1
Çağımız tanrıtanımaz, ölüm sonrası yaşama inanmayan ve materyalist bir çağ. Ve ne yazık ki Tanrı’ya ve ölüm sonrası yaşama inanmanın hayata ne kadar kalite kattığından bihaber bir biçimde, bu durumuyla da övünüyor. Pek çok insanda Tanrı’ya karşı bir nefret duygusu var. Sebebini bilmiyorum ama sadece kurumsal dinlerin yozlaşmışlığından doğmuyor bu duygu. Bu insanlar maddeyi yaratan Tanrı’ya inanmanın maddeyi bir atık olarak görme yanlışından kurtarıp, onu bir Tanrı aynası haline getirerek nasıl kutsayabileceğinin ve insanda nasıl bir madde aşkı yaratabileceğinin de hiç farkında değiller.
Çağımızın tanrıtanımaz ruh iklimi geçmiş büyük düşünürlere bakarken, onları sanki bugünkü tanrıtanımazlığın mümessilleriymiş gibi ele alıyor. Geçmişte büyük işler başarmış büyük düşünürlerin yüzde doksanı Tanrı’ya sımsıkı bağlı oldukları ve tüm düşüncelerini Tanrı merkezi etrafında örgütlemiş oldukları halde, çağımız tanrıtanımazları bu düşünürleri yarım yamalak okuyup onları bugünkü tanrıtanımaz düşüncesinin soykütüğüne kaydediyor.
Bu yazının konusu şahsı olmasa da, tek bir örnek vereyim: Immanuel Kant. Ben hayatımda Kant’tan daha fazla Tanrı’ya bağlı bir düşünür görmedim. Kant insanın tüm bilgi biçimlerini ve yaşam deneyimlerini üç kitapta ve eleştiride toplar. İlk kitabında Tanrı’yı doğa bilimleri yoluyla asla kanıtlayamayacağımızı söyler. İkinci kitabında özgür ve ahlaklı bir yaşam sürmenin önkoşulunun bizim her şeyimizi bilen mutlak kudret sahibi Tanrı’ya ve ölüm sonrası yaşama kesin bir imanı gerektirdiğini anlatır. Bedendeki dürtülerin sanattaki ve doğadaki güzelliği nasıl deneyimlediğini ele aldığı üçüncü kitabındaysa ahlaklı yaşamamız koşuluyla bedenimizin yaşayabileceği mistik vecd halinin ve ölüm sonrası yaşamda bizi bekleyen mutluluğu umut etmenin nasıl mümkün olduğunu tartışır. Kant üçüncü kitabında bedendeki dürtüler yoluyla doğada tezahür eden tanrısal sıfatları müşahade etmenin, doğada tezahür eden Tanrı’yla bütünleşmenin ve hiç geçmeyen kutsal ve tanrısal bir sarhoşluk duygusu yaşamanın mümkün olduğunu öğretir. Kısa konuşursak bir bütünlük halinde okunması gereken bu üç kitabın verdiği mesaj Tanrı’ya ve ölüm sonrası yaşama tam bir iman ve hayatı bir sufi gibi vecd içinde yaşamanın mümkün olduğundan ibarettir.
Hayatımda “ben Kantçıyım” diyen çok entelektüel gördüm. Kant’ın ilk kitabını yarım yamalak okuyorlar ve Kant’ın Tanrı’ya dair getirilen kanıtları kararlı bir biçimde çürütmüş olmasından hareketle Kant’ı da bir agnostik sanıyorlar. Halbuki Kant’ın Tanrı’ya dair getirilen akli kanıtları kesin bir biçimde çürütmesinin sebebi eğer Tanrı kanıtlanabilirse iyi insan ile kötü insan arasında Tanrı’ya iman hususunda bir fark kalmayacağı gerçeği. Yani eğer kanıtlanabiliyorsa dünyanın en namussuz adamı bile Tanrı’ya iman etmek zorunda kalır. Kant’ın meselesi bu. Kant’a referansla agnostik olan bu okurlar Kant’ın ikinci kitabında Tanrı’ya ve ölüm sonrası yaşama nasıl sımsıkı inanmış olduğunu ciddiye almıyorlar. Hele ki üçüncü kitabını basit bir sanat felsefesi ve modası geçmiş bir biyoloji felsefesinden ibaret zannediyorlar.
Bu sadece Türk entelektüellerine has bir durum değil. Yakın zamanda Kant’ın yaşamını sekiz yüz sayfada anlatan bir Batılının yazdığı kitabı okudum. O kitapta da yazar, sırf kendisi bir agnostik olduğu için, Kant’ı da bir agnostik olarak tanıtmaya çalışıyordu. Kant’ın kurumsal dinlere karşı olduğu ve namaz oruç gibi ritüellerin Tanrı’yı hoşnut etmede bir işe yaramayacağına inandığı doğru. Ama Kant ahlak kuramı ve estetik yaşam tartışmalarıyla dinde bir reform yapmaya ve doğru bir Tanrı inancını ve hak dini tesis etmeye çalışıyordu, dini yok etmek değil.
Bu yazının konusu değil ama ben iddia ediyorum ki Tanrı’ya duyulan yoğun tutkuyu kazımaya kalkarsanız modern Batı felsefesinin yüzde altmışı, modern Batı biliminin yüzde yetmişi ve modern Batı sanatının yüzde sekseni tarihten silinir. Türkiye’deki laik entelektüeller pozitivist bir eğitimden geçmiş olarak ve kurumsal ve geleneksel İslam’ın çağdışılığından dolayı bir bütün olarak din düşüncesine ve Tanrı inancına karşı olsalar da, yaslandıkları ve tevarüs etmekten gurur duydukları Batılı hikmet mirası dini tutkularla yoğrulmuş bir miras.
2
Benim bu yazıda tartışmak istediğim düşünür Benedikt Spinoza. Romantik Almanların deyimiyle Spinoza Tanrı sarhoşu bir mistikti. Fakat ne yazık ki sadece Türkiye’de değil, modern Batı dünyasında da Spinoza ateizmin ve materyalizmin bir havarisi ve gördüğümüz haliyle doğayı ve tabiat tanrısallaştırmış bir figür olarak okunuyor. Oysa benim iddiam odur ki kusursuz ve sonsuz sıfatlara mükemmel bir biçimde sahip bir Mutlak Benlik olarak Tanrı’ya imanı yok sayarsanız, Spinoza’nın anlattıklarından hiç ama hiçbir şey anlayamazsınız.
Türkiye’de Spinoza’yı ateist ve materyalist bir biçimde okuyan ana figür bana hocalık da yapmış çok sevdiğim Ulus Baker. Ulus Hoca Spinoza’nın ana kitabı olan Ethica’sında sayısız defa geçen Tanrı kelimesini “Spinoza ateistti, tanrıtanımazdı. Doğa bilimlerinin keşfettiği haliyle evrenin bütününü tanrısallaştıran bir figürdü. Fakat onun zamanında Tanrı diye bir kelime kullanımdaydı. Bu sebeple Spinoza da felsefesinde ‘doğanın bütünü’ kelimesi yerine bolca Tanrı kelimesini kullandı” diyor.
Bu durum Türkiye’ye ve Ulus Hoca’ya has değil. Geçenlerde Vakıfbank Yayınlarından çıkan ve Spinoza’nın Aydınlanma Fransa’sında nasıl okunduğunu tartışan ‘’Radikal Aydınlanma’’ adlı bir kitabı okudum. Yazarı Jonathan Israel. O da aynı şeyi söylüyor. Fransızlar Spinoza’yı tam bir ateist ve materyalist olarak okumuşlar. Yakınlarda çok sevdiğim ve düşüncelerini tevarüs ettiğim Antonio Negri’nin Spinoza’yı tartıştığı ‘’Yaban Kuraldışılık’’ kitabı da Spinoza’yı tanrıtanımaz bir materyalist olarak ele alıyor.
Oysa dediğim gibi benim iddiam odur ki, sonsuz sayıda mükemmel sıfata sahip Mutlak Benlik olarak Tanrı’yı kabul etmezseniz Spinoza’dan hiçbir şey anlamazsınız. Peki eğer iddiam doğruysa ve ateist materyalistler Spinoza’yı doğru dürüst anlamıyorsa Spinoza’nın nesinden büyüleniyorlar?
Anladığım kadarıyla söyleyeyim:
- Ethica kitabının alabildiğine zor ve muhteşem estetik bir argümantasyonu var. Okumanın zorluğundan sonra bu argümantasyonu keşfetmek başarısı okuyana muazzam bir sevinç duygusu veriyor ve okuru kitaba aşık ediyor. Wittgenstein’ın Tractatus kitabı da böyledir. Ethica’nın aksine Tractatus’un sunduğu dünya görüşü çok anlamsız ve boş bir dünya görüşüdür: hiçbir büyüsü ve estetiği olmayan bir olgular toplamı olarak dünya ki içinde nedensellik bile yok. Fakat Tractatus’taki argümantasyon o kadar zorlu ve estetiktir ki kitabın bütünlüğünü keşfetmek sizi kitaba aşık eder.
- Ethica okumak insanı ciddi bir ahlak bir terbiyesinden geçirir ve kişiyi edilginliğinden, pasifliğinden, kederinden ve hınç duygusundan arındırıp, onu sevgi dolu, etkin ve mutlu bir yaşantıya taşır. Kitabın duygular kuramını okurken kendi kendinizi, kendi duygularınızı ve otobiyografinizi tahlil etmeye ve duygularınızı dönüştürmeye başlarsanız bu keyfi yoğun bir biçimde tadarsınız. Ve bambaşka bir insana dönüşürsünüz. Bu yüzden Ethica okuyarak kendi dünyalarında ahlak reformu gerçekleştirenler Ethica’ya ve Spinoza’ya aşık olur. Ve Spinoza’yı mürşit beller.
- Spinoza doğanın bir Tanrı tezahürü olduğuna inandığı için okuyanda, hele ki bu kişi doğa bilimlerinden haberdarsa, muazzam bir doğa ve tabiat sevgisi yaratır. Spinoza okurunu doğa bilimlerine aşık eder. Zira her materyalist Spinoza okuru tam olarak anlamasa da, Spinoza’ya göre farklı doğa bilimlerinin farklı yönlerden ele aldığı doğanın bütünü de bir bireydir. Yani Spinoza için bizim nasıl bilinçlerimiz varsa doğanın bütünü de kozmik bir bilince sahiptir. (İyi bir Spinoza okuru olan ve sıradışı bir materyalist olan Deleuze bu kozmik bilince Tanrı olarak bağlanır.)
Benim iddiam odur ki, ateist ve materyalistleri Spinoza’ya bu kadar bağlayan şey, Ethica kitabının okuyanlarda yarattığı bu üç muazzam etkidir. Fakat yine dediğim gibi, sonsuz sayıda güzel sıfata mükemmelen sahip bir Mutlak Benlik olarak Tanrı’ya inanmıyorsanız Spinoza’nın Ethica’sından, yani Spinoza’nın dünya ve evren görüşünden hiçbir şey anlamazsanız. Bu iddiama bir karine olarak materyalist ve ateist Spinoza okurlarının karşı karşıya kaldığı iki açmazı belirtmek istiyorum: (1) Spinoza üzerinde dura dura tartıştığı için ve ayrıntılı olarak ele almış olduğu için Tanrı’nın Düşünce ve Mekan/Uzam sıfatlarını biliyoruz. Fakat Spinoza ısrarla “Tanrı’nın sonsuz sayıda mükemmel sıfatı vardır” diyor. Peki bu sıfatlar neler? Burada materyalist Spinoza yorumcuları ciddi bir sıkıntı yaşıyor. (2) Spinoza’da ikinci tür bilgi dediği yani doğa bilimlerindeki nedensellik yoluyla doğayı bilme yolundan ayırdığı başka bir bilme biçimi var: Üçüncü tür bilgi. Ki üçüncü tür bilgi Spinoza’nın tüm anlattıklarının kilit noktasıdır. Üçüncü tür bilgi sezgiseldir, hiçbir kanıtlamaya, neden-sonuç ilişkisi keşfetmeye dayanmaz ve Spinoza’ya göre bu tür bilgiyle Tanrı’nın sıfatlarını doğada aracısız olarak müşahede ederiz. Spinoza’yı materyalist bir biçimde okuyanlar “üçüncü tür bilgi nedir” konusunu anlamaya çalışırken de tıkanıyorlar.
