Sayın İbrahim Özdemir, çevre, ekoloji, din ve özellikle İslam ilişkisi üzerine 30 yıldır çalışıyorsunuz, yazıyorsunuz. Öncelikle, sizi böyle bir konuyu araştırmaya iten nedenleri öğrenmek isteriz. Gezegenin içinde bulunduğu durum itibariyle özellikle önem arz eden çevre ve din ilişkisi sizin için ne ifade ediyor?
Esasında bu benim doktora konumu seçmemi de belirleyen soruydu. 1990’lı yıllarda ODTÜ’de Ahmet İnam ile doktoraya başladığımda kendime bu soruyu sordum. Malum, herkesin doktorada cevaplaması gereken bir sorusu olur. Benim tezimin sorusu da bugün çevre sorunu olarak yaşadıklarımız, doğal felaket deyip geçtiğimiz hadiselerin insanın tabiat ile olan ilişkilerinin bir sonucu olup olmadığını sorgulamaktı.
Ben o zaman dedim ki, acaba çevre sorunları, sadece bazı yanlış teknolojilerin sonucu mu, yoksa vahşi kapitalizmin yol açtığı bir sorun mu? Ya da bir dünya görüşünün sonucu mu? Yaptığım okumalar, bunun bir dünya görüşünün sonucu olduğunu gösterdi; özellikle Lynn White, Fritjof Capra, Seyyid Hüseyin Nasr, o zaman okuduğum yerli-yabancı yazarlar bu konuya işaret ediyorlardı.
Buna ister çevre sorunu ister iklim değişikliği, ne derseniz deyin, tüm bu olumsuzlukların, bizim tabiat ile olan bu savaşımızın ve tabiatı fethetmeye çalışmamızın bir sonucu olduğunu bugün herkes anladı. Tabiatı fethetme, ele geçirme ve hükmetme şeklinde gelişen ilişkilerimizin temelinde de 17. yy’dan bu yana hâkim olan modern dünya görüşü, yani Kartezyen dünya görüşü var.
Kartezyen anlayış, tabiatı ruhsuz, cansız ve anlamsız bir nesne olarak görür. Tabiatın kalkınmamızı ve refahımızı sağlama dışında hiçbir anlamı ve değeri yoktur. Âdeta her şeyin bedava olduğu dev bir pazaryeri veya AVM. Kim ne kaparsa elinde kalıyor. Çok uluslu şirketlerin dünyanın her yerindeki madenlere, doğal kaynaklara saldırmasına bakınca bu daha iyi anlaşılır.
Sadece kendi hayatımızda tanık olduklarımız ışığında, nehirlerimiz üzerine kurulan HES’lere, işletilen madenlere, yok edilen orman alanlarına, doldurulan kıyılara ve her gün daha da azalan tarım alanlarına bakınca ne dediğim daha iyi anlaşılır. Bugün dünyanın farklı bölgelerinde süren savaş, iç savaş ve çatışmaların temelinde yine bu doğal kaynaklara sahip olma ve onları sömürme anlayışı var. Bu ayrı bir konuşmanın konusu olabilecek kadar önemli bir konu.
Dünyadaki çevre hareketi, tabiatı, kalkınma adına talan eden bu anlayışı eleştirerek doğdu. Bizzat bu geleneğin içinden gelen insanlar, bu geleneği eleştirerek başta Derin Ekoloji hareketi olmak üzere birçok çevre hareketi oluşturdular. Ve daha sonra çevrenin dinî ve manevi boyutu keşfedildi.
Birleşmiş Milletler (BM) başta olmak üzere bu konuda birçok uluslararası toplantılar düzenlendi; çoğuna katıldım. Şu anda BM bizden bir İslam Çevre Beyannamesi hazırlamamızı istedi. Bir grup Müslüman çevreci olarak hazırladığımız metne istişarelerle son şeklini veriyoruz. Ekibe kadın-erkek, farklı kesimlerden ve mezheplerden insanlar aldık ki, temsil gücü yüksek olsun. Bitince BM, bu beyannameyi, İslam ülkelerine ve dünyaya ilan edecek.
Ben İslam’ın çevre tasavvurunu anlamak için özellikle klasik tefsirlere odaklandım; büyük Kur’an yorumcuları kâinatı ve tabiatı nasıl yorumlamışlar diye. Baktım ki çevre sorunları, zihniyet olarak biz modern Müslümanların sorunu. Klasik kültürde böyle bir sorun yok.
Tekrar konumuza dönersek, ben 90’lı yılların başlarında çevre sorunlarının ehemmiyetini anladım ve çevre felsefesi açısından konuya bakmaya çalıştım. Tezim İngilizce olarak yayımlandı ve iki baskı yaptı. Yayın aşamasında ‘İslam’ın Çevre Tasavvuru’ başlıklı bir bölüm ekledim. Sebebi ise tez aşamasındaki bazı önyargılardı.
Hâlbuki, Budizm, Hinduizm, Yahudilik, Hıristiyanlık veya İslam, bize bir dünya görüşü sunarlar. Dünyanın anlamı nedir? Âlemin anlamı nedir? Niçin buradayız? Bu soruların Hıristiyan ontolojisinde cevabı farklıdır, Yahudilikte farklıdır. Benzerlikler olsa da İslam’da tamamen farklıdır. Ben İslam’ın çevre tasavvurunu anlamak için özellikle klasik tefsirlere odaklandım; büyük Kur’an yorumcuları kâinatı ve tabiatı nasıl yorumlamışlar diye. Baktım ki çevre sorunları, zihniyet olarak biz modern Müslümanların sorunu. Klasik kültürde böyle bir sorun yok.
Hemen akla gelen bir örnek, ilk âyet olan “Yaratan Rabbinin adıyla oku” âyetidir. Çevreci bakış açısıyla, Harvard Üniversitesi’nin Mayıs 1998’de düzenlediği İslam ve Ekoloji Konferansı’nda, ‘Yaratan Rab’dan hareketle bu okumanın anlamını vurguladım ve çevreyle bağını kurmaya çalıştım.
Öncelikle “Rab” ne demek? Toshihiko Izutsu’nun derin incelemeler yoluyla ulaştığı sonuç: Rab, İslam öncesi Arapça’da ‘ev hanımı’ demekti. Yani evi çekip çeviren, evin her şeyine hâkim olan evin hanımı demekti. İlk defa Kur’an bu kavramı Âlemlerin Rabbi anlamında kullanarak Arapların zihnini ve âleme bakışını tamamen değiştirdi. Hz. Peygamber, gördüğümüz göklerin ve yerlerin hepsinin yaratıcısı, her şeyi çekip çeviren bir Rabbin adından hareketle yaratılışı okumaya davet edildi. Bu okuyuş Hz. Peygamber’in ve Müslümanların âleme bakışını kökten değiştirdi.
2015 yılında, Türkiye’de, sizin de içinde olduğunuz bir ekibin organize ettiği uluslararası nitelikli bir toplantıda İslam İklim Değişikliği Deklarasyonu’nu ilan ettiniz. Biraz bahseder misiniz bu süreçten? Müslüman dünyanın iklim konusunda ses çıkarması açısından oldukça önemli bir girişim olan bu organizasyonun Türkiye tarafından sahiplenildiğini düşünüyor musunuz? Hükümet, ilgili bakanlıklar veya Diyanet’in bir katkısı, olumlu-olumsuz bir tepkisi oldu mu?
Yaramıza tuz serpiyorsunuz. Biliyorsunuz 2015’te Paris İklim Zirvesi vardı. Zirvede kabul edilen Paris İklim Şartı 197 ülke tarafından imzalandı, ancak Türkiye, Irak ve İran dâhil altı ülke tarafından hâlâ onaylanmadı. Trump, “ben başkan olursam ondan imzamı çekeceğim” dedi ve göreve geldiği zaman da imzasını çekti. “Ben çevre sorunlarına inanmıyorum, bunlar hep uydurma” diye de ekledi. Aslında çok uluslu şirketlerin talep ettiği politikaları uyguladı.
Yeni seçilen Joe Biden’ın seçilmesinde çevre bilincinin çok büyük etkisinin olduğunu düşünüyoruz. Zira Başkan Biden topluma ve çevrecilere söz verdi: “Çevreyi ve gelecek nesillerin sağlıklı bir dünyada yaşama haklarını önemsiyorum. Benim ilk gün yapacağım işlerden bir tanesi, Paris İklim Şartı’nı imzalamak olacak”. Ve sözünde de durdu. Hâlbuki, küresel ısınmanın sebep olduğu iklim değişikliyle ilgili endişeler haklı gerekçelere dayanıyor. BM raporuna göre son dönemdeki doğal afetlerin yüzde 90’ı sel, fırtına, sıcak hava dalgası, kuraklık ve diğer aşırı iklim hareketlerinden kaynaklanıyor.
