamız gerekiyor. Hasıraltı ettik yıllar yılı. Eğer İslam’ın bir Hatice, Fatıma ve Ayşe modeli varsa, bu üç isim özellikle seçilerek söyleniyor; çünkü hayata yansıttığı çok farklı kimlikler ve kişilikler var. Kadın denilen değerin daha doğru anlaşılması adına bize bunlar mesajlar verir.
‘’Gençler İçin İnanç, Miras Olmaktan Çıkıp, Bir Değere Dönüşecek’’
Aslında biraz değindiniz hocam, daha çok gençler üzerinden yapılan deizm-ateizm tartışmaları, gerçekten sorgulayan ve araştıran gençliğin oluşu korkulacak bir şey mi? Bunun müspet tarafı yok mu? Ve bu minvalde gençliğin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Araştıran sorgulayan okuyan gençten zarar gelmez. Netice itibariyle eğer hakikat diye bir hedef varsa, su akacak yatağını bulacak. Ama burada bizim şöyle bir problemimiz var; şu anda gençlere ‘örnek şudur’ diyebileceğimiz bir örnek yok. Bu olmayınca ister istemez genç, yaşananı, babasının, annesinin, siyasinin, camide hocanın anlattığı ve dayattığı şeyi din zannediyor. Bunlar da o uçurumu ve mesafeyi arttırıyor. Yoksa genç sorgularsa, okursa ve konuşursa, yani bazı şeyleri ikna olduktan sonra kabul etse bu daha güzel bir şey. İnanç dediğiniz şey zaten böyle gerçekleşir. Zaten iman, bizden taklidi değil, tahkiki bir karşılık istiyor.
Eskiden bilgiye erişim bu kadar kolay değildi. İnsanların dünyası küçüktü ve insanlar kendi büyüklerine bakarak hayatlarını şekillendiriyordu. Ama bugün böyle bir dünya yok, şu anda mesela ben 47 yaşındayım, 20 yaşındaki bir delikanlı benden daha fazla bilgiye erişebiliyor. Şimdi böyle bir gence ne dayatabiliriz. Ne söylesek ötesine erişebilecek bir vaziyette. O zaman ona söylemekten ziyade örnek olarak ortaya koymak gerekiyor. İslam’ın yaşanabilirliğinin numunesini göstermeliyiz. Önyargılardan kurtulursa araştırmanın ve sorgulamanın nihai anlamda Müslümanlara faydası var, zararı yok. Bilerek kabul eden bir gençlikle karşı karşıya kalacağız. İnanç miras olan bir meseleden çıkacak, bedel ödenerek elde edilen bir değere dönüşecek.