Bu iki açmaz ancak ve ancak Bir Mutlak Benlik olarak Tanrı ve onun insani sıfatlar ve akli duygular yoluyla tanıdığımız ‘yarı antropomorfik,’ yani yarı yarıya insana benzeyen sıfatlarını kabul etmek yoluyla anlaşılırlık kazanırlar. Bu hususu daha sonra uzun uzun şerh edeceğim. Fakat bir sonuç cümlesi olması gereken cümleyi şimdi söylemem gerekirse Spinoza’nın Tanrı’yı, evreni ve kendi yaşamını nasıl deneyimlediğini anlamak istiyorsanız, yani “Tanrı’nın sıfatları neler ve üçüncü tür bilgi ne menem bir şey?” bu sorulara adam gibi ve doyurucu yanıt vermek istiyorsanız muhakkak ama muhakkak Bediüzzaman’ın doğa bilimlerindeki nedensellik mantığına dayanan ikinci tür bilgiyle sezgi yoluyla elde edilen üçüncü tür bilginin sentezi yoluyla Tanrı’nın sıfatlarını müşahedeye adanmış bazı temel kozmoloji risalelerini okumak zorundasınızdır.
Biraz provokatif konuşmak gerekirse, Türkiye’deki belki de dünyadaki tek gerçek Spinozacı Bediüzzaman’dır. Hatta okuduğum kadarıyla birer Spinoza takipçisi olan Schelling, Hegel, Deleuze ve Negri bile değil, Bediüzzaman. Makalemin ilerleyen bölümlerinde bu iddiayı vuzuha kavuşturacağım.
3
Tartışmaya başlamadan önce kısaca Spinoza’nın Ethica kitabını özetleyeceğim. Ta ki tartışmamın Ethica’nın bütününde nereye oturduğu berraklaşabilecek olsun.
Ethica beş bölümden oluşur. Ve ilk bölümü Tanrı’yı tartıştığı bir metafizik araştırmasıdır. Spinoza’ya göre görüyor olduğumuz tüm çeşitliliğiyle ve hareketleriyle bu evren aslında tek bir cevherin/tözün tezahüründen ibarettir. Ve evrendeki sınırlı ve sonlu her şey ve her değişim bu cevherin/tözün tecellileri/modları/tavırlarından ibarettir. Evrene kaynaklık eden bu cevher sonsuz sayıda mükemmel sıfata sonsuz bir biçimde sahip olan ve ezeli ve ebedi olup zamansal değişimden etkilenmeyen Tanrı’dan başka bir varlık değildir. Spinoza bir cevher ve töz olarak kavranmış ve sonsuz sayıda sıfata mükemmelen sahip bu Tanrı’ya Natura Naturans adını verir; yani Doğuran Doğa. Spinoza gözlerimizle gördüğümüz ve fizik, kimya, biyoloji, astronomi jeoloji, meteoroloji, ekoloji vs gibi bilimlerin konusu olduğu haliyle evrene; yani zamanın akışında nedensellik prensibine göre çalışan ve Natura Naturans olarak Tanrı’nın tezahüründen ibaret olduğu haliyle evrene ise Natura Naturata, yani Doğurulmuş Doğa adını verir. Spinoza için Tanrı Naturans’ın ve Natura Naturata’nın bütünlüğüdür. Spinoza Tanrı’yı ve onun doğasını tartıştığı bu bölümde Tanrı’nın sadece üç sıfatını ele alır: (1) Tanrı Sonsuz Düşünce ve Akıldır –ki bunu kendi sınırlı aklımız yoluyla kavrarız. (2) Tanrı Sonsuz Mekan/Uzam’dır -ki bunu sınırlı bedenimiz yoluyla kavrarız. Ve 3) Tanrı kendi özünü dışarıdan hiçbir baskı altında kalmadan özgür bir biçimde açığa vurma yeteneğine sahiptir. Ki Tanrı’nın bu yeteneği onun kudreti, yani ‘potentia’sıdır ve bizler Tanrısal kudreti kendi küçük hayatlarımızda tecelli eden ve bizim özümüzü oluşturan var kalma çabamız ve temel arzumuz, yani conatus’umuz yoluyla kavrarız. Spinoza için Tanrı’nın ‘şunu yapayım mı yoksa yapmayayım mı?” diye keyfi bir iradesi yoktur. Tanrı’nın mutlak özgürlüğü onun keyfi bir biçimde karar verebilmesinde değil, kendi onsuz özünü hiçbir dış baskı altında kalmadan özgürce açığa vurabilmesinde yatar. Zaten bizim kendimizde müşahede etiğimiz “şunu mu yapayım yoksa bunu mu” sorusuna yanıt olarak deneyimlediğimiz tercih yeteneği ve keyfi irade de kararlarımızın nedenini bilmemekten kaynaklanır. Yani keyfi irade bir yanılsamanın ürünüdür. Ve bir hakikati yoktur. Fakat Tanrı sonuna kadar özgürdür. Zira onun kendini açığa vurma kudretini engelleyecek hiçbir dış güç yoktur. Biz insanlar olarak kendi gerçek özgürlüğümüz de üzerimizdeki dış baskılardan kurtulup kendi özümüzü açığa vurabilme yeteneğimizden ibarettir.
Bir Töz ve Natura Naturans olarak Tanrı, zamanüstü ve ezeli ebedidir. Bir Natura Naturata ve Töz’ün tezahürü olarak Tanrı’daki olaylar, şeyler, nesneler ve süreçler ise ezelden gelen ve ebede giden bir zamanın akışında neden-sonuç zincirleriyle birbirine sımsıkı bağlanmıştır. Evrendeki her şey ve her değişim kaynağını bir Töz ve Cevher olarak Tanrı’dan alır. Bu dikey nedenselliktir. Fakat bir tezahür ve Natura Natura Naturata olarak kavranan evrende olan biten her şeyin, yani Tanrı’nın zamanda ortaya çıkan ve sonra kaybolan her tecellisi/modu ve tavrının zamanda ondan önce gelen bir nedeni daha vardır ki biz bu nedenleri doğa bilimleri yoluyla öğreniriz. Bu yatay nedenselliktir.
Spinoza’da dikey nedensellik ve yatay nedensellik arasındaki farkı anlamak, onun düşüncesinin bütünlüğünü anlamakta kritik önemdedir. Bu hususu sonra açımlayacağız.
Spinoza bu bölümde anlattığı metafizikten çok sayıda sonuç çıkarılabileceğini söyler. Örneğin burada, yani metafizik görüşlerini tartıştığı birinci bölümü bitirirken, Spinoza isteseydi bir çiçekteki, bir böcekteki, bir insan bedenindeki, bir zigotun gelişimindeki Tanrısal Sıfatların neler olduğunu tartışabilirdi. Fakat bunu yapmıyor. Ve diyor ki “işte biz bundan sonra bu metafizik görüşün bizim mutluluk anlayışımıza neler kattığını tartışacağız”. Ve ikinci bölümde mutluluk tartışmasına bir başlangıç olarak bir epistemoloji ve bilgi kuramı hakkındaki görüşlerini serimlemeye geçiyor.
Spinoza’nın bilgi kuramı nasıl bir bilgi kuramı? Spinoza burada Tanrı’nın iki sıfatını öne çıkarıyor: Sonsuz Düşünce olarak Tanrı ve Sonsuz Mekan/Uzam olarak Tanrı. Yani insandaki zihin ve bedenin tecellisi oldukları mutlak tanrısal sıfatlar. Spinoza’ya göre ne beden zihni etkileyebilir, ne de zihin bedeni. Fakat her ikisi de aynı Cevher olarak Tanrı’nın sıfatlarının cüzi tecellileri oldukları için her zaman birbirine paralel işlerler. Zihin ve bedenin işleyişi arasında bir uyumsuzluk olamaz. Çünkü onlar aynı sonsuz cevherin tecellilerinden ibarettir. Yani bedenimizin bir etkilenime maruz kalması demek, zihnimizin de bir etkilenime maruz kalması demektir. Yani bedene etki eden her cisim ve her olay zihinde de bulanık da olsa bir fikre tekabül eder. Bu bilinç aşamasıdır. Sonra biz dışarıdan edindiğimiz bu fikir üzerine düşünmeye başlayınca, yani fikrin fikrini oluşturduğumuzda dış dünyadan bize etki eden cismin edilginliğinden sıyrılır ve düşüncede etkin olmaya başlarız. Bu özbilinç aşamasıdır. Yani örneğin bir elma yediğimizde önce “ne kadar lezzetli bu elma” deriz. Bu bilinç aşamasıdır. Sonra “bu elamyı lezzetli bulduğumun farkındayım” deriz ki bu da özbilinç aşamasıdır. Özbilinç aşamasında bize etki eden cismin nitelikleri, bizim etkilenime maruz kalmamızın içsel sebepleri, cismin bize nasıl ve hangi nedenle etki ettiği, yani cismin doğası gibi hususlarda tefekkür etmeye başlarız ki bu süreç akıl aşamasıdır. Ve dışarıdan gelen fikirleri özbilincimizden geçirip sonra akıl yoluyla kavradığımızda, nesneleri doğadaki nedenleri yoluyla bilmeyi öğrenir, yani doğa bilimi yaparız. Bilinç aşamasında zihin tamamen edilgindi. Akıl aşamasında ise zihin artık tüm edilginliğini aşmış ve tamamen etkin hale gelmiştir. Ve doğa bilimlerinin nedensellik ilkesine dayanan kesin bilgilerini keşfetme yeteneği kazanmıştır. Burada şu hususun ısrarla vurgulanması gerekiyor. Tüm bu zihinsel sürecin işleyebilmesi için bedenin aktif bir biçimde dış dünyadaki nesnelerle temasa geçirilmesi ve bedenin dış uyaranlara sistematik bir biçimde maruz bırakılması gerekiyor. Zira Spinoza için zihindeki her fikir bedendeki bir etkilenimle eş zamanlı oluşur. Bu hususun önemi şurada: Eski filozofların hilafına Spinoza için beden ve onun etkilenimleri doğru bilgiye engel değil; doğru bilgiye ulaşmanın, doğa felsefesi ve metafizik yapmanın vazgeçilmez bir aracı.
Spinoza burada iki bilgi türü arasında ayrım yapıyor: birinci tür bilgi yani bilinç aşamasında, eşyayı ve evreni duyularımız ve hayal gücümüz yoluyla algıladığımız ilk aşama, sanı ve kanı aşamasıdır ki gerçek manada bilgi verme yeteneğine sahip değildir. Akıl aşaması, yani nesnelerin doğasını ve nedensellik ilişkilerini anlama aşamasına nüfuz ettiğimiz ikinci tür bilgi ise bizim evreni doğa bilimleri yoluyla bilme yeteneğimizdir. Yani akıl aşamasında evreni bir Natura Naturata olarak; zamanda ezelden gelen ve ebede giden, zaman içinde bir akış halinde ve içindeki eşyanın ve olayların birbirine zorunlu neden-sonuç bağlarıyla bağlı olduğu biçimi keşfederiz. Bu doğa hakkında kesin bilgilere ulaştığımız doğa bilimleri aşamasıdır. Spinoza burada üçüncü tür bir bilgi daha ayırt ediyor –ki bu ancak ve ancak akıl ve doğa bilimleri yoluyla bilgi edindikten sonra gelişebilir- bu bilgi türü sezgiyle bilmedir. Spinoza sezgiyle bilmenin iki örneğini veriyor. Birisi örneğin türev almanın kurallarını ciddi bir biçimde öğrenmiş bir bireyin y=2x’i görür görmez hiç hesap yapmadan sezgileriyle “bu formülün x’e göre türevi 2’dir” demesidir. Oysa türev almayı yeni öğrenmiş bir öğrenci bu türevi alabilmek için eline kalem kâğıt alıp hesaplamalar yapmak zorunda kalacaktı. Yani aklını kullanarak bu türevi alabilecekti. Üçüncü tür bilginin ikinci biçimi ise, doğayı akıl ve doğa bilimleri yoluyla, yani zamanda akan zorunlu nedensellik bağlarını etüt ettikten sonra, onu zaman üstü ve ezeli ve ebedi olanla, yani Natura Naturans olarak Tanrı, bir Cevher olarak Tanrı ve onun sonsuz sıfatları yoluyla aracısız bilmektir. Spinoza bu bölümde üçüncü tür bilginin nasıl edinileceğini ve önemini çok tartışmıyor. Fakat üçüncü tür bilgi daha sonra anlaşılacağı üzere onun tüm sisteminin en hayati noktası. Spinoza bu tartışmaya son bölümde gelecek. Ben de bu tür bilgiyi son bölümün özetinde teşrih edeceğim.