Paris İklim Zirvesi gibi önemli bir toplantı öncesinde baktık ki, hiçbir Müslüman devlette ve hatta halkı Müslüman olan ülkelerde bir hareket yok. Müslümanlar, iklim değişikliği konusunda ne düşünüyor? Ya da İslam’ın insan-tabiat ilişkileri konusundaki anlayışı nedir? Bu ve benzeri konularda dünyaya sunulacak hiçbir görüş ve ses yok. Bunun üzerine biz, Fas, İngiltere, Suudi Arabistan, Amerika, Endonezya ve Malezya’dan çevreci Müslüman arkadaşlarla İstanbul’da bir sempozyum düzenlemeye karar verdik. Bu sempozyuma Seyyid Hüseyin Nasr dâhil bütün Müslüman çevrecileri ve diğer dinlerden çevrecileri ‘gelin, tartışmamıza tanık olun’ anlayışıyla davet ettik.
İki günlük tartışmamızın nihayetinde ortak bir metin ortaya çıktı ve bunu dünyaya deklare ettik.
Bizi en çok şaşırtan ne oldu biliyor musunuz? Etkinliğimize uluslararası yayın organlarında haber olarak geniş yer verildi: BBC, CNN, Time, Newsweek ve Nature Dergileri. Sonuncusu evrimci bir dergi ve dinle ilgili herhangi bir habere Nature dergisi ilgi duymaz. Ama mesele dünya ve iklim değişikliği olunca herkesi ilgilendirdiğini gördük.
Yale dünyanın en iyi üniversitelerinden bir tanesi. İslam’ın çevre konusundaki görüşlerini önemsiyor ve web sitesinde yer veriyor. İslam ülkelerindeki ve ülkemizdeki üniversitelerin böyle bir derdi var mı? Sormak lâzım.
İslam Dünyası’ndan haberimize El Cezire geniş yer verdi. Böylece mesajımız herkese ulaştı.
Dönemin Diyanet İşleri Başkanı’nı (Mehmet Görmez) bizzat aramama rağmen, Diyanet katılmadı. Türkiye’deki bazı İslamî çevreci kuruluşlar da “siz oraya Hıristiyanları, Budistleri ve Yahudileri de çağırmıştınız. Bizim ne işimiz var orada?” diyerek katılmadılar. Türkiye’de düzenlenen böyle önemli bir etkinlikte ben âdeta yalnız kaldım. Keşke daha çok katılım olsaydı.
Bu yılın başında Yale gibi ünlü bir üniversite benden İslam ve Çevre konusunda ayrıntılı bir bibliyografya hazırlamamı istedi. Öğrencim Merve Yiğit ve Bangladeşli arkadaşım Dr. Md. Abu Sayed’le birlikte hazırladık ve web sayfalarına koydular. Arkasından ‘Kur’an’da ve Hadis-i Şeriflerde kâinat, âlem, insan, kısaca çevreyle ilgili olan metinleri seçin, web sayfamızda yayımlayayım’ dediler. Şimdi bunun üzerinde çalışıyorum. Yale dünyanın en iyi üniversitelerinden bir tanesi. İslam’ın çevre konusundaki görüşlerini önemsiyor ve web sitesinde yer veriyor. İslam ülkelerindeki ve ülkemizdeki üniversitelerin böyle bir derdi var mı? Sormak lâzım.
Çevre Felsefemizi Kur’an Üzerine İnşa Etmeliyiz ki Müslümanları Etkilesin
Müslüman toplumların çevre konusundaki duyarsızlığının bir başka örneğini Harvard’ın düzenlediği ‘İslam ve Ekoloji’ konferansına katılımda yaşadım.
ODTÜ’de doktoramı yeni bitirmişim ve Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde araştırma görevlisiyim. Harvard’a konferans için gönderdiğim tebliğim kabul edilmişti. Üniversitem, “hiçbir maddi destek veremeyiz” dedi. Başvurduğum hiçbir sivil toplum kuruluşu ve vakıf da ciddiye alıp destek vermedi.
Harvard’daki düzenleme kuruluna “ülkem ekonomik bir buhrandan geçtiğinden dolayı üniversitem masraflarımı karşılayamıyor. Tebliğimi orada birisi okursa memnun olurum, ben katılamayacağım” dedim. Sempozyumu düzenleyenler beni aradılar ve dediler ki “biz senin bütün masraflarını karşılıyoruz, ayrıca sizi burada iki ay misafir etmek istiyoruz, ona göre gel”.
Tebliğimi çok beğenmişler. Seyyid Hüseyin Nasr da oradaydı. Tebliğimi dinledikten sonra çok güzel şeyler söyledi. Tebliğim, Harvard’ın ‘İslam ve Ekoloji’ kitabında yayımlandı. Ben orada şunu söyledim: İslam fıkhı Kur’an üzerine inşa edilmiş, İslam tasavvufu Kur’an üzerine inşa edilmiş, İslam felsefesinin temeli Kur’an üzerine inşa edilmiş. Eğer biz çevreciler bir çevre ahlakı veya çevre felsefesi oluşturacaksak bunu Kur’an üzerine temellendirmeliyiz ki Müslümanların üzerinde etkili olsun.
Kısacası, çevre sorunları dediğimiz sorunlar, hepimizi ilgilendiriyor. Sadece sizin veya benim kişisel sorunumuz değil. Bu tür çalışmaların arkasında komplo teorileri aramaya da gerek yok.
Neden? Bugün bilim insanlarının yüzde 97’si iklim değişikliğinin olduğunu bilimsel olarak ortaya koyuyor, yüzde 3’ü de yok diyor, ‘bu abartmadır’ diyor. İşte Trump’ın veyahut da çok uluslu şirketlerin lobilerinin, yani sanayi lobisinin istediği şekilde konuşuyorlar. Buna ‘kötü bilim’ diyoruz. Hakikate sırtını dönerek, bilimi kişisel menfaatleri için kullananlar, İslam bilim geleneğinde ‘kötü âlimler (ulema-i sû’)’ olarak tanımlanır.
ABD’de araştırmacı ve çevreci bir kadın, ekibiyle birlikte geliştirdikleri bir yazılımla bu yüzde 3’lük kesimin makalelerini toplayıp bilimselliklerini ölçtüler. Ortaya çıkan sonuç düşündürücü: Bu yayınların çoğu çarpıtma. Bilimsel olmadığı gibi birbiriyle tutarlı da değil. Yani büyük şirketlerin sözcülüğünü yapıyorlar.
Bu nedenle küresel iklim değişikliği ve sebep olduğu sorunlarda şüphe yok. Bizim bu meseleye ciddiyetle eğilmemiz lâzım. Küresel bir krizle karşı karşıyayız, bunun sonuçları da her gün görülüyor.
Ne yazlarımız eski yazlar ne kışlarımız eski kışlar gibi.
Onu bırakınız, artık şişelenmeyen, yani sanayiden geçmeyen suyu içemez duruma geldik. Yazık değil mi? 2050’de gelecek kuşaklar torunlarıyla oturduğunda maskeli mi oturacak, temiz hava olacak mı, temiz su olacak mı? Torunlarımızla gidip piknik yapabileceğimiz bir orman olabilecek mi? Torunlarımıza gösterebileceğimiz yaban hayvanları olacak mı?
Ben söyleyeyim: Sekiz yaşına geldiğinde torunumu Aladağlar’a götürdüm. Üç gün boyunca ona bir yaban hayvanı gösteremedim. Sadece birkaç tane şahin ya da kuş gösterebildim. Gitmiş hayvanlar: Geyikler gitmiş, kurtlar gitmiş, tilkiler gitmiş. Daha doğrusu nesilleri tükenmiş de haberimiz bile yok. Biz günlük hayatımızda farkında değiliz bunun.
Aslında dünya dinleri, dini liderler ve organizasyonlar uzun zamandır, küresel bir boyut kazanan çevre ve iklim meselesine dikkat çekmeye çalışıyorlar. 1986’da 5 büyük dinin temsilcilerinin katılımıyla gerçekleşen Assisi toplantısı ve deklarasyonu, 1990 yılında Carl Sagan çağrıcılığında Moskova’da gerçekleşen buluşma; 1996-98 yılları arasında Harvard Üniversitesi bünyesinde düzenlenen, Dünya Dinleri ve Ekoloji Konferansları serisi; sizin de katkı koyduğunuz 2015 tarihli İslam İklim Deklarasyonu. Dünya nüfusunun hatırı sayılır bir kısmının temsilcilerinden bahsediyoruz. Siz bu çalışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şimdi tabii kültürel ve toplumsal değişimler biraz zaman alıyor. Fakat bütün bunlara bu süreçte baktığımızda, bir mesafe kat ettiğimiz de ortada. Assisi toplantısına, Suudi Arabistan’dan Abdullah Ömer Nasif diye bir zat katılmıştı, çok güzel bir tebliğ sundu. Türkçe’ye bunu tercüme ettim ve yayımlandı.
