KONDA Araştırma ve Danışmanlık şirketinin genel müdürü Bekir Ağırdır ile geçtiğimiz günlerde çıkan ‘Hikayesini Arayan Gelecek’ adlı kitabından yola çıkarak toplum, gençlik ve siyaset üzerine sohbet ettik. Keyifli okumalar…
Kitabınızın da başlığında geçen ‘hikâye’ bahsiyle başlayalım. Gazeteci, yazar ve siyasi aktivist George Monbiot, Türkçe’de de yayımlanan bir kitabında, “insanlara yeni bir hikâye vermeden onların hikâyesini ellerinden alamazsınız. Eski anlatıya meydan okumak yeterli değildir. Değişim ancak bir hikâyenin yerini başkası aldığında gelir” diyerek hikâyenin siyasetin dönüşümündeki merkezi önemine dikkat çeker. Siz ‘Hikayesini Arayan Gelecek’ ile neyi amaçladınız? Hikâye sizin için neden önemli?
Türkiye’nin bugün karşı karşıya olduğu meseleler, kendi meselelerimiz bizi düşündürtüyor. Ben akademisyen değilim, yazıp çizip düşünce dünyasına ya da siyaset felsefesine katkıda bulunmayı meram edinmiş birisi değilim; ben ülkemin, memleketimin güncel meseleleri ile meşgul olan bir yerden bakarak gördüğüm şeyleri anlatıyorum.
Bugün geldiğimiz noktada şöyle bir problemimiz olduğunu sanıyorum; bunun birçok nedeni var tabii ama bir kere Türkiye ortak ufkunu kaybetti. Geleceğe dair sağlam ve ortak hayalimiz, hedefimiz kalmadı ya da parçalandı diyelim. Dolayısıyla bu olmadıkça o toplumsal huzur, toplumsal barış, birbirimizi ikna, uzlaşma süreçleri çalışmıyor; tam tersine giderek temasın kaybolduğu, kutuplaşmalar ve kimliklere sıkışmalar nedeniyle de artık temasın bile minimuma indiği bir yere doğru gidiyor. Dolayısıyla bugün Türkiye’deki problemimiz, yani entelektüeller, siyasiler ya da memleketin derdi ile meşgul olan insanlar olarak kendimizi korumak için inşa ettiğimiz duvarları o kadar yükselttik ki şimdi kendi hapishanemiz oldu. Kendimiz kendi duvarlarımızın dışına çıkamıyoruz ve öbür tarafı da duymuyoruz. Sosyal medya üzerinden de herkes kendi gibi olanı dinliyor; o duvarların içinde, öbür tarafta nasıl bir hayat olduğunun bile farkında değil, öbür tarafın ihtiyaç ve taleplerinin de farkında değil.
Onun için bir kere geleceğe dair bir ortak hayali, ortak hikâyeyi inşa etmek lazım diye bakıyorum birincisi; ikincisi de hikâye lafı şunun için de önemli, tam da sizin okuduğunuz kitaptaki cümle gibi, yani biz Türkiye toplumu örneğin, her birimiz nehrin kenarına geldik ve karşıya geçmek üzerindeki arzumuz müthiş ama karşıya geçtiğimizde o tarladaki ürünün, sebzenin ne olduğunu bize anlatan yok, aksine birileri diyor ki sakın oraya doğru yürümeyelim orada öcüler var hortlaklar var.
Futboldan örnek vereyim, statlarda o kalabalıklar böyle bir yere doğru akmaya, çıkışa doğru koşmaya çalışıyor ve öndekilerin önünde kapı açılmıyorsa ya da tel bariyerler duruyorsa arkadan gelenin basıncı ile öndekiler ezilmeye başlar ve can kayıpları yaşanır ya, tam böyle bir tıkanma noktasında olduğumuzu sanıyorum ben, yani önümüzde zihni birtakım bariyerlerimiz var, o bariyerler nedeniyle kazık gibi orada durmaya çalışıyoruz. Karşıya geçme hayalini tam biçimleyemiyoruz ama arkadan gelen basınç da o kadar kuvvetli ki giderek ezilmeler ve can kayıpları başlıyor. Kötü bir metafor olsa da belki duygu halimi tam bu anlatabilir diye düşünüyorum.
Şimdi elimizde olan ya da bu günlerde baskın olan bütün anlatılar ise distopik; dolayısıyla buradan bir çıkış üretmemiz gerekiyor diye düşündüğüm için ben hikâyesini arayan gelecek diyorum
Bir de tabii şöyle bir mesele var, bütün filmler, kitaplar, neye baksak geleceğe dair hep böyle Marslıların dünyayı ele geçirdiği, nükleer savaşın dünyayı yerle yeksan ettiği bir gelecek hikâyesi var. Hep bir olumsuz kehanet var. Halbuki binlerce yıldır insanlık tarihinde tabii ki böyle felaketler, dönemler var ama sonuçta hani tekerleği niye icat ettik ya da bilgisayarı niye icat ettik diye tartışacak bir halimiz olmadığını sanıyorum. Yani bütün bu yaşanan ya da elimizdeki imkânlar yerkürenin, toprağın, havanın, suyun sağladığı kadar insan emeğinin, insan zihninin ürettiği bütün bu teknoloji, modeller, teoriler her şey daha iyi bir geleceğe ulaşmak için daha sağlıklı, daha huzurlu mutlu bir yaşam için ya da geliştirdiğimiz bütün ahlaki formlar da bir arada daha huzurlu bir hayat için aslında. Ama şimdi elimizde olan ya da bu günlerde baskın olan bütün anlatılar ise distopik; dolayısıyla buradan bir çıkış üretmemiz gerekiyor diye düşündüğüm için ben hikâyesini arayan gelecek diyorum.