Dediğim gibi, Ethica’nın temel derdi bir metafizik ya da bilgi kuramı tartışması değil. Spinoza tüm bunları bir mutluluk felsefesine hazırlık olarak açıklama gereği duyuyor. Ethica metafiziğe ve bilgi kuramına muazzam katkılar yapmış olsa da, bunlar Ethica’nın nihai amacı değil. Bu yüzden Spinoza üçüncü bölümde, mutluluk konusuna bir geçiş olarak insan duygularını, onların kökenlerini ve doğalarını tartışmaya geçiyor. İkinci bölümde insan varlığını zihin ve beden olarak ayırmış olan Spinoza burada kritik bir hamle yapıyor: insan zihninin hedefi etkin olmaktır, insan bedeninin hedefi de etkin olmaktır, yani insanın hem bedeni hem ruhu var kalmak ve etkin olmak için çabalar ki insanın bir bütün olarak özü de budur: yani var kalma çabası ya da o meşhur kelimeyi kullanacaksak insanın bir beden ve zihin olarak bütünlüğünü kuran ‘conatus’ ya da ‘arzu.’ İnsana bütünlüğünü veren bu arzunun Tanrısal kudretin/potentia’nın sınırlı bir tecellisi olduğunu daha önce söylemiştik. İnsanın özünden gelen ve insanı zihni ve bedeniyle etkin olmaya yönelten conatus ve arzu yanında, insan dışarıdan gelen etkilere de açıktır. İnsan onu edilginken etkin kılan şeylere maruz kaldığında sevinç duyar. İnsan onu etkinken edilgin kılan şeylerden ise keder duyar. Ve eğer insanın sevinci dışarıdaki bir nesneye yönelikse, bu sevinç duygusu, sevgi adını alır. İnsanın kederi bir nesneye yönelik ise, bu keder duygusu nefret adını alır. Sevinç ve sevgi insan etkinliğini artırır, keder ve nefret ise insan etkinliğini azaltır. Yani conatus ve arzu açısından konuşursak her insan özü gereği, yani conatus gereği, etkinliğini artırmak istediğine göre sevinç ve sevgi duyguları insanın lehine, keder ve nefret duyguları ise insanı aleyhinedir.
İnsanın duygusal yapısının kökeni ve doğası budur. Spinoza bunları anlattıktan sonra uzun uzun çeşitli etkin ve edilgin duyguların bu temel duygulardan, yani conatus, sevinç ve keder duygularından nasıl türediğini anlatıp insanın duygusal yapısının karmaşıklığının bir dökümünü yapar ki bu detaylar bizleri ilgilendirmiyor.
Spinoza insan duygularının kökenini ve doğasını anlattığını üçüncü bölümden sonra gelen dördüncü bölümde insanın duygularına olan esaretini anlatıyor. Spinoza’ya göre bizde sevinç ve sevgi duygusu da uyandırsa, bizde keder ve nefret duygusu da uyandırsa, bu duyguları aklın süzgecinden geçirip, onları kendi özümüzden gelen güçle dönüştürüp, kendimizi ve aklımızı duygularımızı denetler ve dönüştürebilir hale getirmediğimiz sürece duygularımızın ve bedenimizin esiriyizdir. Spinoza’ya göre insanın gerek bedeniyle gerekse de zihniyle edilginlikten sıyrılıp etkin hale geçmeye arzu duyduğunu, yani conatus’un insanın özü olduğunu söylemiştim. İşte Spinoza insanın bedenini pasif duruma sokan duyguları aklıyla denetim altına alıp onları dönüştürebilmesi yeteneğine erdem/güç adını veriyor. Ve Spinoza için gerçekten edilgin olmaktan çıkıp etkin hale geleceksek, yani conatus’umuzun var kalma arzumuzun hakkını vereceksek tüm beden kaynaklı duygularımızı aklın denetimine almak zorundayızdır. Yani akılda etkin duygular uyandırmak ve bu yolla beden kaynaklı duygularımızı dönüşümden geçirmek. Yani dışarıdan pasif bir biçimde belirlenmemek, aksine kendi kendimizi kendi özümüz yoluyla belirlemek. İşte insan bunu başarabildiği oranda erdem ve güç sahibi olur. Ve ancak o zaman bir insana ‘özgürdür’ denebilir.
Son bölüme, yani beşinci bölüme geldiğinde, Spinoza kendi mutluluk tasarısını açıklıyor. Ve bu mutluluk tasarısı onun metafiziğinden, bilgi kuramından ve duygu analizinden/psikolojisinden doğuyor. Spinoza’da bedenin bir bilgi organı olduğunu söylemiştim. Yani bedenimiz dış dünyayla temasa geçebildiği sürece zihnimiz de doğa hakkında bilgi sahibi olur ve doğa bilimi yapabilir. Aynı şey duygular için de geçerlidir. Ancak ve ancak bedenimizi dışarıdan sürekli etkilenimlere maruz bırakırsak duygularımızı geliştirebiliriz. Fakat dördüncü bölümde dediğimiz gibi bu henüz bilinç düzeyidir ve burada pasifizdir. İkinci aşamada bu duyguların özbilincini kazanmalıyız. Yani bu duygulara karşı bir fikir geliştirmeliyiz. Yani örneğin “bu elmadan hoşlandım” dedikten sonra “Bu elmadan hoşlandığımın farkındayım” demeliyiz. Ve daha sonrasında akıl aşamasına geçip “iyi de bu elmadan niye hoşlandım?” sorusunu sormalı, bu soruya gerek kendi doğamızdan gerekse de elmanın doğasından kaynaklanan cevaplar aramalı ve aklımızı duygularımız konusunda etkin hale getirip bedenimizin pasif etkilenimlerine karşı aklımızdan doğan etkin duygular geçirmeliyiz. Spinoza’nın arzu/conatus meselesinin edilginlikten etkinliğe geçiş çabası olduğunu söylemiştim. Yani Spinoza’ya göre eğer güçlü olacaksak/erdem sahibi olacaksak/kendi özümüzü özgür bir biçimde gerçekleştireceksek, içimizdeki tüm pasif ve edilgin duyguları, yani keder ve nefretten doğan duyguları aklımız yoluyla sevinç ve sevgi duygusuna dönüştürmek zorundayızdır. Ancak bu yolla kalıcı mutluluğa erişebiliriz. Spinoza bu süreci akılda duygular uyandırmak ve aklın duyguları yoluyla bedenin pasif duygularını etkin hale geçirmek olarak tefsir ediyor.
Spinoza için bizi gerçek mutluluğa ve gerçek özgürlüğe kavuşturan bu süreç, sadece bizim içsel ve ruhsal dönüşümümüzden ibaret değildir. Bunun ötesinde bu süreç yoluyla bizler doğayı ve dış dünyayı da yeni fikirler eşliğinde yeni bir biçimde kavramayı ve ele almayı öğreniriz. Yani bu süreçte gerek ruh halimiz gerek dış dünyayı kavrayışımız radikal bir biçimde dönüşür. Dünyanın çirkinliklerinin arka planında yatan güzellikleri temaşa etmeyi öğrenir ve içinde yaşadığımız dünyayı etkin bir biçimde sevebilmeyi öğreniriz. Bu süreci anlamak için ise üçüncü tür bilginin Spinoza’nın mutluluk tartışmasında nereye oturduğuna bakmak gerekir.
Spinoza’da bedensel duyguların pasifliğinden akli duyguların etkinliğine yükseliş, onun bilgi kuramında bilincin edilgin olduğu ve duyuya ve hayal gücüne dayanan birinci tür bilgiden, aklın etkin olduğu ve bize tüm doğa bilimlerinin nedensellik prensibini öğreten ikinci tür bilgiye yükselişle aynı mantığa dayanır. Spinoza bilgi kuramından sonra ahlak ve mutluluk tartışmasında da üçüncü tür bilgiye değinir. Yani Tanrısal sıfatları keşfetme, deneyimleme ve bu sıfatlar yoluyla gerek kendi ruhumuzu gerek dış dünyayı müşahede etme yeteneğine. Bu geçiş şöyledir: bedenimizin pasif etkilenimleri yoluyla Tanrı’nın sıfatlarını kavrayamayız. Çünkü Tanrı’da hiçbir pasiflik yoktur. Bu yüzden, mesela, Tanrı keder duyamaz ya da kimseden nefret edemez. Çünkü bunlar pasif duygulardır. Fakat aklımızın etkin duygularını keşfetmek, bize Tanrı’nın sıfatlarını da keşfettirir. Çünkü aklımızdan doğan etkin duygular, Tanrı’nın sıfatlarının cüzi tecellilerinden ibarettir. Ve bu yüzden aklımızın duygularıyla kendimize biçim verdiğimiz zaman, Tanrısal doğaya da katılmış, yani Tanrı’nın sıfatlarıyla sıfatlanmış ve Tanrısallaşmış oluruz. Ve aklımızın duygularıyla keşfettiğimiz bu tanrısal sıfatlar yoluyla doğada işleyen Tanrısal sıfatları müşahede ettiğimizde kutluluğa ve kutsallığa erişir ve Tanrı’ya da bu yolla yoğun bir sevgi duyarız. Bizdeki bu Tanrı sevgisi artık karşılık bekleyen bir sevgi değildir. Zira bizim Tanrı’ya sevgimiz Tanrı’nın kendi kendine duyduğu sevginin bir tecellisinden ibarettir. Ve Tanrı da onun cilvesi olan bizleri kendi kendisine olan sevgisinin bir tecellisi olarak kendine şanına layık bir yolla sever. Bu bir insanın bir insana duyduğu sevgiye benzemez. Fakat Tanrı insanı kendi şanına layık bir yolla sever. Tanrı kendi kendini ve kendi kendisi yoluyla evrendeki tüm tecellilerini sever ve bu sevgiden dolayı bir kendinden memnuniyet ve haz duyar.
Spinoza için gerçek mutluluk aklın etkin duyguları yoluyla keşfettiğimiz Tanrısal sıfatları kendi hayatımızda ve evrende müşahede etmenin yarattığı kalıcı ruh huzurudur. Spinoza için insan aklının mükemmelliği ise ikinci tür bilgi yoluyla, yani doğa bilimleri yoluyla keşfettiğimiz evren tasarımından sonra üçüncü tür bilgiye geçip evreni Tanrısal sıfatların tecellisi olarak müşahede edebilme yeteneği kazanmaktan ibarettir. Yani Spinoza için tüm mesele gerek doğayı müşahede ederken gerekse de yaşamlarımıza biçim verirken bedensel duyuların ve bedensel duyguların verdiği ve edilgin olduğumuz sanılar dünyasını aşıp ikinci tür bilginin ve üçüncü tür bilginin sentezini yapabilmekten ibarettir.
Spinoza’nın Ethika’sını özetlemek için bir sonsöz olarak söylemek gerekirse biz öldüğümüzde duyu algılarımız ve hayal gücümüzün ürettiği kanılar ve bedenimizin tüm pasif duyguları yok olacak olsa da, Tanrı’yı seven ve müşahede eden benliğimiz ve aklımızın ürettiği bilimleri bilen ve aklımızın ürettiği duyguları yaşayan benliğimiz ilelebet hayatta olacaktır. Yani bizi, bedenlerimiz yok olacak olsa da, ruhsal açıdan sonsuz bir mutluluk beklemektedir.
Ethica’nın özeti budur.