Sadece Hıristiyan ve Müslümanlar, yani 2 milyardan fazla Hıristiyan, 1,8 milyar Müslüman, Dünya nüfusunun yarısına tekabül ediyor. Biz sadece bunları veya bir kısmını değiştirebilsek o zaman çevre için, gelecek nesillerin daha sağlıklı bir dünyada yaşayabilmesi için çok büyük bir şey yapmış olabiliriz.
Sorunuzda zikrettiğiniz Carl Sagan’a gelirsek; seküler bir dünya ve bilim görüşünde olmasına rağmen, gezegenin geleceğine dair endişesi olan bir bilim insanı. Kendi popülaritesini kullanarak Moskova’da böyle bir toplantı organize etmesi; temsilcileri aracılığıyla dinlerin doğa ve gezegenin geleceğine yönelik mesaj vermelerini istemesi önemli.
Gorbaçov da böyle bir çabanın içindeydi. 2002 yılında Lyon’da onun davetlisi olarak katıldığım bir konferansta bizzat kendisinden dinledim: “Dinler, bizim tabiata, gezegene bakışımızı nasıl değiştirebilir, bizi nasıl etkileyebilir” diye bir derdi vardı. Sadece Hıristiyan ve Müslümanlar, yani 2 milyardan fazla Hıristiyan, 1,8 milyar Müslüman, Dünya nüfusunun yarısına tekabül ediyor. Biz sadece bunları veya bir kısmını değiştirebilsek o zaman çevre için, gelecek nesillerin daha sağlıklı bir dünyada yaşayabilmesi için çok büyük bir şey yapmış olabiliriz.
Bir Müslümanın, çevre konusunda bilinçli hareket etmesini abdest alma örneği ile açıklamaya çalışırım. Abdest alırken suyun israf edilmesi bizzat Hz. Peygamber tarafından yasaklanmıştır. Abdest, kutsal bir amaçla, yani Allah’ın huzuruna çıkmak için, namaz için bir araç. Buna rağmen Hz. Peygamber abdest alırken fazla su kullandığını gördüğü bir arkadaşını açık ve net olarak uyarıyor: “Nehir kenarında da olsan suyu israf etme”.
Şimdi bu ‘israf etmeme’ olgusu Hz. Peygamber’de tecessüm eden Kur’an’ın âlem anlayışının bir sonucu. Yani Allah’ın yarattığı tabiatta, Allah’ın yarattığı kâinatta hiçbir şeyi israf etme! Bu anlayışı alıp madenlerimize, ağaçlarımıza, ormanlarımıza, tabiatın diğer unsurlarına taşıdığımızda İslami bir hayat anlayışı ortaya çıkar. Klasik kültürde ben bunu gördüm, yani orada var. Müslüman ev yaparken kuşa da ev yapıyor, köpeğine de. Sokak köpekleri ve kedileri için su kapları icat ediyor. 13. yy’da Şam’da hayvan hastanesi var mesela; bütün bunların bir yansıması.
19. yy’da bu anlayış var ve yaygın. İstanbul’u 1833 yılında ziyaret eden Fransız edebiyatçı Lamartine’in gözlemleri bunun en iyi delillerinden. Şöyle diyor: “(Müslümanlar) canlı ve cansız mahlûkatın hepsiyle iyi geçinirler; ağaçlara, kuşlara, köpeklere, velhasıl Allah’ın yarattığı her şeye hürmet ederler; bizim memleketlerde başı boş bırakılan veyahut eziyet edilen bu zavallı hayvan cinslerinin (türlerinin) hepsine şefkat ve merhametlerini teşmil ederler. Bütün sokaklarda mahalle köpekleri için muayyen (belirli) aralıklarla su kovaları sıralanır; bazı Türkler, ömürleri boyunca besledikleri güvercinler için, ölünce vakıflar kurarak, kendilerinden sonra da (bu hayvanlara) yem serpilmesini sağlarlar”.
Çevre ve hayvan dostlarımızın değerleri Batı’da yeni anlaşılmaya başlandı. Müslümanlar ise kaybettikleri bu değerleri yeniden bulmaya çalışıyorlar. Dünyanın başka yerlerinde de çevre bilinci güçleniyor. Güney Amerika’da ve Hindistan’da güçlü bir çevre bilinci var. Tüm bu uyanışın ve tartışmaların bir sonucu olarak din ve bilim tartışmaları daha mutedil bir noktaya geldi. Bugün geldiğimiz noktada hiç kimse dinin rolünü inkâr etmiyor. Bütün sorun, dinsel köktencilik veya radikalizm dediğimiz, her dinde olan bazı radikal ve marjinal görüşlerden ve bunlardan nemalanan siyasi zihniyetten kaynaklanıyor. Yahudilerin de radikalleri var, Müslümanların, Hıristiyanların da. Budist ve Hinduların da. Myanmar Müslümanlarına soykırım yapılmasında milliyetçi Budist rahiplerin öncülük etmesi, dünyanın başka yerlerindeki Budistlerce bile kabul edilmiyor. Dinin siyasi amaçlara alet edilmesi, üzerinde düşünülmesi gereken ve geleceğimizi ilgilendiren ciddi bir konu.
Çevre bilincini kuvvetlendirmek için, bizim öncelikle dünya görüşümüzü iyice ortaya koymamız lâzım: İnsan-tabiat ilişkisine nasıl bakıyoruz? İslam nasıl bakıyor? Biz bugün nasıl bakabiliriz? Bunları öncelikle belirlememiz lâzım. Benim maalesef hazır cevaplarım yok. Doğrusu, bu cevapları hepimizin, özellikle de yeni nesillerin oluşturması lâzım. Bu İslam İklim Değişikliği Beyannamesi’ni hazırlarken de herkesi çağırmamızın bir nedeni buydu. Herkesi ve her kesimi ilgilendiren bir metnin çoğulcu bir anlayışla oluşturulması gerekir diye düşündük.
Çevre meselesi özellikle iklim kriziyle birlikte faz arttırmış durumda. Mevcut araçlarla ve yöntemlerle mücadele edilemeyeceği açık. Buna mukabil, dinsel söylemin, kutsal kitap ve benzeri kaynaklardan yola çıkarak menkıbe düzeyinde geliştirdiği argümanlarla bu boyuttaki bir meseleyi yeterince kavrayamadığını görüyoruz. Hatta ülkemiz gerçekliğinde din, temsilcileri ve kurumlarıyla çevre felaketine destek sağlar bir pozisyonda. Bu sınırlılıklar göz önüne alındığında dinî alanın katkısını olumlu anlamda arttırmak üzere daha köklü, daha sağlam değişimler yaratmak, yaklaşımlar geliştirmek gerekmez mi?
Zor bir soru. İslam Dünyası’na baktığımda sizin dediğiniz anlamda çevre bilincinin imamlara, müftülere ve topluma en çok yayıldığı ülke Endonezya. Araya bir parantez açayım, Endonezya’da Dr. Fachruddin M. Mangunjaya adında çevreci bir arkadaşım var. Birlikte İslam ülkeleri için 2030 Sürdürülebilir Kalkınma Stratejisi belgesi hazırladık. UNEP, (BM Çevre Programı) Nairobi’de (2019) yapılan toplantıda, İslam ülkeleri Çevre Bakanlarına şu soruyu sordu: “Sizin 2030, 2040, 2050 ile ilgili sürdürülebilir bir kalkınma stratejiniz, belgeniz var mı?”. Cevap: “Yok”!
UNEP, “sularla ilgili, ormanlarla ilgili, madenlerle ilgili, sürdürülebilir bir yöntem bulun, nasıl sürdürebileceğinizi bize söyleyin”, deyince İslam ülkeleri BM üzerinden bize ulaştılar. Biz bu arkadaşımızla beraber, belgeyi hazırladık ve teslim ettik. Bizim sunduğumuz metin, İslam İşbirliği Teşkilatı’nın yaşlı bürokratlarınca epey engelle karşılaştı. Eski nesle mensup bu Müslüman uzmanların çoğunun hâlâ iklim değişikliğine ve çevre sorunlarına inanmadığını hayretle gördük. Müslümanların kalkınması ve başta yoksulluk olmak üzere sorunlarını çözmesi için tıpkı Batı’nın yaptığı gibi doğal kaynakları sınırsız şekilde kullanması ve sömürmesi gerektiğine inanıyorlardı.