Belirsizlikle Ah Vah Ederek Mücadele Edemeyiz, Çağın Ritmine Uyarlanmak Zorundayız
Yeni çağın, yeni dünyanın temeli olarak belirsizlik kavramını zikrediyorsunuz, argümanlarınızı bu kavrama yaslanarak güçlendiriyorsunuz. Belirsizlik ifadesiyle neyi anlamalıyız? Ve bu anlam her toplumsal kesim, her dünya yurttaşı için mi geçerli, yoksa herkesin geleceği belirsiz ama bazılarımızın daha belirsiz diyebilir miyiz?
Ben orada bugünkü hayat ritminin belirsizlik üzerine kurulu olduğuna işaret etmeye çalışıyorum. Bunun birkaç tane nedeni var ama bir tanesi şu, bir kere hayat artık eskisi kadar doğrusal çalışmıyor, yani diyelim hükümet bir karar alıyor, bir konuda mevzuat düzenliyor ya da bir marka, bir şirket bir kampanya yapıyor, artık karşınızdaki kitle eskiden olduğu gibi hükümetin kararlarını sadece Anadolu Ajansı’ndan veya TRT’de verilen haberlerden almıyor ya da bir şirket, bir marka iseniz çıkardığınız bir yeni ürünle ilgili ya da yeni bir taktiğiniz, stratejiniz pazarlama politikanız ile ilgili bilgiyi sadece gazetedeki ilanlardan öğrenmiyor.
Yani hem teknolojik imkanlar nedeniyle hem de eskiden olduğundan farklı olarak daha büyük kalabalıklar halinde bir arada yaşadığımız bu mekânsal değişim nedeniyle haberdar olma hali artık bir kere aralıklı değil. Bu örneği sık anlatırım, ben Ege’nin bir kasabasında doğdum, büyüdüm. Diyelim zamanın başbakanı Süleyman Demirel, pazartesi günü bir açıklama yapar, salı gazetesinde yer alır, benim babam da o gazeteyi çarşamba günü okurdu. Yani, 48 saat sonra Demirel’in o söylemi hakkında babamın bir fikri olurdu. Bugün öyle bir dünya yok karşımızda, tam tersine 30 yaş altı nüfusun yüzde 98’inin elinde akıllı cihaz var. Türkiye’de hele şimdi pandemi dönemi de hızlandırdığı için yüzde 85 coğrafya ve hanede internet erişimi var, yüzde 70’e yakın hanede bir biçimde bilgisayar veya akıllı telefon var, dolayısıyla örneğin siz Hemhâl olarak herhangi bir cümleyi kurduğunuzda 30.saniyede karşınızdaki insanlar tepki verebiliyor.
Ama siz de o tepkiye bağlı olarak karşı tepki veriyorsunuz. Yani illa negatif olması gerekmiyor bunun, bir uyarı olabilir hemen anında o kelimeyi düzeltiyorsunuz. Yakınlarda, çok ünlü bir gıda markası, iki yeni ürünü piyasaya çıkarmak için bir yıl boyunca büyük bir hazırlık yaptı; yatırımlar, formüller, satın alınan depolar vs. toplam 20 milyon dolarlık bir yatırım söz konusu. Firma, iki ürüne de cinsiyetçi sıfatlar koyarak bir tanıtım yaptı ve Türkiye’nin kadınları öyle bir tepki gösterdi ki tanıtımdan 24 saat geçmeden firma, yeni ürünleri piyasadan çekeceğini açıkladı ve 20 milyon dolarlık yatırım çöp oldu. Bu, karşınızdaki çoklu hayatın gücünü gösteriyor. Bu nedenle bir kere her şeyden önce belirsizlik esas. İkincisi, çok hızlı bir hayat var, yani zaman ve mekândan bağımsız çalışıyor artık hayat, o zaman da bu hızın getirdiği birtakım handikaplar var, bu siyasetin içinde de böyle, şirketler, markalar ya da yönetim düzeni için de böyle.