4
Spinoza’nın Ethica’sının benim gözlerimle görülmüş özeti bu. Bu özeti sadece Spinoza’yı tanıtmak için vermedim. Dediğim gibi bu makalede derdim sonsuz sayıda mükemmel sıfata sahip bir Mutlak Benlik olarak Tanrı kabul edilmediği sürece Spinoza’nın Ethica’sı kavranamaz olduğunu söylemek. Yani bir materyalist ve tanrıtanımaz olarak Spinoza’dan parça parça şeyler öğrenebilirsiniz, fakat Mutlak Benlik olarak Tanrı’yı kabul etmediğiniz sürece Spinoza’yı anlayamazsınız ve Spinoza’nın varisi ünvanı almayı hak edemezsiniz. Adınız Deleuze ve Negri bile olsa. Yani Kant gibi Spinoza da tanrıtanımazlığın, agnostisizmin ve materyalizmin soykütüğüne kaydedilemez. Spinoza hakiki dindarlığın tarihine yazılması gereken bir düşünürdür.
Şimdi tartışmama geçebilirim.
Spinoza insan biçimli bir tanrıya inanmıyordu. Yani Tevrat’ın öğrettiği gibi öfkelenen, pişmanlık duyan, bir kavmi seçip ona iltimas geçen vs insan biçimli bir tanrıya… Fakat bu onun tanrıtanımaz olmasından ya da Tözü ve Natura Naturans’ı ruhsuz, bilinçsiz hissiz bir nesne olarak kavramasından dolayı değildi. Onun insan biçimli bir tanrıya inanmamasının sebebi, onun insan üstü bir Mutlak Benliğe inanmasından dolayıydı. İzah edeyim.
Ethica’da Tanrı’yı tanırken kullanılan bazı anahtar ibareler var. Birincisi kendimizdeki sınırlı beden yoluyla Tanrı’nın bir sıfatının Sonsuz Mekan olduğunu ve bizim bedenimizin Bu Sonsuz Mekan’ın bir tecellisi olduğunu biliriz. İkincisi kendimizdeki sınırlı düşünce yoluyla Tanrı’nın Sonsuz Aklı olduğunu bizim sınırlı aklımızın onun Sonsuz Akl’ının tecellisi olduğunu biliriz. Yine kendimizdeki var kalma çabası, etkinlik çabası, conatus ve arzu yoluyla Tanrı’nın Sonsuz Kudret’inin (potentia) ne olduğunu ve bizim sınırlı etkin arzumuzun Tanrı’nın Sonsuz Kudret’inin bir tecellisi olduğunu biliriz. Yani Tanrı’nın kudreti O’nun mutlak arzusudur. Yine kendimizdeki akli sevgi yoluyla Tanrı’nın kendi kendine olan Sonsuz Sevgi’sini ve bizim sınırlı sevgimizin onun Sonsuz Sevgi’sinin bir tecellisi olduğunu biliriz. Yine kendimizdeki etkinlik sonucu duyduğumuz haz ve kendinden memnuniyet yoluyla Tanrı’nın Sonsuz Hazz’ını kendinden memnuniyet duygusunu ve bizim sınırlı haz ve kendinden memnuniyet deneyimimizin onun Sonsuz Hazz’ının ve kendinden memnuniyet duygusunun sınırlı bir tecellisi olduğunu biliriz. Tanrı’nın Spinoza’da sonsuz sıfatı olduğunu ve bu sıfatların akli duygular yoluyla keşfedildiğini söylemiştim. Bunları daha da açacağım fakat demek istediğim, vurgulamam gerekirse, Spinoza’nın Tanrı’sı cansız kansız ruhsuz benliksiz bir nesne değil, insanüstü Mutlak bir Benlik’tir ve insanda aklın doğurduğu öznel ve insan biçimli duygular da bu sonsuz sıfatların sınırlı tecellileridir.
“Spinozacıyım” diyen tanrıtanımaz ve materyalistler Spinoza’nın Tanrı’sını doğa bilimleriyle keşfettiğimiz doğa ve tabiatla özdeşleştiriyorlar. Yani fizik, kimya, biyoloji, astronomi, meteoroloji, ekoloji, jeoloji vs bilimlerinin nedensellik yasalarının keşfettiği haliyle doğanın bütününe Tanrı adını veriyorlar ve Spinoza’nın da bunu savunduğunu sanıyorlar. Bunlardan Deleuze gibi en aklı başında olanları doğanın bu bütünlüğüne ‘kozmik bilinç’ adını veriyorlar ve bu kozmik bilinci Tanrı yerine koyuyorlar. Oysa bu kozmik bilinç de Tanrı değildir. Tanrı’nın bir tecellisidir ve en fazlasından Platon’un ya da Plotinus’un ‘dünya ruhu adını verdikleri yaratılmış bilince verilmesi gereken bir addır. Tüm bunlar Spinoza’yı tahrif etmekten başka anlama gelmez. Zira daha önce izah ettiğim gibi fizik, kimya, biyoloji, astronomi, meteoroloji, ekoloji, jeoloji vs bilimlerinin nedensellik mantığı uyarınca keşfettiğimiz doğa, Spinoza için Natura Naturans (Doğuran Doğa) olarak değil, Natura Naturata (Doğurulmuş Doğa) olarak Tanrı’dır. Yani bu doğa Cevher olarak sonsuz mükemmel sıfatlarıyla Tanrı değildir. Bu bilimlerin keşfetmiş olduğu haliyle Doğa, Tanrı’nın kendisi değil tezahürüdür. Yani Natura Naturata’dır. Ve Tanrı’yı ve onun sıfatlarını keşfettiğini ve müşahede ettiğini söylediğimiz üçüncü tür bilgiye değil, nedenselliği keşfeden akli ikinci tür bilgiye dair vukufiyet kazandırırlar.
Spinoza’da nedenselliği araştıran akli bilimler zamanda öncelik sonralık sırasına göre evreni inceler. Natura Naturata’nın ilmi budur. Natura Naturans ise ezeli ve ebedi olanın, zaman üstü olanın şimdi ve buradaki zamandışı etkinliğidir. Natura Naturans-Natura Naturata ilişkisini anlamak için işin özüne dokunan bir temsil vereyim. Gökteki Güneş’in ezeli ve ebedi olduğunu varsayın. Yani Natura Naturans olarak Tanrı. Güneşin hararetine Tanrı’nın kudreti, Güneşin ışığına Tanrı’nın aklı, ışıktaki renklere de Tanrı’nın sıfatları deyin. Bu güneş Töz ve Cevher olarak, Natura Naturans olarak Tanrı’dır. Şimdi yeryüzünde zaman içinde akıp giden bir nehir farz edin. Bu da Natura Naturata olarak, Tanrı’nın tezahürü olarak evren olsun. Bu nehir akarken üzerinde sürekli kabarcıklar oluşur. Ve tüm bu kabarcıklarda güneşin harareti, ışığı ve renkleri farklı biçimlerde tecelli eder. Bu nehrin akışını, nehir üzerindeki kabarcıkların oluşumunu ve nehrin üzerindeki kabarcıklarda güneşin tecellisini iki nedensellik mantığıyla izah edebiliyoruz. Birincisi, zamanda önce gelen an, zamanda sonra gelen anın oluşumunu bir neden sonuç ilişkisi yoluyla belirliyor. Bu Natura Naturata olarak evrenin doğa bilimi yasaları yoluyla analiz edilmesidir. Fakat aynı nehir ve üzerindeki kabarcıklar, bir de zamanda önce-sonra diye bir analize tabi tutulmadan güneşin hararetinin, ışığının ve renklerinin tecelli edişi olarak analiz ediliyor. Bu analiz ise Natura Naturans’ın Natura Naturata üzerinde bir cevher olarak sonsuz sıfatlarıyla tecellisinin analizinden ibarettir. Yani zamanüstü olanın şimdi ve burada’ya olan zamandışı tecellisi.
Yani Spinoza’da çifte nedensellik kuramı vardır: biri zamanda önce-sonralığa ve doğabilimsel nedensellik ilkesine göre işleyen yatay nedensellik. Diğeri ise ezeli ve ebedi olanın, zamanüstü Tanrı’nın şimdi ve burada işleyen zamansız tezahürü, yani dikey nedensellik. Bu iki nedensellik türü ayrı ayrı ele alınmadan Spinoza’nın ne metafiziğinde, ne bilgi kuramında ne de psikoloji ve mutluluk kuramında söylediği hiçbir şey anlaşılamaz.
Yani bu iki katmanlı yapının Natura Naturans kısmını ve dikey nedensellik kısmını gözden kaçırıp sadece yatay nedenselliğe odaklanan ve Natura Naturata olarak Doğa’ya Tanrı adını veren tanrıtanımaz materyalistler Spinoza’dan hiçbir şey anlamamışlardır.
Söylemeye gerek yok sanırım: Spinoza’da Natura Naturata’nın kendi iç işleyişindeki yatay nedensellik bilgisine Spinoza ikinci türde bilgi adını veriyor. Natura Naturans’ın Naturata üzerindeki zamanüstü tecellisini keşfetme yeteneğine ise Spinoza sezgisel ve üçüncü türde bilgi adını veriyor. Yani eşyayı ve olayları, onun meşhur tabirleriyle, sonsuzluğun ufku altında, sub specia eternitatis görme yeteneğine…
Peki bu üçüncü tür bilgiyi nasıl edineceğiz? Yani Tanrı’nın düşünce ve mekan gibi sıfatları dışındaki sıfatlarını nasıl keşfedeceğiz? Spinoza buna da yanıt veriyor: bedenimizin değil de aklımızın oluşturduğu ve bizi tüm edilginlikten sıyırıp tamamen etkin hale getiren duygular yoluyla. Yani insandaki akli sevgi nasıl Tanrı’nın sonsuz Sevgisini keşfetmemize ve doğada ve yaşamımızda müşahede etmemize izin veriyorsa, kendi var kalma çabamızı, yani conatus’umuzu/arzu’muzu tam olarak etkin hale getirdiğimizde nasıl Tanrı’nın potentia olarak kudretini keşfediyor ve doğada ve kendi yaşamımızda müşahede ediyorsak Tanrı’nın diğer sıfatlarını da aklımızın etkin ve özgür duyguları yoluyla keşfedeceğiz. Çünkü aklın doğurduğu bu etkin duygular tanrısal sıfatların sınırlı tecellilerinden ibaret olacak. Bu keşiften sonra doğayı ve kendi yaşamımızı ve tanrısal sıfatların cilveleri olarak müşahede etmeyi öğreneceğiz. Yani doğayı ve kendimizi kavrayışımızı radikal bir biçimde dönüştürecek içimizdeki tüm kederden ve nefretten sıyrılacak dış dünyayı ve nesneleri Tanrı’nın tezahürü ve tecellisi olarak görebilmeyi ve sevebilmeyi öğrenecek ve hem kendimizi hem de dünyayı içindeki her varlıkla beraber sevebilmeyi öğreneceğiz.
5
Spinoza’dan Bediüzzaman’a
Spinoza Tanrı’yı ve onun sonsuz sayıda sıfatını keşfetmenin sadece yöntemini öğretiyor. Bu sıfatların dökümünü yapmıyor. Doğayı bu sıfatlarla müşahede ettiğimizde ne göreceğimizi hiç söylemiyor. Hele ki bu müşahedenin yaratacağı mutluluk, kutluluk ve ruh huzuru duygusunun nasıl bir deneyim olarak yaşandığını hiç ama hiç detaylandırmıyor. Bu aşama bizim Spinoza’dan Bediüzzaman’a geçiş yapmamızı zorunlu kılan aşamadır. Zira Bediüzzaman külliyatının büyük bölümü Spinoza’nın üçüncü türden ve sezgisel bilgi dediği ve Tanrı’nın sıfatlarıyla doğaya ve içindeki eşyaya bakmanın ne menem bir şey olduğunu öğretmeye, göstermeye ve hissettirmeye adanmıştır.
Spinoza Bediüzzaman bağlantısını kurmak için önce biraz konu dışına çıkalım, soluklanalım ve okuyucuyu Bediüzzaman’ı anlamaya hazırlayalım. Zira bu kadar kuramsal tartışma bizleri çok yordu. Farkındayım.
On dört yaşımdan beri Bediüzzaman’ı deli gibi okurum. On dört-yirmi iki yaş arasında bir Nur cemaatinde bulundum fakat cemaatimin yobazlığı yüzünden yirmi iki yaşımda travmatik bir biçimde cemaatten koptum. Fakat Bediüzzaman’a olan tutkum hiçbir zaman azalmadı. Şu anda hatırı sayılır bir entelektüel olmuş durumdayım. Kuramsal bilimlerin ve sanatların her sahasında çok fazla sayıda çok ciddi kitaplar okudum. On dört yıldır kitap okumaktan başka bir şey yapmıyorum. Ve Bediüzzaman’a olan tutkuma hiç zarar vermiyor. İnsanlar bazen şok yaşıyor “bu kadar kitap okumuş olmana rağmen, bu ateist çağda, nasıl hala Allah’a sımsıkı bağlı kalabiliyorsun?” diye… Bunu büyük oranda Bediüzzaman’ın eserlerine borçluyum.