Allah’ın yarattığı âleme hürmetle yaklaşarak, tıpkı abdest alırken suyu israf etmediğimiz gibi doğal kaynakları kullanırken de israf etmemek, sürdürülebilir ekonomik bir model geliştirmek akıllarına bile gelmiyor. İslam ülkelerinin teknokrat ve bürokratları, çevre sorunlarını bilmiyor, büyük resme bakmıyorlar. Bundan dolayı da hâlâ ciddi bir sorun olarak görmüyorlar. Birçok yerde de çevreyi kirleten bizzat devlet olduğu için bir şey diyemiyorlar.
Endonezya’da dinî kurumsallaşma ve bürokrasi biraz daha sivil geliştiği için orada çevrecilik daha aktif. 2005’te Gadja Mada Üniversitesi, beni ve bir kısım çevreciyi yaz okuluna davet etti. Bir ay ders verdim. Derslerimize imamlar da katıldı. Daha sonra bir imam, bizi köyüne davet etti. Köy dediğim, her taraf su, evler gölün üzerinde, biz balkonda oturuyoruz. Bahçede su var ve içinde balıklar geziyor. Muhteşem bir manzara! Köyün imamı yaz okuluna katılan hocalara bir çevre paneli yaptırdı. Panel, köyden bir ev hanımının Kur’an’dan okuduğu muhteşem bir bölümle başladı. Doğrusu ben ilk kez bir kadının bir topluluk karşısında Kur’an okuyuşuna şahit oldum. Çevreci bir imamın yaptığı olumlu aktiviteleri görünce çok etkilendim ve çok da umutlandım. Ülkemizde Diyanet’in böyle bir çabası, bildiğim kadarıyla yok.
Rahmetli Hayrettin Karaca, TEMA Vakfı vasıtasıyla Aladağ’da çevre yaz kampları düzenliyordu. Ben Ankara’dan gelerek 3-4 yıl bunlara katıldım. İmam-Hatipliler de çağırılıyordu. İmamlara çevreyi anlatmadan mesela, Rahmân Sûresi’nin ilk sayfasını okumalarını istiyordum. Güzel sesli birinin okuduğu âyetler, ormanın muhteşem atmosferinde çok etkileyici oluyordu. Ardından 8. ve 11. âyetlerden hareketle onlara çevreyi anlattım. Bu âyetlerde bütün kâinatın, bütün gezegenin nasıl hassas dengeler ile yaratıldığı, evrenin yani kozmosun nasıl mîzânla yaratıldığı anlatılır. Ardından toplum hayatında da “adalet, ölçü ve dengeye dikkat edin” buyurulur.
Buradan hareketle çevre eğitim ve bilincini imamlara, öğretmenlere ve üniversitelere vermemiz lâzım. Hâlâ üniversitelerimizin ekonomi bölümleri sınırsız büyümeyi, daha çok tüketmeyi öğretiyorsa, kalkınma kriteri olarak da bir ülkenin ne kadar enerji tükettiğini, ne kadar kömür tükettiğini, ne kadar elektrik tükettiğini gösteriyorsa, ben buradaki mezundan nasıl çevre duyarlılığı bekleyebilirim?
Bu âyetlerde dört kez geçen “Mîzân”, yani kâinatta Allah tarafından konulan kozmik ölçü, denge ve ahengin ne olduğunu onlarla tartıştım ve bunun üzerinde tefekkür etmelerini istedim. Sonuç çok olumluydu. Birçok imam, “hocam, hiç bu şekilde düşünmemiştik” dediler.
Şu anda BM’ye sunmak için hazırladığımız beyannamenin adını ‘Mîzân’ koyduk. Anlamını ise ilk paragrafta açıkladık. Mîzân, Kur’an’ın anahtar bir kavramıdır. Daha önce bahsettiğim gibi, Rahmân Sûresi’nde dört kez vurgulanıyor; kozmostaki mîzân, denge, ahenkle toplumdakinin aynı olması gerektiğini bize söylüyor. Biz toplumsal dengemizi, toplumsal ahengimizi, toplumsal adaleti, bu evrensel, kozmik adaletin üzerine bina etmezsek başarısız oluruz. Aksi takdirde, Batı geleneğinde olduğu gibi, doğal hukuku; yani metafizik bir boyutu olmayan, doğadan hareketle oluşturulan bir hukuk sistemi icat etmek zorunda kalırız. Hâlbuki İslam hukuk anlayışının özü tamamen Kur’an’ın ontolojisine dayanır. Bugün tartıştığımız ve ihlalleri hepimizi üzen haklar (insan hakları, hayvan hakları, kadın hakları vs.), Hakk’a yani Allah’a dayanır ve evrenseldir.
Buradan hareketle çevre eğitim ve bilincini imamlara, öğretmenlere ve üniversitelere vermemiz lâzım. Hâlâ üniversitelerimizin ekonomi bölümleri sınırsız büyümeyi, daha çok tüketmeyi öğretiyorsa, kalkınma kriteri olarak da bir ülkenin ne kadar enerji tükettiğini, ne kadar kömür tükettiğini, ne kadar elektrik tükettiğini gösteriyorsa, ben buradaki mezundan nasıl çevre duyarlılığı bekleyebilirim?
Başta Kolombiya, Stanford, Harvard ve Oxford Üniversiteleri olmak üzere, bugün birçok üniversite, öğrencilerinin talebini dikkate alarak belli bir takvim dâhilinde fosil yakıtları terk ediyorlar, yenilenebilir enerjiye yöneliyorlar. Bunu biz de yapabiliriz.
Benim temel tezlerimden bir tanesi, biz eğitim anlayışımıza çevre duyarlı bir bilinci mezcedersek, yedirirsek, bu sorunların çoğunu, çevre bilinci ile yetişen gençler çözecek. Biz önceki paradigmalarla yetiştik. Kur’an temelli yeni bir okuma, öğrenme ve tefekkür biçimini, sadece din adamı değil, herkese verdiğimiz zaman bu sorunlar çözülecek diye düşünüyorum.
Bir örnek vermem gerekirse: 13. yy’da Kahire Baş Müftüsü İzzeddin Bin Abdüsselâm, “bu şehirde bir kedi veya köpek açlıktan ölürse, bunun mesuliyeti tüm Müslümanlaradır” diye bir fetva veriyor. Bugün Müslümanların etraflarına, yani doğal ve toplumsal çevreye bu açıdan bakıp sorumluluklarını sorgulamaları gerekir. Böyle bir anlayış ve bilinci günümüze taşımamız lâzım.
Çevre Bilincinin Gelişmesi İçin Güçlü Bir Sivil Toplum Ruhu Lâzım
UNEP’in önerisiyle İslam İşbirliği Teşkilatı’na sunduğunuz raporun akıbeti nedir? Türkçe’ye çevrildi mi mesela? Raporu kamuoyuyla paylaşacak mısınız?
ISESCO (İslami Eğitim, Bilim ve Kültür Organizasyonu), İslam İşbirliği Teşkilatı’nın bir yan kurumu ve merkezi Rabat’ta. 03 Ekim 2019’da Rabat’ta yapılan Müslüman ülkelerin Çevre Bakanları toplantısında raporumuz görüşüldü ve kabul edildi. Yukarıda işaret ettiğim gibi teşkilatın bürokrasisindekilerin çoğu eski kafalı insanlar. Bir kısmı da Fransa, İngiltere ve ABD’de eğitim görmüş, seküler Müslümanlar. Dini işin içine karıştırmak istemiyorlar.
Ben orada biraz da bu konudaki otoritemi kullanarak raporun kabulünde ısrar ettim: “Gezegenin geldiği bu noktada, dünya bu kadar mesafe almışken, çevre konusunda bir Müslüman teşkilatın bürokratları, kendi dünya görüşlerini, kendi medeniyet anlayışlarını işe karıştırmadan, konuya sadece teknik bir sorun olarak bakıyorlarsa bu sorgulanmalıdır” dedim. Allah’a çok şükür raporumuz kabul edildi. Arapçaya da tercüme edildi. Henüz Türkçe’ye tercüme edilmedi.
Burada bir hususu açık ve net olarak ifade etmek isterim: Hayatımda kendime göre birçok şey yapmaya çalıştım. Kitaplar ve makaleler yazdım. Hangisi ne kadar okunur ve yaşar bilemem. Yaptığım akademik işler içerisinde en önemlisi, bu raporu hazırlamak oldu. Torunlarıma ve gelecek nesillere karşı görevimi kısmen yaptım. Müslüman bürokratlar bunu uygular veya uygulamaz. Bu onların sorumluluğu.
Onları buna zorlayacak güçlü bir sivil toplum ruhu lâzım. Bu sebeple çevre bilincinin yükselmesinde ve çevrenin korunmasında sivil toplum çok önemlidir.