On dört yaşımdan beri iki grup insan –ki iki grup da bana üstatlık yapmış ciddi entelektüel derinliği olan büyüklerimdi- beni hep Bediüzzaman’dan uzaklaştırmaya çalıştı. Bunların ilk grubu eline bir tane bile Bediüzzaman kitabı almamış, alıp okumaya çalışacak olsa da Bediüzzaman’ın kendine has üslubu sebebiyle hayli zorlanacak laik entelektüellerdi. Onlar bana hep şunu söylerdi: “senin gibi zeki ve birikimli bir entelektüel nasıl olup da medrese skolastiğinden ibaret olan bu Said’e bağlanabilir?” Beni Bediüzzaman’dan uzak tutmaya çalışan ikinci grup insanlarsa, yani İslamcı entelektüel büyüklerimse ellerinde tek bir fizik, kimya, biyoloji astronomi, meteoroloji, ekoloji ya da jeoloji kitabı almamış, felsefede ve metafizik düşüncede cereyan eden tartışmalardan hiç haberi olmayan ama İslami birikime ve siyasete vakıf insanlardı. Onlar da Bediüzzaman’ın “Ben Mehdi’inin müjdecisiyim” beyanına ve onun batıni bir ilim hatta belki de bir hurafe olan ebced ve cifir hesabına inanmasına içerleyen ve Bediüzzaman’ın talebelerinin siyaseten ne kadar yanlış yolda olduğunu gören insanlardı. Bir de Bediüzzaman’ın sürekli doğanın güzellikleri üzerinden Tanrı’yı anlatmaya çalıştığı için Auguste Comte gibi bir ‘pozitivist’ sanan İslamcı entelektüeller var –ki bu üçüncü grubun eleştirisi Kur’an’dan ne kadar bihaber olduklarını gösterir. Zira Kuran da Allah’ı anlatırken ve metafizik yaparken hep doğal dünyadaki güzellikleri anlatır. Yani Bediüzzaman ne kadar pozitivistse Kuran da o kadar pozitivisttir. Bu sebeple bu üçüncü grubu hiç kale almıyorum.
İlk grup laik entelektüellere söylemek istediğim husus şu: bu grup büyük entelektüel deyince Kant’a, Spinoza’ya, Marx’a adıyla referans veren ve konuşurken büyük entelektüellerin adını dilinden düşürmeyen insanları büyük entelektüel sanıyorlar. Oysa bu tip entelektüeller ikinci sınıf entelektüellerdir. Ben de, bu yazıdan anlaşılacağı üzere ikinci sınıf bir entelektüelim. Gerçek anlamda büyük entelektüelse, geçmiş hikmet mirasını dimağında soğuran, sonra orijinal ve tamamen kendine ait bir düşünce geliştiren, bu düşünceyi kendine has bir kavram sistemi ve üslup aracılığıyla kaleme döken ve temel eserlerinde geçmiş büyük düşünürlerin yankısı duyulsa da, ana kitaplarında asla ve kat’a geçmiş büyük düşünürlere ve onların kitaplarına referans verme ihtiyacı duymayan düşünürdür. Hegel’in, Kant’ın, Heidegger’in bütün büyük filozofların eserlerine bakın. Hepsinin ortak özelliği budur.
Bediüzzaman’ın da çok orijinal bir düşüncesi, kendine ait bir kavram sistemi ve oldukça çetrefilli bir üslubu var. Ve eserlerinde hiçbir büyük düşünüre referansla konuşmaz. Laik entelektüellere Bediüzzaman’ı bir köy hocası zannettiren bu. Oysa tarihçesine bakarsanız, Bediüzzaman’ın daha on altı yaşında medrese külliyatını hatmetmiş olduğunu, daha on altı yaşında Sühreverdi’nin İslam felsefesinde devrim yaratan Hikmetü’l-İşrak adlı kitabını ezberlemiş olduğunu göreceksiniz. Bediüzzaman on altı yaşından otuz bir yaşına kadar ise, yani on beş yıl boyunca, Van Valisi Tahir Paşa’nın büyük bir kütüphaneye sahip konağında en azından Fransızca’yı öğrenmiş olarak, yabancı dildeki kitapları okumak üzere Batılı düşünceye dalmış olduğunu göreceksiniz. Ve o konakta İstanbul’un iyi üniversitelerinde okumuş bürokratlarla sürekli temas halindeydi. Ve bu on beş yıllık süreç içinde modern üniversitelerde o güne kadar öğretilen tüm kitapları, medrese geleneğinde öğretilen tüm klasikleri ve tasavvuf irfanının tüm klasiklerini hazmetmiş durumdaydı.
Bediüzzaman Kürdistan’da bir üniversite kurmak amacıyla İstanbul’a geldiğinde kimse kendisini ciddiye almayınca, kamuoyunda projesi için dikkat celbetmek maksadıyla tüm İstanbul entelijansiyasına meydan okudu ve şunu söyledi: “Modern üniversitelerde, medreselerde ve tasavvuf dergahlarında öğretilen her konuda her sorunuza cevap vermeye hazırım.”
Bediüzzaman 1923 yılında projesi siyasal olarak başarısız olunca ve Kemalist pozitivizmin doğa bilimleri namına İslami mirasa saldıracağı anlaşıldığında, her medeniyetin köklerini kuran metafizik, kozmoloji ve doğa felsefesi konularına yoğunlaştı. Ve geçmiş tüm birikimini Kuran’ın gölgesinde yeniden değerlendirmeye alarak daha önce görülmemiş bir metafizik, kozmoloji ve doğa felsefesi düşüncesi inşa etti. O da Kant gibi, Hegel gibi Heidegger gibi temel eserlerinde hiçbir filozofa referans vermedi fakat her büyük düşünürün eserini derinlemesine okuduğunuzda temaşa edeceğiniz gibi, onun eserlerinde de kendi çağına kadarki tüm metafizik, doğa felsefesi ve kozmoloji düşüncesinin yankıları hissedilir. Kant’ın Spinoza’nın, Nietzsche’nin, Hegel’in, Plotinus’un, Bergson’un vs hepsinin ama hepsinin Bediüzzaman’ın eserlerinde yankılandığını söyleyebilirim Bediüzzaman’ın tek bir kitabını bile “basit bir medrese hocasıdır” zannederek eline almaya tenezzül etmeyen Türkiye’nin ve Batı’nın en seçkin entelektüellerine…
Beni Bediüzzaman’dan uzak tutmaya çalışan İslamcı entelektüellerin Bediüzzaman eleştirilerine gelince… Bu insanların İslam medeniyet birikimi var ve bu birikim çok güçlü. Fakat bu insanların İslam dünyasında ve Batı’da metafizik, kozmoloji ve doğa felsefesinde ortaya çıkan gelişmelerin İslam’ın Tanrı, kozmoloji ve doğa felsefesi düşüncesinde ne kadar ciddi sarsıntılar yaratılmış olduğunun hiç ama hiç farkında değiller. Dediğim gibi bu insanların yoğunlaştığı mesele İslam medeniyetinin bugüne intikalinden doğan problemler. Yani örneğin Eşari’nin, Şafii’nin bugün yarattığı problemler. Fakat bu insanlar İslam akidesini sarsan Auguste Comte’ü bile bir kez olsun ellerine almış değiller. Bu entelektüellerin ne felsefe eğitimi geçmişi var; ne Allah’a, ahirete, Kuran’a ve Hazret-i Muhammed’e materyalist ve pozitivist temellerde yapılmış saldırıların ne kadar yıkıcı olduğunun farkındalar; ne de Bediüzzaman’ın Batılı düşünceyi ve eleştirileri ne kadar soğurmuş ve bu eleştirilere ne kadar doyurucu yanıtlar vermiş olduğunun farkındalar.
Bediüzzaman’ın “Mehdi’nin müjdecisiyim” sözünün ve onun ebced ve cifir hesaplarına bulaşmış olmasının Nurcu geleneğe hayli zarar verdiğinin farkındayım. Hele ki talebelerini siyasetten ve siyasetin gerçeklerinden uzak tutmuş olmasının Nur cemaatlerinin siyasi bilincini alabildiğine bozmuş olduğunun da farkındayım. Fakat Bediüzzaman, Osmanlı paramparça olduğunda ve herkes Mehdi’yi beklerken Mehdi’nin gelmeyeceğini anladığında, yaşadığı yıkımdan ancak ve ancak kendini Mehdi’nin müjdecisi olarak konumlandırarak kurtulabilirdi. Bu belki de bir hezeyandı fakat onun hayata ve İslam düşüncesine pozitif katkı sunmasına vesile olan bir hezeyan.
Ebced ve cifir hesaplarıyla ilgili risalelerse…. Bu metinleri Bediüzzaman külliyatından çıkardığınız zaman Bediüzzaman’ın diğer eserleri herhangi bir zarar görmüyor. Yani bu hatalar yüzünden Bediüzzaman’ın mirasını tümden reddetmektense yanlışı ve doğruyu ayırıp doğrularını hayata taşımak çok daha insaflı ve İslam’ın geleceğine hizmet edecek bir davranış olur.
Bediüzzaman’ın siyasi bilincine gelince… Bediüzzaman temel siyasi düşüncelerini 1925’ten sonra değil, 1923’ten önce dile getirir. Ve bu eserlerde çağımızın demokratik cumhuriyet idealiyle barışık, insan haklarına saygılı ve farklı dinler arası barışı tesis edebilen, hala çağdaşlığını koruyan ve İslam’a ciddi bir açılım potansiyeli sağlama kapasitesine sahip bir İslami siyasi düşünce geliştirir. Nurcu geleneğin siyasi düşüncesinin problemli olması Bediüzzaman’ı doğru anlamış olmaları değil, Bediüzzaman’ın siyasi ütopyasını dile getirdiği 1908-1923 arası eserlerini hakkıyla ve ciddiyetle okumamış ve hayata dökmemiş olmamalarından dolayıdır.
Kısa konuşacak olursak, Bediüzzaman yanlışlarından arındırılmak koşuluyla gerek İslami düşünceye, gerekse de dünya metafizik, doğa felsefesi ve kozmoloji geleneğine aslında ciddi bir katkıdır. Bu iddiama bu makalede bir nebze işaret bırakacağım. Ve eğer nur cemaatleri bir ellerinde Bediüzzaman’ı tutarken öbür ellerinde Spinoza’yı, Kant’ı, Bergson’u, Marx’ı vs tutmuş olsalardı ancak ve ancak o zaman Bediüzzaman’ın nasıl olup da Türkiye’nin evrensel düşünceye bir katkısı olduğunu anlayacaktık.
Bu ülkede cumhuriyet kurulduğundan bu yana evrensel ölçekte iş çıkarmış topu topu iki insan gördüm:
Orhan Pamuk ve Bediüzzaman.
Ve ne yazık ki biz bu iki isimden birincisini linç ettik, ikincisine ise bir merak edip, dönüp de bakmıyoruz bile…
6
Konuyu kasıtlı olarak dağıttım. Fakat derdim İyi bir Spinoza okuru olmanın; yaşamı ve evreni Spinoza gibi deneyimlemenin ve Spinoza’nın Tanrı’yı sıfatlarıyla bilme, Natura Naturans’ın Natura Naturata üzerindeki, ezeli ve ebedi Tanrısal Cevher’in şimdi ve buradaki zamanüstü etkisini müşahede etme, yani varlığı Spinoza’nın deyimiyle sonsuzluğun ufku altında, sub specia eternitalis olarak deneyimleme ve bu yolla mutluluk, kutluluk ve ruhsal huzur kazanma ve tanrısallığa katılma yeteneği kazanmanın yolunun; yani Spinoza’daki üçüncü tür bilgiye erişme yolunun; yani Spinoza’nın sadece bir yöntem olarak sunduğu düşünceyi bir içeriğe kavuşturmanın yolunun Bediüzzaman okumayı zorunlu kıldığını söylemekten ibaretti. Deleuze’ün kavradığından daha üstün bir biçimde kavramıştır Bediüzzaman Spinoza’yı.
Şimdi bu bölümde derdimi teşrih edeyim. Makalemin okurunu Spinoza’yı Bediüzaman’a getirecek kadar hazırlamış durumdayım. Şimdi esas meseleye geliyoruz. Bir yandan elimde Palme Yayıncılıktan çıkan Ekolojinin Temel İlkeleri adlı ders kitabı var. Yani Spinoza’nın ikinci tür bilme, yani doğayı Natura Naturata’daki zaman içi nedensellik yoluyla bilme dediği yolla ekosistemi anlatan bir doğa bilimi kitabı. Diğer yanda ise elimde Bediüzzaman’ın Allah’ın Altı Sıfatı adını verdiği Otuzuncu Lema’sı var. Yani doğayı Spinoza’nın üçüncü tür bilme dediği, yani sezgiyle ve tanrısal sıfatlar yoluyla bilme ve evrede Tanrı’yı müşahede etme yeteneği sağlayan bir kitap. Şimdi Spinoza’dan öğrendiklerimizi, Ekolojinin Temel İlkeleri ders kitabını ve Bediüzzaman’ın Allah’ın Altı Sıfatı adlı risalesini harmanlayalım. Bakalım önümüze nasıl bir deneyim ufku açılacak.
Ekolojinin Temel İlkeleri adlı ders kitabı sadece ve sadece ekosistemde zamanın düzeni içinde açığa çıkan neden-sonuç ilişkilerini tartışıyor ve hiç ama hiç Tanrı’ya referans vermiyor. Yani tam bir Spinozacı ikinci türde bilme ve Natura Naturata kitabı. Yani yatay nedensellik ilişkisinin teşrihi bu kitap. Bediüzzaman’ın risalesiyse hiç ama hiç zamanın akışında ortaya çıkan neden-sonuç ilişkilerine referans vermiyor. Okuru bu nedensellik süreçlerini biliyormuş farz ediyor. Ve ekosistemi anlatırken “şuraya kadar doğal neden-sonuç ilişkileri, şuradan sonra ise Tanrı müdahale etmiş gibi bir mucize göstermiş” cümlesi kurmuyor. Tamamen Natura Naturans’ın Natura Naturata üzerindeki, bir Cevher olarak Tanrı’nın ve sıfatlarının şimdi ve burada nasıl tezahür ettiğine odaklanıyor. Yani ezeli ve ebedi güneşin zaman nehrinde akan kabarcıklar üzerindeki tecellilerini anlatıyor. Yani bu eser dikey nedensellik ilkesini teşhir ediyor. Kısa konuşursak Bediüzzaman’ın eseri tam bir Spinozacı üçüncü tür bilme kitabı. Zaten Bediüzzaman Spinoza’ya hakim olmasa tam da Spinoza’nın üzerine basa basa söylediği gibi ekosistemi ‘sonsuzluğun ufku altında’/’sub specia eternitatis’ görmeyi başaramaz. Ve Tanrısal nedenselliği güneşin nehir üzerindeki aksi gibi değil de, “zamanın şurasına kadar doğal nedensellik var. Zamanın şurasında ise Tanrı mucize gösterir gibi müdahale etmiş” gibi bir cümle kurar. Bediüzzaman bu risale boyunca bu hataya hiç düşmüyor.
Başlayalım. Ekosistemde her yıl trilyonlarca canlı ölüyor. Ortalığın enkaz ve çöplük gibi olması ve ekosistemin kokuşması lazım. Fakat ekosistemde öyle neden sonuç ilişkileri var ki, bütün enkaz bir şekilde temizleniyor ve ekosistemde tertemizliğini koruyor. Yani Bediüzzaman’ın deyimiyle ekosistemde Tanrı’nın Kuddus ismi tecelli ediyor.
Ekosistemde tüm canlılar birbirini yiyerek yaşıyor. Birbirini yiyerek yaşayan bu canlıların olduğu bir ortamda, bazı türlerin tükenmesi ve ekosistemdeki dengelerin kısa süre içinde bozulması lazım. Oysa bu ‘birbirini yiyerek beslenme mekanizması’ öyle şahane neden-sonuç ilişkileriyle kurulmuş ki türler arası düzen ve denge bir dengede kalıyor. Hiçbir tür yok olmuyor ve her tür yaşamını devam ettiriyor. Yani ekosistemde Allah’ın Adl ismi tecelli ediyor.
Ekosistemdeki her unsurun bir işlevi var. Bulut, yağmur, rüzgar, troposfer, stratosfer tabakaları, nitritleştirici bakteriler, nitratlaştırıcı bakteriler, bitkiler, hayvanlar, azot, oksijen, karbondioksit vs… Hepsi neden-sonuç ilişkileriyle öyle şahane bir işlevsel sistemle birbirine bağlanmış ki, ekosistem içindeki unsurlarla bir bütün olarak hayatiyetini devam ettiriyor. Yani bu ikinci tür bilgiden üçüncü tür bilgiye geçeceksek ekosistemde Tanrı’nın Hakem ismi tecelli ediyor.
Ekosistemdeki unsurları arası ilişkiler neden-sonuç mekanizmalarıyla öyle şahane bir bütünlük ve birlik oluşturacak şekilde kurulmuş ki, buradan üçüncü tür bilgiye, yani Tanrısal sıfatları müşahede yoluna geçeceksek, Tanrı’nın burada Ferd isminin tecelli ettiğini görüyoruz.
Ekosistemdeki neden-sonuç ilişkileri öyle şahane işliyor ki sonbaharda neredeyse tüm türler yok olmuşken ilk baharda tüm türler bir şekilde yeniden yaşama kavuşuyor. Yani burada Tanrı’nın hayatı koruyan ve kollayan Kayyum ismi tecelli ediyor.
Ekosistemde her canlı türünün ihtiyaç duyduğu rızık türü birbirinden farklı. Ve ekosistemde öyle şahane neden-sonuç ilişkileri işliyor ki her türe her türün hayatını devam ettirecek şekilde rızkı veriliyor. Yani ekosistemde Tanrı’nın Rezzak ismi tecelli ediyor.
Ekosistemde neden-sonuç ilişkileri öyle şahane kurulmuş ki sanki bir rahmet eli bir anne gibi ekosistemdeki tüm canlıları koruyup kollayıp besliyor. Yani ekosistemde Tanrı’nın Rahim ismi tecelli ediyor.
Ekosistemde her canlının rızkı ayrı, elbisesi ayrı, kendini düşmanlardan koruyacak silahı (bir gülün bile kendini korusun diye dikenleri var) ve ekosistemin devam etmesi için gerekli yaşam süresi ayrı… Ekosistemdeki neden-sonuç ilişkileri öyle şahane kurulmuş ki canlıların tüm bu ihtiyaçları mükemmelen karşılanıyor. Yani sonsuzluğun bakış açısından bakacaksak, ekosistemi üçüncü tür bilgiyle bileceksek, ekosistemde Allah’ın Rabb ismi tecelli ediyor.
Son olarak söylemek gerekirse… Ekosisteme uzaydan bakınca görülen muhteşem güzellikte görüntü… Ekosistemde neden-sonuç ilişkileri öyle şahane kurulmuş ki insan bu güzelliğe aşık oluyor. Yani Spinozacı dille ekosistemde Tanrı’yı müşahede edeceksek, ekosistemin Tanrı’nın ezeli ve ebedi güzelliğinin ve Cemal’inin yansıması olduğunu söylemek zorunda kalıyoruz.
7
Kısa konuşursak Spinoza’nın yöntemini öğrettiği hakikat Bediüzzaman’da bir içeriğe kavuşur. Spinoza yöntem, Bediüzzaman ise muhteva ve özdür. Ve Bediüzzaman Spinozacı bir dille konuşursak ekosistemde Tanrı’yı müşahede etme yeteneği kazandırmakla kalmaz. Spinoza’nın yöntemini anlattığı başka işlemleri de gerçek kılar.
Spinoza’da Tanrısal sıfatları keşfetme yeteneğini bizlere aklımızın geliştirdiği etkin duygular olduğunu ve aklın geliştirdiği etkin duygularla sıfatlanmanın kişiyi tanrısallaştırdığını söylemiştim. Bediüzzaman bu risalesinde ekosistemde iş gören tanrısal sıfatları anlattığı her seferinde okuyucuya ahlaki bir nasihat de verir: Sen de Tanrı gibi maddi ve manevi kirleri temizleyen bir Kuddus ol, Adil ol, Hakem ol, bütünlüğünü kazanmış bir Ferd ol, hayatı ayakta tutan bir Kayyum ol, Rızık verici ol, Merhamet sahibi ol, çevrendekileri eğiten bir Rabb ol, kendini ve dünyanın güzelleştiren bir Cemal sahibi ol vs… Yani Spinoza ahlakı kişiyi nasıl Tanrısal sıfatlarla donatıyorsa Bediüzzaman’ın bu risalesi de okurunun ahlakını tanrısal sıfatlarla donatır.
Bediüzzaman bu risalesinde okur yanlış anlamasın diye Tanrısal sıfatların insanı Tanrı’yı insanmış gibi kavraması yanılgısından da korur. Yani Bediüzzaman için tüm bu sıfatlar insanbiçimli değil, insanüstü bir mutlak benliğe ait sıfatlardır. Spinoza’da Tanrı’nın Düşünce, Mekan, Kudret, Sevgi, Haz gibi sıfatlarını hep nasıl insanın sınırlı aklından, sınırlı bedeninden, sınırlı conatus/arzusundan, sınırlı sevgisinden ve sınırlı kendinden memnuniyet ve haz duygusundan türettiğini ve sonra bunları nasıl insanbiçimli olmaktan çıkarttığını görmüştük.
Bediüzzaman da bunu sürekli yapar. Bediüzzaman Tanrı’nın Altı Sıfatı risalesinde de Tanrı’nın kavranamazlığını ve insan-biçimli görülemeyeceğini vurgular, fakat bu risalede olduğu gibi pek çok başka risalesinde de Bediüzzaman insanın gönül aynasında Tanrısal Güneş’in, Natura Naturans’ın, Mutlak Töz, Cevher ve Benlik olarak Tanrı’nın tecelli edebileceği bir ayna yaratır ve kişiyi sürekli Tanrı’yla içsel bir temas halinde tutar.
Fakat Spinoza’yı Bediüzzaman’la beraber okumanın, yani Spinoza’nın yöntemini öğrettiği ve Bediüzzaman’ın bir içeriğe ve muhtevaya kavuşturduğu düşüncenin, yani evreni sonsuzluğun ufku altında, yani Tanrı aynası olarak görebilme becerisinin medeniyetin problemleri açısından esas başardığı şey, doğa bilimlerinin ve teknolojinin beş asırlık muzafferiyeti sonucunda kaybettiğimiz bir kutsallığı, yani dünyanın büyüsünü yeniden kazanma yeteneğini bizlere bahşetmiş olmasıdır.
Max Weber’in, Adorno’nun, Horkheimer’ın, Heidegger’in, Gadamer’in, Baudelaire’in vs bahsettiği gibi artık Tanrı’nın yarattığı bir şaheser olarak kavradığımız doğada değil, insan eseri bir teknoloji ve metropol dünyasında yaşıyoruz. Ve Heidegger’in dediği gibi tüm evreni bir teknoloji deposu olarak çerçeveledik. Adorno ve Horkheimer’in dediği gibi doğa bilimlerinin egemen olması yoluyla her şeyi bir araç olarak gören çağdaş teknolojik metropol yaşamında kutsallığa, büyüye, ulvi mutluluklara yer bırakmadık. Bu düşünürler bu sebeplerle doğa bilimlerine düşman oldu. Ve Batı dünyasında doğa bilimleri ve teknoloji ile estetik, büyülü ve kutsanmış yaşam arasında kökten bir çatışma çıktı. Oysa Spinoza’yı Bediüzzaman’la okursak bir yandan doğa bilimlerine aşık olabilir ve teknoloji yapabilir; bir yandan da büyülü, kutsanmış ve estetik yaşamı koruyabiliriz.