Çevrecilerin etkinlikleri ve protestoları ile Türkiye’de birçok zehirli tarım ilacının yasaklandığını unutmayalım. 1970’li yıllarda tarımda ve haşerelerle mücadelede yaygın olarak kullanılan DDT’nin yasaklanması Amerikalı bir kadın biyoloğun etkisiyle; Rachel Carson’un ‘Sessiz Bahar’ isimli kitabını 1962 yılında yayımlamasıyla oldu. Başta DDT olmak üzere yüzlerce tarım ilacı yasaklandı. Ama hâlâ bilinçsizce kullanıyorlar; geçen gün haberlerde vardı. Adana’da milyonlarca arı ölüyor. Nedeni ise, üzerinde “arılara ve böceklere zararlıdır” yazılan tarım ilaçları. Çiftçimiz, ister cehaletinden deyiniz, isterseniz açgözlülüğünden; daha çok ürün alayım diye bu zehirli ilaçları kullanıyor. Devlet ise toplumda bir tepki olmadıkça bu zehirli ilaçları yasaklamıyor. Besin zinciri sürecinde hepimiz zehirleniyoruz. Bilinçsiz tarım ilaçları ve sunî gübre kullanarak çiftçimiz toprağı da öldürüyor. Bunun için bütüncül bir çevre bilinci geliştirmemiz lâzım.
Netflix’te bunu anlatan ‘Toprağı Öp’ isimli bir belgesel var. Muhteşem bir yapım. İnançlı bir insan olarak belgeseli ailemle izleyince çok etkilendim; toprağın nasıl çalıştığını, nasıl yeşerdiğini, topraktaki her şeyin nasıl birbirine bağlı olduğunu, nasıl bir sistem olduğunu çok güzel görsellerle ifade etmişler. Kur’an’ın bahsettiği ‘Mîzân’a güzel bir örnek.
“Toprağı Öp”, Mevlâna’nın bir sözü. Belgeseli yapanlar, ondan esinlendiler mi bilmiyorum. ABD’li Mary Oliver isimli, geçen yıl vefat eden meşhur bir şair var. Amerika’nın meşhur radyosu NPR, vefat etmeden önce onunla çok güzel, kapsamlı bir mülâkat yaptı.
Klasik bir soru şuydu: “Yeni bir güne nasıl başlarsınız?”.
Şairin cevabı ilginç ve düşündürücüydü: “Yeni güne Mevlâna’dan bir şeyler okuyarak, sonra da köpeğimle dışarı çıkıp, ormanda, tabiatta yürüyerek başlarım. Yeni bir güne tanık olmak isterim”. Mülâkatı yapan kadının, biraz da hayretle: “Mary, 13. yy’da yaşamış bir şairde ne buluyorsunuz? Mevlâna size ne veriyor?” diye sorması üzerine verilen cevap anlamlıydı: “Mevlâna bana, toprağı öpmek için 100 tane sebebim olduğunu öğretiyor”.
Ama çiftçimiz bunu anlamıyor. Ziraat mühendisi ya da ziraat fakültelerindeki bilim insanlarımız da bunu anlamıyor. Tabiata hâlâ Kartezyen ve Newtoncu paradigma ile bakıyorlar. Toprağı bütüncül bir anlayışla göremiyorlar. Mevlâna’dan toprakla ilgili alınacak dersler olduğunun farkında bile değiller.
Yediğimiz meyveler topraktan geliyor; bedenimizi oluşturan her şeyin aslı toprak. Nihayetinde ölüyoruz ve toprak oluyoruz. Toprağa hürmet etmemiz, sevmemiz ve korumamız lâzım. Ona hor bakanlara, onu hor kullananlara ve tahrip edenlere dur dememiz lâzım. Toprağın zehirlenmesi ve özellikle de plastiklerle kirletilmesi büyük bir tehdit!
Bir plastik toprağa düşüyor, 1000 yıl orada erimiyor, yok olmuyor. Ayrıca orada birçok etkiye yol açıyor. Bugün biz bunları bilimsel olarak biliyoruz. Hele zehirli atıkların etkisini saymaya gerek bile yok. Bu artık net ve açık. Ancak bir taraftan sürekli daha çok kazanmayı caiz gören bir anlayış, diğer yandan neoliberal politikalarla hem toprağı, suyu, ormanları ve vahşi hayatıyla tabiat kaynaklarını, hem de sağlığımızı mahvetmeye devam ediyoruz.
Çevre meselesinin teolojik temelleri üzerine çokça çalışmalar mevcut. Çevre etiği konusunda yeni bir teoloji geliştirilmesine yönelik çabalar var. Öte yandan, Yahudi-Hıristiyan teolojisinin bugünkü felaketlerin müsebbibi olduğu yönündeki argümanların, İslam Dünyası’nın meselenin özüyle ve küresel boyutuyla ilgili taşıması gereken sorumluluklarından azade kılan bir işlevsellikte değerlendirildiğini düşünüyor musunuz? Bu anlamda siz, çevre ahlakı çalışan bir felsefeci olarak İslam teolojisini nasıl konumlandırırsınız?
Bu çok kritik ve önemli bir soru. Bizde sanki İslam her şeyi çözüyormuş gibi, Müslümanların yaptıklarının çevreye bir zararı yokmuş gibi bir algı var. Bunun temelinde de sömürge dönemine kadar giden ve Batı’yı aynen taklit eden eğitim modeli var.
Emperyalist sömürge zihniyeti, Müslümanların önce eğitim sistemlerini mahvetmiş. İslam kültürü ile ilgili UNESCO’nun yayımladığı post-kolonyal bazı çalışmalar bunu açık ve net olarak ortaya koyuyor. Mesela Fransızlar, işgal ettikleri her yerde öncelikle eğitimi değiştiriyorlar. Geleneksel eğitimi ya tamamen kaldırmışlar ya işlevsiz hâle getirmişler. Mahallî dilleri ve Arapçayı yasaklamışlar. Fransızcayı resmi dil yapmışlar. Böylece kendileri gibi düşünen ve onlara itaat eden; eleştirel düşünmeyi bilmeyen yeni nesiller yetiştirmeyi hedeflemişler. Ulus-devletlerin kurulmasıyla çok şey değişmiş ama ulus-devlet mantığıyla oluşturulan eğitim müfredatı âdeta sömürge yönetiminin kopyası olarak kalmış.
Hindistan, Pakistan, Fas vd. Müslüman toplumlar bağımsızlığa kavuşunca öncelikle ekonomik sorunlarımızı çözmemiz lâzım demişler.
Peki nasıl çözeceğiz? Batı’nın eğitim sistemiyle yetişmiş milliyetçi siyasiler, ‘tıpkı Batı’nın çözdüğü gibi’ demişler. ‘Biz de tabiatı sömüreceğiz, madenleri çıkaracağız, barajlar kurup sulara gem vuracağız. Kısa sürede ekonomik gelişmeyi sağlayacağız’.
Müslüman ülkelerin tabiatla olan ilişkileri tamamen buna dayanıyor. Bu konuda Müslümanların kendilerini sorgulaması lâzım. En azından insan-tabiat ilişkimizde sömürgeci mantığın etkisinin sorgulanması lâzım.
Müslümanın tabiata ve hayata duyarlılığıyla ilgili modern dönemde yaşanmış bir örnek vermek isterim. Aralık 2019’da Almanya’da Erlangen Üniversitesi’nde düzenlenen bir panele katıldım. Konu ‘İslam’da Hayvan Ahlakı’ydı. Said Nursî’nin Eskişehir hapishanesinde yazdığı Sinek Risâlesi’nden hareketle “merhamet temelli yeni bir ahlak mümkün mü” konusunda bir tebliğ sundum.
Mesel şu: Said Nursî, bulunduğu Eskişehir hapishanesinde sinekleri öldürmek için kimyasal ilaç kullanılmasını protesto ediyor. Çevreci bir bakış açısıyla baktığımızda bu müthiş bir şey. Bununla da yetinmiyor ve bir İslam âlimi olarak toplumu aydınlatma görevini yerine getiriyor. Ertesi sabah 4-5 sayfalık bir risâle yazarak Kur’an’ın hayvanlara bakış açısının âdeta müşahhas bir örneğini ortaya koyuyor. Konuyla ilgili Kur’an âyetlerini ‘çevreci derin bakış açısı’ diyebileceğimiz bir anlayışla yorumluyor.
Bugün kâinata ve tabiata Müslümanca bakıp bakmadığımızı sorgulamalıyız. Bizim inandığımız metafizik değerler bizim hayatımızı şekillendiriyor mu, şekillendirmiyor mu?