Sıkı bir Spinoza takipçisi olan Hegel, ısrarla insan yapımı eşyanın bile Tanrısal güneşin bir tecellisi olarak görülebileceğini söylerdi Spinoza’dan hareketle. Heidegger ise derdinin teknoloji ve metropol dünyasını yok etmek olmadığını, teknoloji ve metropol dünyasının, kendisi hiç istemese bile, bir geri dönüşü olmadığını, kendi derdinin çağdaş metropol ve teknoloji dünyasında yeniden Tanrı’nın yaratmış olduğu bir doğada yaşıyormuş gibi; yani Tanrı’nın bizler için hazırlamış olduğu kutsal ve büyülü bir evdeymişiz gibi büyülü ve kutsal bir hayat geçirebilecek bir dünyanın düşünsel temellerini atmak olduğunu söylerdi.
Otuz yedi yıldır aynı evde yaşıyorum. Son yedi yıldır odamdan çıkmıyorum. Çok az sayıda dostumla temasım var. Bazen ülke dertlerinden dolayı içimin parçalandığı oluyor. Fakat evimi, odamı, kedilerimi, annemi, dostlarımı, bilgisayarımı, cep telefonumu insan eseri bir dünyadan ibaret olmaktan çıkarıp, yani beni kuşatan tüm varlığı zaman içinde neden-sonuç ilişkileri içinde ortaya çıkmış büyüsü olmayan bir dünya olarak görmekten sıyrılıp, içinde yaşadığım bu teknoloji ve metropol dünyasını Tanrısal Güneş’in, Bir Töz ve Cevher olarak Tanrısal Benliğin tüm güzel sıfatlarıyla tecelli ediyormuş gibi görme yeteneği kazanıyorum. Baudelaire’in dediği gibi ‘ezeli ve ebedi olanı’ ‘şimdi ve burada’ tecelli ediyormuş gibi hissediyorum. Yani Spinoza’nın üçüncü tür bilgi, sezgisel bilgi, eşyayı sonsuzluğun ufku altında görme yeteneğini, Tanrı’yı beni kuşatan varlıkların aynalarında tecelli ediyormuş gibi görme yeteneği kazanıyorum. Bazen sokağa çıktığımda metropolün çirkin dünyasını Tanrısal sıfatların tecellisi olarak hissettiğimde, çirkin gökdelenler bile gözüme güzel görünmeye başlıyor. Hele ki bir hastalıktan mustaribim. İki ayda bir iğne yiyip yirmi gün boyunca yataktan kalkamamak ve acı çekmek zorunda kalıyorum. Fakat her seferinde yeniden dünyaya döndüğümde, etrafımdaki varlığı her şeyiyle Tanrısal Güneş’le temas halinde görmeye başlayınca hayatım yeniden mutlulukla ve kutsanmışlıkla doluyor. Hayatım müthiş bir büyü, anlam ve kutluluk kazanıyor. Ve bu ruh halimi büyük oranda son yedi yılda belki de elli defa Bediüzzaman’ın temel eserlerini sanki ilk defa okuyormuş gibi okuma iştiyakıma borçluyum.
Spinoza insan için en büyük mutluluğun Tanrısal sıfatları dünyada ve yaşamlarımızda müşahede etme yeteneği kazanmakta yattığını ve aklın en büyük mükemmelleşmesinin varlığı ikinci tür bilgi ve üçüncü tür bilginin sentezi yoluyla kavrama yeteneği kazanmakta yattığını söylemiştim. Son yedi yıldır odamda kitap başında bir yandan bana Natura Naturata’yı anlatan kitapları deli gibi okuyup, sonra Bediüzzaman’ın Natura Naturans’ı anlatan risalelerinden birini kim bilir kaçıncı defa okuyup da bu ikisini harmanlamaktan başka bir şey yapmıyorum. Ve bu çaba bana müthiş bir keyif duygusu veriyor. Ve her makalemden sonra iğne yemek zorunda kalınca ‘’değiyor tüm bu iğnenin acısına” diyerek sevinç duygusuyla iğne yemeye koşuyorum. Ve herkesin bendeki sevinç duygusunu tatmasını çok ama çok isterdim.
Ülke insanı şu anda depresyonda. Keşke herkese Spinoza ve Bediüzzaman okutabilseydim, onları hayata yeniden döndürebilseydim, onların hayatını da kendiminki gibi sevinçle ve sevgiyle doldurabilseydim ve ülkenin bu zor durumundan çıkmak için insanlara bir şevk verebilseydim diye çok istedim. Fakat reklam yapma yeteneğim olmadığı için ne yazık ki şimdiye kadar kimseye bu hususta etki edemedim. Eskiden bu husus canımı çok sıkardı ama artık bu başarısızlığı da dert etmemeyi öğrendim. Bu başarısızlık duygusu artık benim mutluluğuma ve hayat kaliteme zarar vermiyor.
8
Yine biraz dağıttım. Ve çok şahsi itiraflarda bulundum. Derdim sadece ülkenin bu zor durumunda bile mutlu, şevk ve sevgi dolu hayatlar kurabileceğimizi söylemekten ibaretti.
Ben yine konuya döneyim. Makalenin şimdiye kadar geldiğimiz kısmında “Bediüzzaman Spinoza’yı ciddi olarak okumuş bir düşünürdür” demek istedim. Spinoza, her iki düşünürü de beraberce derin okumayı becerenler için Bediüzzaman’da ciddi olarak yankılanır. Bediüzzaman elbette başka düşünürlere de hakimdi. Hiç zorluk çekmeden onun Kant’a, Leibniz’e, Hegel’e, Schopenhauer’e, Bergson’a vs referanslarını da gösterebilirdim. Bunları başka bir makaleye saklıyorum.
Bu makalenin meselesi değil ama Bediüzzaman’ın Spinoza’ya çok ciddi eleştirileri de vardır. Ene ve Zerre risalesinde, yani Otuzuncu Söz’de, onu da diğer pek çok metafizikçi gibi pek çok hakikati keşfetmiş ama metafizik yolculuğunu tamamlayamamış bir düşünür olarak görür. Hegel gibi Bediüzzaman da Spinoza’yı sahiplenir, fakat onun ötesine de geçer. Sadece bir işaret bırakmak gerekirse Spinoza ölümle hesaplaşmayı asla beceremez. Fakat Bediüzaman tam bir ölümle barış düşünürüdür. Bu eleştiriyi Hegel de dile getirir. “Spinoza mutlak olumluluğun düşünürüydü. O olumsuzlamayla ve ölümle hiç hesaplaşamadı” der. Ve Hegel, Spinoza’yı olumsuzlama ve ölüm düşüncesini Spinoza’ya yedirerek aşar. Hegel’in diyalektik düşüncesinin çıktığı noktalardan birisi burasıdır.
Spinoza’ya göre tanrısal mutluluğu tatmış insan asla ve kat’a ölümü düşünmez. Bediüzzaman’sa ölümle sonuna kadar barışık olduğu ve öleceğinin bilincini sürekli hafızasında tuttuğu halde aynı kutsanmış mutluluğu tatmayı becerebilen bir düşünürdür. Onun meşhur ölüm hikayesine bakacak olursanız, seksen dört yaşında tüm bedeni dökülen bir ihtiyar olsa bile, yirmi yaşında bir gencin sevgilisine koşuyormuş gibi, kendi ölümüne gülümseyerek koşmuş olduğunu göreceksiniz. Düşünce tarihine baktığımda, gördüğüm kadarıyla, Bediüzzaman kadar ölüm gerçeğiyle hesaplaşabilmiş, ölümü onun kadar sevebilmiş ve ölüm gerçeğine rağmen bu dünya yaşamından yoğun bir keyif almayı becerebilmiş bir filozof yoktur. Spinoza’da bu olgunluk yoktur. Spinoza’ya göre gerçek anlamda mutluluğu yakalamış birey asla ve kata ölümü düşünmez. Fakat ne yazık ki hiçbirimiz ölümü düşünmeden edemiyoruz. Bu çok uzun bir mesele fakat dediğim gibi bu oldukça kusurlu ve dağınık makalenin amacı Spinoza’yı eleştirmek değil, okurda bir Spinoza ve Bediüzzaman heyecanı uyandırmak.
Bir de materyalist kalarak, tanrıtanımaz bir ruh haliyle Spinoza’yı hakkıyla anlamak ve Spinoza geleneğini sürdürmek mümkün değildir demek istedim bu makalede. Bir ateist ya da materyalistseniz Spinoza’dan çok şey öğrenebilirsiniz. Fakat asla Spinoza’nın hakkını veremezsiniz. Ulus Baker, Deleuze ve Negri gibi dünyanın en büyük filozoflarından biri de olsanız, Spinoza’yı materyalist ve tanrıtanımaz kılmak Spinoza’yı alabildiğine tahrif etmek anlamına gelir. Spinoza biz dincilerin malıdır, tanrıtanımazların değil.
Bu makaleye son verirken değinmek istediğim son bir husus var. Bediüzzaman nasıl Spinoza’dan çok şey öğrendiyse, yani nasıl olup da Bediüzzaman’ı bir İslam metafizikçisinden ibaret sayamayıp, onu Doğu ve Batı ortasında medeniyetler arası bir düşünür olarak kabul etmek zorundaysak, Spinoza’yı da bir Batı düşünüründen ibaret sayamayız. O da medeniyetler arası bir düşünürdür. Hegel’in hiç kompleks duymadan ifade ettiği gibi “Spinoza bize Doğu’nun (İslam’ın) ışığını tanıttı.”
Modern Batılı tarih yazımı İslam düşüncesinin Batı’ya hediyelerini hafızadan silmekle meşgul. Örneklerini burada vermeyeceğim fakat İslam tarihçilerinin sunduğu pek çok kanıta rağmen pek çok Batılı düşünce tarihçisi bugün bile yazdıkları kitaplarda bu hafızayı silmekle meşguller. Spinoza biyografisi kaleme almış pek çok yazarın eserini okuyun. Sekiz dil bildiği söylenen Spinoza’nın Arapça bilgisine hiç referans verilmez. Oysa onun çok etkilendiği Endülüslü Yahudi filozof İbn Meymun İbrani harfleriyle fakat Arap dilinde yazıyordu. Yani İbn Meymun’u anlamak için Spinoza Arapça bilmek zorundaydı. Ve Spinoza İbn Tufeyl’in Hayy ibn Yakzan adlı kitabını Felemenkçe’ye çevirmiş adamdır. Hangi dilden olacak? Mecburen Arapça’dan.
Jacques Derrida’nın vefat etmeden kısa bir süre önce Mustafa Şerif’le yaptığı bir sohbet var. Kitap olarak da yayımlandı. Mustafa Şerif Derrida’ya şöyle söyler: “Modern Batı medeniyeti Bir Yahudi-Hıristiyan-Müslüman medeniyetiydi. Fakat Müslümanlık bu mirastan kazındı. Modern Batı medeniyeti bir Yunan-Roma-Arap medeniyetiydi. Fakat Arap mirası bu hafızadan kazındı.” Derrida ona yanıt verir: “Bu doğru. Biz eğitimimizde bilinçli olarak İslam ve Arap mirasından uzak tutulduk.”
Türkiye’de pek çok İslamcı ve laik entelektüelle sohbetim oldu. Ben İslam ve Batı arasında duran bir düşünürüm. Becerebildiğim kadarıyla Hint, Çin, Rus dünyasına da açılıyorum. Mevlana ve Nietzsche’yi, İbn Arabi ve Hegel’i, Konfüçyüs ve Tevrat’ı beraberce sahiplenmeye çalışan bir düşünür olmaya çalışıyorum. Fakat çevremdeki entelektüellerde hep şunu gördüm: Bir iki istisna haricinde İslamcı entelektüeller modern Batı’yı darmadağın eden Heidegger ve Derrida gibi istisnalar dışında Modern Batı’yı imar eden bütün düşünürlerden nefret ediyorlar. Laik düşünürlerse neredeyse istisnasız bir biçimde İslam medeniyet geleneğinden bir isme referans verdiğinizde sizi dışlıyorlar. Bu laik düşünürler İslam medeniyet mirasını hiç ama hiç bilmeden hor ve hakir görüyorlar. Durum bu olunca, her iki kesim de bir tane olsun dünyada söz sahibi olabilecek ve çağa yön verebilecek düşünür çıkaramıyor. Bu konuda çok acım var. Zira hem Batı hem İslam geleneğini beraberce seven bir düşünür olarak iki taraftan da ince ince dışlanmış bir entelektüelim. Hayatıma girmiş neredeyse bütün entelektüellerin kalbini kıracağını bilmesem, bir gün bu konuyu makale haline getirmek isterdim.