Dahası bir talebesinin yıkadığı çamaşırları sermek için çamaşır ipine dizilmiş sinekleri kovalaması üzerine “bu kuşçukları rahatsız etme!” diyerek onu uyarıyor. Dikkat edilirse, bırakınız öldürmeyi, hayvanları ‘rahatsız etme’ hakkımız bile yok. Şimdi ben bunu inceleyince; risâlede kullandığı dil ve yararlandığı âyet ve hadislere bakınca, arkasından tamamen Kur’an’ın dünya görüşü çıkıyor. Hz. Peygamber, Mekke’nin fethi için yola çıktığında, yol üzerinde yeni doğurduğu yavrularını emziren bir köpek görür. Onu rahatsız etmemek için yolunu değiştirir ve oraya bir de görevli dikerek arkadan gelenlerin hayvancağızı rahatsız etmemesini temin eder.
Eşi Hz. Âişe tarafından “Yaşayan Kur’an” olarak tanımlanan Hz. Peygamber örneğinde gördüğümüz durum şudur: Kur’an’ın dünya görüşü bir Müslümanın zihnine ve benliğine sinince, onun hâl ve hareketlerinde Allah’ın yarattığı mahlûkata karşı tahrip edici bir sonuç çıkmaz.
Anahtar kelime ‘sevmek’. Bir şeyi korumak için önce sevmemiz lâzım. Anne-babamızı, eşimizi, çocuklarımızı, malımızı sevdiğimiz, değer verdiğimiz için koruruz. Değer vermediğiniz bir şeyi çöpe atarsınız!
Bugün kâinata ve tabiata Müslümanca bakıp bakmadığımızı sorgulamalıyız. Bizim inandığımız metafizik değerler bizim hayatımızı şekillendiriyor mu, şekillendirmiyor mu?
Dünyada çevreci ve ekolojist hareketlerde yer alan veya özgün örgütlenmelerini yaratan Müslümanlara baktığımızda genellikle Batı’da yaşayan akademisyenler veya aktivistlerden oluştuğunu, o dünyanın özgürlükçü koşulları ve imkânları etrafında şekillendiğini görüyoruz, ‘Eko-İslamcılar’, ‘Yeşil Müslümanlar’ gibi. Ortadoğu’da, İslam Dünyası’nda çevreci hareketlerin durumu nedir? Bir örgütlenmeden, etkiden söz edebiliyor muyuz?
Bu soruyu Associated Press Ajansı’nın Ortadoğu temsilcisi bana 2013 yılında sormuştu. “Dünya Çevre Günü vesilesiyle Ortadoğu’daki muhabirlerimizi, Şam, Doha, Dubai gibi şehirlerdeki camilere yolladık. Amacımız hutbelerde çevre gününden bahsedilip edilmeyeceğini öğrenmekti. Ancak hiçbirisinde zikredilmedi!”.
Bazı imamlara ve cemaate sormuş muhabirler, “sizce çevre önemli bir sorun değil mi?”. Kimisi demiş ki, “ya kardeşim bu kadar Suriyeli mülteci var, çevrenin ne önemi var?”. Diğeri demiş ki, “Filistin 1948’den bu yana işgal altında, öncelikle Filistin’i özgürlüğüne kavuşturmamız lâzım”. Bir başkası, “Myanmar’da Müslümanlar soykırıma tabi tutuluyor, siz gelmiş ağaçlardan bahsediyorsunuz, bunun sözü mü olur?”. Şimdi gel de işin içinden çık! Müslüman toplumlarda o kadar çok acil ve güncel sorun var ki, çevreyi düşünmeye sıra gelmiyor. Çoğu insan günü kurtarmaya çalışıyor.
Batı’ya baktığımızda ise tamamen farklı bir durum var. Son iki yıldır misafir öğretim üyesi olarak Finlandiya’daydım. Çevre konusunda hem yüksek bir bilinç ve duyarlılık, hem de koruyucu bir mevzuat var. Su sıkıntısı olmamasına rağmen, evlerine ve sitelere yıllardır yağmur suyu depoları yapılıyor ve yağmur suyu israf edilmiyor. Bizde ise belediyelerimiz daha yeni karar almaya başladılar. Henüz somut bir şey yok ama reklamını yapıyorlar.
İslam Ülkelerini Yönetenler, Eleştiriden, Sivil Ruhtan Hazzetmiyorlar
Batı’da kreşten itibaren çevre bilincini öğretiyorlar: “Biz çevrenin bir parçasıyız, insan çevrenin efendisi değildir. Çevreye bir şey olursa bize de olur. Hava ve su kirlenirse, bu sonuç olarak bizi de etkiler. Nehir ve göllere zehirli atık bırakılınca balıklar zehirlenir ve bu bizi de etkiler”. Böyle bir çevre bilincini erken bir yaştan itibaren veriyorlar ve bunu koruyorlar.
Finlandiya’da fark ettim, hükümetten bağımsız sivil toplum kuruluşlarına devlet destek veriyor. Bizde siyasi partilere devlet bütçesinden yardım edildiği gibi, orada bazı STK’lara devlet yardım ediyor.
Böylece hükümetlerin çevre karşıtı uygulamalarını rahatça eleştirebiliyorlar. Buradaki eleştiri alternatif politikaları da içeriyor elbette; diyorlar ki şurada bir yanlış uygulama var, biz böyle olmasını uygun görüyoruz. Habermas’ın katılımcı demokrasi dediği anlayış.
Fatih, kendi zamanında bile İstanbul’un ormanlarıyla ilgili bazı yasaklar koyuyor. Böyle bir tecrübeye rağmen, Müslüman çevreciler olarak insan-tabiat ilişkileri bağlamında hükümetlerin icraatlarını, kalkınma planlarını ve çevre politikalarını İslamî değerlerden hareketle tartışamadık!
Müslüman çevreciler olarak sık sık şunu hatırlatmaya çalışıyoruz: Hz. Peygamber açık ve net olarak, “hesap gününde boynuzsuz koçla dövüşen boynuzlu koçtan hesap sorulacak, hakkı alınacak” demiş. Bütün mahlûkata karşı ahlaki ve hukuki sorumluluğumuz olduğu açık ve net.
Hz. Peygamber’in hayatından çıkarttığım, bu tür bizlere yol gösterici birçok ilke var. Ama dediğim gibi bu demokratikleşme ve eğitim sistemiyle iç içe olan bir mesele.
İslam ülkelerini yönetenler, eleştiriden, sivil ruhtan hazzetmiyorlar. İran’da çevreci bazı arkadaşlarımızı, İsrail ve ABD ajanı deyip hapse attılar. Hâlbuki bu arkadaşların tek derdi nesli tükenen hayvanlara dikkat çekmek ve çevreyi korumaktı.
Türkiye’de de çevreciler, Tunceli, Şanlıurfa ve Toros dağlarında yaban keçilerinin on bin dolar karşılığında avlanmasına verilen onayı protesto ettiler. Çevreci arkadaşların çabalarıyla verilen izinler de iptal edildi ve avlanma şimdilik engellendi.
Ülkemizde çevreyle ilgili çalışan bazı dinî, muhafazakâr vakıflar ve dernekler var. Dünyadaki çevreci hareketle karşılaştırınca hükümetlerle iyi geçinme ve pek eleştirmeme derdindeler. Bu sebeple daha çok ağaç dikme kampanyaları düzenliyorlar. Çevre söz konusu olduğunda hükümeti eleştirme cesareti gösteremiyorlar. Doğrusu bunun nedenlerini anlamakta güçlük çekiyorum. Tabii, bunun tarihi, siyasi ve kültürel sebepleri olduğunu da unutmamak lâzım.
Gezi Parkı süreci bir krize dönüşmeden önce ben de destekleyenlerdendim. Müslüman çevreci kadınların daveti ile haberim oldu. Hatırladığım kadarıyla Yıldız Ramazanoğlu, Cihan Aktaş, Fatma Barbarosoğlu ve diğer bazı arkadaşlar, “bu park yok edilmesin, sahip çıkalım” dediler. Ben de 28 Mayıs 2013 günü bir tweet attım, iyi hatırlıyorum. Bir gün sonra İstanbul’un Fethi (29 Mayıs) kutlamaları vardı, Fatih Sultan Mehmet’in, “bir ağacı kesenin başını keserim” fermanını hatırlattım. Fatih’in ne kadar çevreye duyarlı olduğunu, o fermanın tamamını okuyunca daha iyi anlıyoruz. Fatih, kendi zamanında bile İstanbul’un ormanlarıyla ilgili bazı yasaklar koyuyor. Böyle bir tecrübeye rağmen, Müslüman çevreciler olarak insan-tabiat ilişkileri bağlamında hükümetlerin icraatlarını, kalkınma planlarını ve çevre politikalarını İslamî değerlerden hareketle tartışamadık!
Finlandiya’da ise süreç şöyle işliyor: Öncelikle ayrıntılı olarak bir ÇED raporu hazırlanıyor ve demokratik bir şekilde tartışılıyor. Bazı durumlarda Ren Geyikleri Derneği başkanının ÇED raporuyla ilgili görüş bildirmesi gerekiyor. Açılacak maden ocaklarının geyiklerin yaşadıkları alanlara etkisi var mı diye inceleniyor. Bütün bunlardan sonra karar veriliyor. Ama dediğim gibi sürdürülebilir, tabiata zararı en aza indirilerek bu iş yapılıyor. Bizde her şey âdeta çok uluslu şirketlerin ve yerli taşeronların insafına bırakılmış. Çok uluslu şirketlerde çalışan veya danışmanlık eden vatandaşlarımız çok iyi maaşlar alabilirler. Ancak gelecekte kendi torunlarının gözünün içine bakabileceklerini sanmıyorum.
Bir röportajınızda, “çevreci imamlara ihtiyacımız var” demiştiniz. Geçmiş yıllarda, örneğin kadına şiddet meselesinde duyarlılık yaratmak adına Diyanet’in, imamlarına ve müftülerine eğitimler vermeye çalıştığını biliyoruz. Peki, Diyanet bünyesinde çevre ve doğaya duyarlılık bakımından böyle bir çalışma oldu mu? Bu konuda neler yapılabilir?
Esasında ben bunu 1995’te daha doktora öğrencisi iken Diyanet İşleri Başkanlığı’na önermiştim. Teklifim kabul edildi ve Çevre Sorunları ve İslam adlı bir kitap da yazdım. Kitap iki baskı yaptı. Daha sonra basmadılar. Bildiğim kadarıyla Diyanet’in başka bir yayını, etkinliği ya da öyle bir derdi de olmadı. En son 2018 yılında Diyanet dergisi, çevre temalı bir sayı çıkardı.
Son zamanlarda Müslüman âlimler çevre meselesine eğiliyorlar. Katar’da Dünya Müslüman Âlimler Birliği Genel Sekreterliği bu konuda bir toplantı yaptı. Katar’da yine emirin ailesinden Fatima Al-Khulaifi Hanım var. Kur’an Botanik Bahçesi diye bir bahçe yaptı.
Kur’an’da geçen bütün bitkilerin ve hayvanların olduğu bir bahçe oluşturdu. Gerçekten muhteşem! Eğer pandemi biterse, Al-Khulaifi davet etme sözü verdi.
Sorunuza dönersem, Müslüman çevre bakanları için hazırladığımız 2030 Strateji Belgesinde bir teklifimiz de şuydu: İmamlar, öğretmenler, Kur’an kursu öğreticileri ve STK yöneticileri başta olmak üzere belirli bir sistem dâhilinde her kesimi çevre konusunda eğitelim. Çevre nedir? İklim nedir? Küresel Isınma Nedir? İklim niye değişiyor? İklim değişikliğinin ne kadarı doğal? Yani kendi içerisindeki bir süreç sonucu mu meydana geliyor; ne kadarı insan kaynaklı? Zehirli tarım ilaçları ve GDO’lu ürünler sağlığımızı nasıl etkiliyor?
Nehir, göl ve denizlerimize hiçbir önlem alınmadan boşaltılan sanayi atıklarının sudaki ekolojik dengeleri nasıl yok ettiğini somut örneklerle ve bütüncül bir anlayışla anlatmamız lâzım. Çevre bilinci bilgi temelinde oluşmalıdır.
Papa Francis’in 2015 yılında yayımladığı Çevre Genelgesi’nin nasıl hazırlandığını bazı Hıristiyan çevreci arkadaşlarıma sordum. Hatta “Papa Francis bayağı bilgiliymiş. Çevre konusunda yazdığı genelgeyi okudum, çok etkileyici” deyince; “İbrahim Bey”, dediler, “o kitabın arkasında ekonomist, astrofizikçi, kimyacı, biyolog, sosyolog, psikolog yaklaşık 200 bilim insanı var. Hepimiz Papa’ya destek verdik” dediler. Ama hazırlanan genelge Papa’nın imzası ile çıktı. Zira Katolik inancında Papa genelgelerinin bağlayıcılığı var.
Bizde ise Papalık gibi bağlayıcılığı olan bir kurum Şii’likte var, ama Sünni anlayışta yok. Böyle olunca iş biz çevrecilere kalıyor.
Mesela arkadaşlarımız Doğu Afrika’da balıkçılıkla geçinen Zanzibar’daki bir çevre sorununu çözdüler. Sorun şuydu: Müslüman balıkçılar avlanmak için dinamit kullanıyorlar. Ama dinamiti kullanınca bütün denizin ekolojisi yok oluyor. Bırakınız balığı, küçük balığı, yumurtalarını, onun yetiştiği ortamı da yok ediyorlar. Cahil balıkçı bunun farkında değil. O gün tuttuğu balığa, kazandığı paraya bakıyor. Beş yıl sonra avlayacak balık bulamayınca farkına vardığında çok geç olacak. Dinamitle avlanmayı kanun, yönetmelikler ve polisiye tedbirlerle değiştiremediler. Bizim arkadaşların gidip balıkçılara bir günlük eğitim vermesiyle sorun çözüldü. Eğitimin özü şuydu: İçinde yaşadığımız kozmik düzeni, ahengi, mîzânı yaratan da deniz ekolojisini yaratan da Allah’tır. Allah denizleri ve içindeki her şeyi istifade edelim diye yaratmıştır. Ama bunu Allah’ın çok hassas denge ve ölçülerle yarattığı ortamlara zarar vermeden yapmamız gerekiyor. Allah’ın yarattığı ekolojik dengeleri tahrip edip zarar verdiğimizde kazancımız haramdır. Her Müslümanın bundan kaçınması gerekir. Bu bilgilendirmeden sonra dinamitle avlanma büyük ölçüde durdu.
Endonezya’da çevre konusunda çok güzel örnekler var. Yeşil Hac Projesi bunun bir parçası. Hacıların çevre konusunda nelere dikkat etmeleri gerektiği örneklerle anlatılıyor. Yine Endonezya’da çevreci camiler inşa edildi. Bütün enerji kaynaklarını kendi içinden çözen yapılar bunlar. Bu tür uygulamalar umut verici elbette.
İslami Çevreci STK’lar Varla Yok Arası Bir Yerdeler! Hem Türkiye’de Hem Dünyada
Dindar kesimlerin, ki Türkiye özelinde büyük bir çoğunluğa karşılık geldiğini söyleyebiliriz, çevre konularında tepkisiz olduğunu düşünüyor musunuz? Örneğin, kadın konusu özelinde özgün örgütlenmeler söz konusu iken sadece çevre konusunda çalışmalar yürüten bir sivil örgütlenme bugüne kadar çıkmadı bildiğimiz kadarıyla. Bunu nasıl yorumlamak gerekir?
Bir deyim var; varlığıyla yokluğu müsavi diye. İslam ülkelerindeki çevreci vakıflar da böyle. STK’lar İslam Dünyası’nda özellikle mülteciler ve yardımlaşma konularında ciddi çalışmalar yapıyorlar. Ziyaret ettiğim bazı ülkelerde Türkiye’den bazı vakıf ve derneklerin çalışmalarını görünce çok mutlu oldum. Özellikle Afrika’da su projesi başlı başına bir hizmet. Ancak çevre odaklı krizler olduğunda pek sesleri çıkmıyor. Çok güzel sempozyumlar, paneller düzenliyorlar ama ucu devlete ve güçlü şirketlere gelince sesleri çıkmıyor.
Greta Thunberg adlı İsveçli çevreci genç bir kız var. Tüm dünyaya sesini duyurdu. Büyük bir ilgi de gördü. Ben sık sık düşünüyorum: Neden bizim kültürümüz bir Greta Thunberg yetiştirmiyor?
İsveç hemen hemen çevre sorunu olmayan ve iklim değişikliğinin en az etkilediği ülkelerden biri. Refah bakımından da dünyanın en müreffeh ülkelerinden birisi. 15 yaşında (şimdi 17) bir kız, çıkıyor, parlamentonun önünde oturma eylemi başlatıyor: “Ben bugün okula gitmiyorum”. Peki, Neden?
Şunu düşündüm: Neden Müslüman eğitim sistemi böyle kendine güveni olan, annesini babasını ikna edebilen ve gerektiğinde şiddet içermeyen bir üslupla hükümetin çevre karşıtı eylemlerini eleştiren ve parlamentoya asıl görevini hatırlatan çocuklar yetiştiremiyor?
“Çünkü Paris Antlaşması’nı imzalıyorsunuz ama gereğini yapmıyorsunuz. Geleceğimizi düşünmüyorsunuz. Çocuklarınızın ve torunlarınızın da geleceğini düşünmüyorsunuz. Bilim insanlarının Küresel Isınma ve İklim Değişikliyle ilgili raporlarını da dikkate almıyorsunuz. Bilimi dikkate almıyorsanız, ben niye okula gideyim?”. Ayrıca bu süreçte kullandığı “evim yanarken ben okula gidemem” metaforu da etkileyiciydi.