Ben Beyaz Kale ve Kara Kitap adlı kitaplarımda yarım yamalak da olsa ve içinde belli kusurlar da olsa Batılıların ve Müslümanların birbirinden neler öğrendiğini, hangi kilit düşüncelerin bu iki medeniyet arasında geçiş yaptığını yazmıştım. Batılı kaynakları kendi klasiklerinden, İslam kaynaklarını da büyük oranda ikinci kaynaklardan yaptığım okumalarla şekillendirdiğim bu iki kitaptan Beyaz Kale’yi sırf içinde Mevlana ve İbn Arabi isimleri ciddiyetle tartışıldığı için -kitabım bir doktora tezi yoğunluğunda olmasına rağmen- laik bir okulda yüksek lisans tezi olarak kabul ettirmeyeceğimi öğrendim. Oysa kitapta ciddi bir Hegel ve Nietzsche tartışması da vardı. Ve ben Mevlana ve İbn Arabi’yi değil de, Hegel ve Nietzsche tartışmalarımı öne çıkarsaydım o kitabım kesin olarak bu laik okulda tez olarak kabul edilecekti. Bazı kusurları ve yanlışları olan Kara Kitap adlı kitabım ise oldukça ciddi düşüncelerle dolu bir kitap olmasına rağmen, sırf üslubu alışıldık felsefe üslubuna hiç uymadığı, oldukça provokatif bir dili olduğu ve kitabın bütününe yayılmış mizahı kimse anlamadığı ve kitabı kitap yapan şakayı herkes ciddi sandığı için neredeyse kimse tarafından okunmadı.
Spinoza’nın İslam medeniyetinden neler öğrenmiş olduğunu Kara Kitap’ımda uzun uzun anlatmıştım. Bu oldukça kusurlu makaleye bu kitabımda verdiğim bilgileri bir özet olarak sunarak son vermek istiyorum. Söyleyeceklerimi uzun uzun tartışmayacağım. Kanıt da getirmeyeceğim. Kurmuş olduğum bağlantılarda yanlışların da olabileceğini peşin peşin kabul ediyorum. Sadece burada birer cümleyle geçiştirdiğim cümlelerin kökenine inmek ve iddialarımın doğruluğunu sorgulamak isteyecek okuyucu, buradaki iddiaları eğer doğruysa oldukça orijinal bir araştırma projesi ve Batı’da hiç bilinmeyen bir Spinoza hikayesi meydana getirebilir. Bu bilgileri bu sebeple veriyorum.
Hegel’in dediği gibi neydi Spinoza’nın Batı’ya hediye ettiği Doğu’nun (İslam’ın) ışığı?
Bir bir sayayım.
- Natura Naturans-Natura Naturata (Doğuran Doğa-Doğurulan Doğa) ikilisi felsefe dünyasına Hazret-i Muhammed’in ilminin varisi olduğu söylenen Cafer-i Sadık’ın talebesi Cabir bin Hayyan’ın hediyesidir. Ki Cabir öğrendiği her şeyi Cafer-i Sadık’tan öğrendiğini söylemiştir.
- Cabir bin Hayyan ayrıca doğadaki eşyayı Platon ve Aristo gibi idea ya da form olarak değil de mekanik neden-sonuç ilişkileri olarak gören ve mekanik kimyanın ve mekanik deney düzeneklerinin kaşifi de olan adamdır. Mekanik evren tasarımının Spinoza için kurucu bir düşünce olduğunu zaten biliyoruz.
- Tanrı’nın sonsuz sayıda mükemmel sıfata sahip olan görülmesi ve görüyor olduğumuz haliyle evrenin bağımsız bir varlığı olmadığını, evrenin bir bütün olarak Tanrı’nın bir tezahürü olduğunu ve evrendeki ayrı ayrı her eşyanın ve oluşumun ise Tanrı’nın tecellileri olduğu düşüncesi İbn Arabi tarafından Spinoza’ya hediye edilir.
- Antik Yunan’da ve Plotinus’un dünyasında insan bedeni doğru bilgiye engel olarak görülüyordu. Ve insan hakikate ulaşmak için bedensel sınırlamaları aşmak zorundaydı bu düşünürlere göre. Benim ikinci kaynaklardan okuyabildiğim kadarıyla; bedenin doğru bilgiye engel olmadığı, aksine eğer beden doğru kullanılırsa, yani beden pasiflikten arındırılıp beden üzerine etkiyen duyular ve duygular üzerine tefekkür edilirse bedenin çok sağlam bir bilgi kaynağı olduğu ve bedensel deneyim yoluyla çok sağlam bir metafizik ve doğa felsefesi yapılabileceği düşüncesini, yani beden fenomenolojisi düşüncesini Heyakili’n-Nur adlı kitabında bedeni ‘bir nur heykeli’ ilan eden Maktul Sühreverdi Spinoza’ya hediye etmiştir.
- Aristo düşüncesinde cisimler ve bedenler madde ve formdan bileşik yapılar olarak düşünülüyordu. Çok önemli bir husus olmasına rağmen ve materyalist Spinoza takipçilerinin doğanın bütününü bir Tanrı olarak görmesine yol açan bir düşünce olmasına rağmen bu makalede tüm derinliğiyle ele alamadık ama Spinoza cisim ve beden oluşumunu Aristo’nun aksine madde ve form kavramıyla ele almaz. Spinoza’ya göre bir cisme ya da bedene bütünlüğünü ve birliğini veren şey, cismin ya da bedenin parçalarının birbiriyle ölçülü/orantılı/ ‘ratio içinde’ ilişkili olması ve bedenin ve cismin parçalarının nisbi hareketlerini belli bir ölçü/oran/ratio içinde diğer parçalara aktarabilmesi yeteneğidir. Benim ikinci kaynaklardan okuyabildiğim kadarıyla Spinoza bu düşüncesini de Maktul Sühreverdi’den miras edinmiştir. Zira Sühreverdi, Aristo metafiziğini ve onun madde-form düşüncesini eleştirdiği Hikmetü’l-İşrak adlı kitabında bir cisme ve bedene bütünlüğünü ve birliğini veren şeyin ‘miktar’ yani ‘ölçü’ ve ‘oran’ olduğunu ilan eden ilk düşünürdür. Ve Sühreverdi bu yolla Aristo’nun aksine evreni geometrik bir yapı içinde düşünme yeteneği kazanır. Ki mekanik bilim yapabilmek için evreni ve içindeki eşyayı madde-form ilişkisi olarak değil de, geometrik bir yapı olarak görebilmek elzemdir. Madde-form ilişkisinin değil de geometrik evren görüşünün Spinoza için kurucu önemde olduğunu zaten biliyoruz.
Spinoza düşüncesinin inşasında temel oluşturmuş bu muhtemel soykütükülerini zikrederken Hint, Çin ve İran medeniyet mirasına hakim olmadığımı itiraf etmeliyim. Fakat Batı düşünürlerinin pek çoğunu ilk kaynaklardan İslam düşünürlerini ise ikincil kaynaklardan etüt edince benim Spinoza düşüncesinin İslam medeniyetinden devralmış olduğu mirasa dair vardığım sonuç bu beş hususta yoğunlaştı. Dediğim gibi bu hususları bu konuda son sözleri söylemek için değil, bu konuyu araştırmak ve ciddi bir kitap projesinin başlangıç hipotezi olarak yani yeni şekillenmeye başlayan küresel felsefe tarihine orijinal bir katkı sunmak isteyecek okurlar için zikretme gereği duyuyorum.
Yani Hegel hiç kompleks duymadan “Spinoza bize Doğu’nun (İslam’ın) ışığını tanıttı” deyince, sanıyorum kastettiği bu temel düşüncelerin intikal ediş süreciydi. Çağdaş Spinoza tarihçilerinin Spinoza üzerindeki İslam etkisini silmeye özen gösterdiği bu dönemde böylesi bir çalışma medeniyetler diyaloğu adına hayli faydalı olur.
Düşünce her zaman için başka bireylerin ve başka medeniyetlerin bizim zihnimizi döllemesine izin vermemiz sayesinde yaratıcılığını kazanır. Müslümanlar Spinoza’nın beynini dölledi. Spinoza Bediüzzaman’ın beynini dölledi. Şimdi her iki düşünür benim beynimi döllüyor. Makaleye nihayet verirken Türkiye’deki gerek laik gerekse de İslamcı aydınların bu gerçeğin farkına varmasını arzu ettiğimi belirtmek isterim. İslamcılarımız Batılıları severek okumayı öğrendiğinde, laik düşünürlerimiz bu toprakların kadim mirasını ciddiye almaya başladığında ülkemizin dünya ölçekli düşünürler yetiştirebileceğine de tüm kalbimle inanıyorum.
9
Sırf ama sırf mizah olsun diye…
Bu makalede Spinoza’nın tanrısını anlattım. Fakat bu makale tamamen ‘avam’ içindi, yani sıradan insanlar. Hazret-i Muhammed’in Kuran’ı ise ‘havas’ ve seçkinler için nüzul etmiş bir kitaptır. Ve inandıkları uğruna tüm dünyayla kavgayı göze almış ve yepyeni bir halk ve bir medeniyet yaratmış Muhammed, hayatındaki tüm zorluklara ve düşmanlıklara rağmen hep kavgadan kaçmış ve muhteşem başyapıtı Ethica’yı bile başı belaya girmesin diye hayattayken yayımlatmaktan vazgeçmiş Spinoza’dan ne kadar üstün güçlü bir kişilikse; Kuran’ın tanrısı, yani Muhammed’in Allah’ı da Spinoza’nın tanrısından o kadar üstündür. Zira dünyada yanlışlarla, kötülüklerle ve zulümle karşılaştığımızda sadece ruhumuza dönüp, kendi keder ve nefret duygularımızı dönüştürüp, dünyayı yeni gözlerle müşahede edip kendimizi yine bir sevgi kahramanı yapmak yetmez -ki Spinoza’nın tüm yeteneği budur. Bazen dünyadaki yanlışlara karşı tam bir kararlılıkla ve öfkeyle karşı çıkıp ve bu uğurda her eziyeti, işkenceyi ve hatta ölümü göze alıp “Yanlış yapıyorsunuz!” diyerek aktif kavga vermek de gerekir ki Spinoza hayatı boyunca yaşadığı tüm zorluklara rağmen kavgadan hep kaçmasına rağmen, Hazret-i Muhammed’in sonuna kadar kavgayı seçmiş olması, O’nun, Spinoza’nın aksine insanların ve Tanrı’nın özgür iradeleri olduğuna inanması sebebiyledir. Ki insanı doğanın bir parçasından ibaret olmaktan ve Tanrı’da boğulmuşluktan çıkarıp onu tüm evrenin halifesi olacak seviyeye çıkaran ve ona Tanrı’ya isyan etme yeteneği veren özgür irade, yani insanın iyi ve kötü arasında tercih yeteneği ve Spinoza’yı aşmış bir Spinozacı olarak Hegel’in Tanrı’nın ‘özgür, olumsal, hiçbir akli ve mantıki zorunluluğa dayanmaya kararıdır’ dediği şu meşhur özgür ve keyfi irade, Tanrı’nın sadece sevgi sıfatıyla ve kendi özünden gelen bir zorunlulukla kavranmasını değil, Allah’ın bazen insana sorumluluklarını hatırlatmak için öfkeyle konuşabilmesini de gerektirir -ki ilahi vahiylerin hakikati bundan ibarettir. Fakat Muhammed’in Kuran’ını Spinoza’nın Ethica’sından üstün bir metin kılan bu hikmet, felsefeye ve bireysel tekamüle boğulmuş avamın değil, insanlığın geleceği için çile çeken ve bu uğurda bir şeyler yapmaya çalışan ve bu uğurda ruhu darmadağın olan havas ve seçkinlerin kavrayabileceği bir bilgeliktir.
10
Bu darmadağınık metnin, Spinoza’yı ve Bediüzzaman’ı defalarca okumuş insanların bile bu yazarları taze bir genç heyecanıyla yeniden ellerine aldırması ve yaşamlarımızı sevinç ve şevkle doldurması dileğiyle…