Bu kıza ilk başlarda, ‘önce okulunu bitirmelisin’ türünden nasihat ettiler. Donald Trump çok aşağılayıcı sözler söyledi. Bir süre sonra bu genç kıza dünyanın birçok ülkesinden destek geldi. Ben Finlandiya’da bunu çok yakından izledim.
Bu kızı desteklemeye en geç Müslüman ülkelerin çocukları katıldı. Müslüman çocuklar, anne-babası ve okulu ne der diye korkuyorlar. UNEP’in düzenlediği Mart 2019’da yapılan Çevre Konferansına katılmak için Kenya’ya gittiğimde Cuma gününe denk geldi. Bir de baktım büyük bir çevre gösterisi var. Kenyalı çocuklar Greta’ya destek için yürüyorlar. Dedim ki “çocuklar hayırdır ne yapıyorsunuz?”. Dediler ki, ‘bugün okula gitmiyoruz, Greta Thunberg’e destek oluyoruz’.
“Greta’dan size ne?” deyince “olur mu” dediler, “o Afrikalılar için de savaşıyor”.
Sonra baktım, Greta bir mesajında, “ben dünyadaki bütün çocuklar için sağlıklı ve yaşanabilir bir dünya istiyorum” demiş. Afrikalı çocuklar bunu “Greta Thunberg, hepimiz için güzel bir dünya tasavvur ediyor” diye anlıyor ve ona destek veriyorlar.
Şunu düşündüm: Neden Müslüman eğitim sistemi böyle kendine güveni olan, annesini babasını ikna edebilen ve gerektiğinde şiddet içermeyen bir üslupla hükümetin çevre karşıtı eylemlerini eleştiren ve parlamentoya asıl görevini hatırlatan çocuklar yetiştiremiyor?
Şimdi bu kız, bütün bunları düşünmemizi sağladı ve bundan dolayı dünyada bütün çocuklarda bilinç ve farkındalık uyandı.
Bu konuda komplo teorileri üretenler de oldu. Ama beni ilgilendiren 15 yaşındaki bir kızın, hiçbir ihtiyacı yokken, hiçbir sorunu yokken küresel ısınmayla ilgili hemen hemen her şeyi okuyarak bilgilenmesi, bu sorunu kendisine dert edinmesi, sesini tüm dünyaya duyurması ve bu konuda bir bilinç oluşturmasıdır.
Bütün bunları düşündüğümüzde bizim çevrecilerimizin sesi niye az çıkıyor, daha iyi anlaşılıyor. Dışlanırız, damgalanırız, hapsediliriz diye haklı ve tecrübe edilmiş endişelerimiz ve korkularımız var. Yalnız ülkemizde değil, birçok İslam ülkesinde de durum benzer.
Hükümetin, özellikle çevre mücadelesi veren binlerce insanı töhmet altında bırakan hakaretamiz yaklaşımını ve güvenlikçi politikalarını hesaba katarak, kutuplaştırma siyaseti, birleştirici potansiyeli çok yüksek olan çevre gibi bir meseleyi bile ayrıştırma ve nefret unsuru haline getirebiliyor. Önümüzdeki süreçte bu daralmanın aşılacağını düşünüyor musunuz? Bu ayrışmayı aşmak için sivil toplum ne gibi stratejiler ve taktikler geliştirmelidir sizce?
Doğrusu çevre konusundaki verilere ve yaşananlara baktığımızda gerçekten bazen umudumuzu kaybetme noktasına geliyoruz. Hiçbir şeyin değişmediğini görüp umutsuzluk sonucu intihar eden çevreciler var. Bence inançlı bir insanın umudunu yitirmesi Allah’ın kudretine sınır koymak demektir. Eğer Allah varsa, kadir-i mutlaksa her zaman umut vardır. Bu sebeple her durumda ümitvarım. Onun için yazıyorum, çiziyorum; birikimimi öğrencilerimle paylaşmaya çalışıyorum. Davet edildiğim her yere gitmeye çalışıyorum. Kısacası, umutlu olmam inancımın bir gereği.
Siyasiler Kendi Gelecekleriyle İlgili! Torunlarımızın Geleceğini Biz Düşünmeliyiz
Şunu da not etmek isterim. Yaklaşık 40 yıl Ankara’da yaşadım. Bir politikacının, bir milletvekilinin, hangi partide olursa olsun birinci önceliği bir sonraki seçimde yeniden seçilmek, ikincisi ise bakan olmaktır. Diğer her şey bu iki faktöre göre önem kazanıyor.
Siyasilerin vizyonu kendi siyasi geleceklerinden ibaret olunca çocuklarımızın ve torunlarımızın geleceğini bizim düşünmemiz; dahası siyaset kurumunu da zorlamamız gerekiyor. Yani “benim çocuklarım, torunlarım için bir şey yaparsan ben size oyumla destek olurum” dememiz gerekiyor. “Yoksa size ve partinize oy vermem” dediğimiz zaman belki bir şeyler değişir. Seçmenin derdi, gelecekteki torunları değil de şu andaki çocuğuna iş bulmak olunca, gelecek belirsiz bir umutsuzluğun sisleri altında kalıyor.
Televizyon ve medyadaki tartışmalara baktığımızda, ki ben mümkün olduğu kadar bu tür sığ tartışmaları izlememeye çalışıyorum, 2-3 konunun dışına çıkmıyorlar. Kırk yıldır tartıştığımız konular hemen hemen aynı. Hiç kimse oturup da bu 15 yaşındaki İsveçli kızın sorduğu temel soruyu kendisine sormuyor: Benim torunlarım, çocuklarım 2050-2060 yılında ben olmadığım zaman acaba nasıl bir hayat yaşayacaklar?
En verimli tarlalarımız azalıyor, ormanlarımız azalıyor, her şey azalıyor, bunu görüyorsunuz. En verimli topraklara fabrika ve konut yapıyorlar. Buna nasıl izin verilir? Hangi akılla, hangi mantıkla? Fabrika yapılacaksa bunun için bir sürü uygun yerler var. Verimli topraklar bunun için kullanılır mı? Buna benzer daha birçok çevre sorunumuz var.
Siyasilerin büyük çoğunluğunun suskunluğu ve bir kısmının da bundan rant sağlamasına karşın, her kesimden çevreci arkadaşlara çok şey borçluyuz. Belki torunlarımız onlara daha çok teşekkür edecekler. Birçok çevre karşıtı hükümet projesini hukuka başvurarak durdurdular ve engel oldular. Hükümetler, biz çevrecileri, sosyologları, psikologları, fizikçileri, ziraatçıları, iklim uzmanlarını da dinlemeli. İki yüz üniversite ve bu kadar akademisyen var. Hepsinin kötü niyetli olması mümkün değil. Bu kadar insanın ülkenin zararını düşünmesi mümkün değil.
İbrahim Bey, yeni kitaplar, çalışmalar var mı yolda? Neler yazıyorsunuz?
‘Çevre, İnsan ve Sorumluluklarımız’ isimli kitabım yayımlandığından bu yana çok olumlu tepkiler aldım. Okuyucuların tepkisi her yazar gibi bana şevk veriyor. Yeni çalışmalar yapılıyor.
Yeni kitabım, inşallah ‘(Ç)Evren’in Efendisi: Hz. Peygamber’in Çevreci Bakış Açısıyla Biyografisi’ adıyla yayımlanacak. On yıldan fazla bir süredir klasik ve modern, hemen hemen konuyla ilgili tüm kaynakları okuduktan sonra yazdım. Hz. Peygamber, kâinata, çöle, suya, aya, güneşe ve yıldızlara nasıl baktı? Ne düşündü? Hayvanlara nasıl davrandı? Mesela on yıldan fazla bir süre bineği olan devesi Kusva’yla arkadaşlığı nasıldı? Hz. Peygamber’in, hiçbir zaman deveyi deve olarak görmediğini; vefat edene kadar deveyi satmadığını gördüm. Dahası Medine’ye hicret ettiğinde devenin çöktüğü yere mescidini yapmış. Çünkü, devenin Allah’ın vahyi, yani ilhamıyla hareket ettiğini biliyor. Müslümanlar bu bakış açısını kaybetti. Bundan dolayı Hz. Peygamber’in hayatından hareketle insan-insan, insan-tabiat ilişkisine nasıl baktığını anlamaya, örneklerle ortaya koymaya çalıştım. Bir bütün olarak hayata, fiziki ve sosyal çevreye karşı hürmet, koruma bilinci ve farkındalığın oluşmasına, güçlenmesine vesile olursa mutlu olurum.