Eğer zaman ve mekândan bağımsız, yani sürtünme katsayısının sıfır olduğu ya da yer çekiminin neredeyse sıfır olduğu bir hayat yaşıyorsanız, yani gece 11’de Arjantin’den diyelim hayatınızın ihracatını ya da ithalatını yapacak bir sözleşmeyi WhatsApp’tan yapabiliyorsanız, sizin o hiyerarşiniz, düzenleriniz, “genel müdüre soralım, patrondan onay alalım”larınız falan da çalışmıyor hızdan dolayı. O zaman şöyle bir durum oluşuyor, ben şöyle bir metafor kullanırım, tenis oyununu ele alalım, ağın iki tarafında iki oyuncu vardı, işte ellerinde raket, giderek maharetiniz gelişiyor, birbirinizin zaaflarını ya da maharetlerini öğreniyorsunuz, oyun kalitesinin de yükseleceği varsayılıyor. Rekabet teorisi de aslında temel olarak buna dayanıyor yani, o karşılıklı rekabet iyiyi getirecek, daha kaliteliye ulaşacaksınız vs. ama bugün karşımızda öyle bir hayat var ki, ağın öbür tarafında bir sis var ve o sisin içinde bir tane mi oyuncu var, on tane mi var bilmiyorsunuz. Ağın bu tarafına doğru sürekli bir sürü top geliyor, bir tane değil.
Dolayısıyla eskiden olduğu gibi sadece elinize ve raketi kullanma maharetinize güvenemezsiniz. Kulağınıza güveneceksiniz hangi top daha hızlı geliyor diye. Burnunuza güveneceksiniz hangi top size daha yakın diye. Yani dolayısı ile bu başka bir ritim. Örneğin bir internet sitesi hazırlayacaksınız veya bir dergi çıkaracaksınız, bir yıllık plan bütçe yapıyorsunuz, iş planı çıkarıyorsunuz ama 8. gün internet yasaklarının ya da atıyorum Google’ın ya da Facebook’un hangi politikasının ya da Trump’ın hangi söylediğinin ya da İstanbul’da yaşanacak herhangi bir iyi veya kötü bir hikâyenin sizlerin bireysel hayatlarınızı, çalışma planlarınızı nasıl etkileyeceğini bile bilemediğiniz bir dünyada o planlar, bütçeler çalışmıyor. Benim belirsizlikten kastettiğim bu. Halbuki insan zihni belirlilik arıyor. O zaman yapabileceğimiz şey, işte senaryolarla yönetim gibi, senaryolarla düşünmek gibi çoklu düşünmek gibi ya da çok faktörlü, çok boyutlu, bu hayatın her bir unsuruna yaslanmadan bir tek gözümüzle ya da dilimizle değil; kulağımız, burnumuz, yani bütün duyularımızla hayatı kavramaya çalışmak gibi başka melekeler geliştirmemiz lazım.
O eski belirlilik halini arayamıyoruz. Hepimiz herhalde aynı eğitimden geçtik, fizikte ne anlatılıyordu bize, ışık kaynağından çıkar ve doğrusal bir çizgi izler. Şimdi kuantum fiziği denen teori diyor ki ‘hayır, ışık sıçrıyor ve birdenbire nereden çıktığı belli olmayan başka bir yerde yeniden doğuyor ve başka bir çizgi izliyor’. Şimdi fizikten kuantuma geçişi üreten bu bilgi bile bize diyor ki ya bizim o eski bildiğimiz doğrusallık artık yok, yani hükümet ya da bir hareket ya da bir devlet şunu yapacak, toplum da böyle tepki verecek, arkasından şu olacak; bu ölçüm ve bu doğrusallık çalışmıyor. Bir çokluk, hızlı, çok aktörlü, çok boyutlu bir hayat varsa bundan yakınmayalım, bunu kavrayarak yeni bir zihni model ya da anlayış kavrayış ve iş yapma biçimi geliştirelim diyorum ben, tezim o, yoksa vah vah belirsizlik çok kötü diyerek buradan çıkamayız ki, yeni hayat bu. Buna uygun hangi melekeleri, maharetleri, iş yapma yöntemlerini geliştireceğimize bakalım ya da siyaset yapma yöntemleri geliştireceğimize bakalım diyorum.
Bir de şu var tabi, bizim kuşağımız siyaset deyince örgüt deyince önce bir ideolojik fikri beraberlik, sonra onun gerektirdiği bir örgütlenme modeli, bir form olacak hatta mümkünse bu illegal ya da legal, illa bir dernek, vakıf gibi olacaksınız ama giderek bir hiyerarşiniz olacak ve katılanlar da zaten o fikri ve o hiyerarşiyi kabul ederek gelmiş olacak, şimdi eğer biraz önce anlattığım gibi çoklu bir hayat yaşıyorsak böyle bir düzen yok, yani benim kızlarım benim anlattığım gibi bir derneğe vakfa ya da partiye katılmıyorlar. Çünkü onlar böyle bir hiyerarşik düzen içinde kendilerini var hissedemiyorlar. Ve öylesine katı inanca ya da hiyerarşiye dayalı örgütlenmenin bir sonuç üreteceğini de düşünmüyorlar. Yapılabilecek şey gerçekten her katılımcıyla yeniden, her bir yeni gelen insanla beraber yeniden ne yapabileceğimize dair melekemizi, maharetimizi nasıl güçlendiriyoruz diye bakmak.
Onun için insanlara şunu söylemek lazım; ‘senin de kendini içinde var hissedebildiğin, bütün kararlarına ve süreçlerine kendini katabildiğin, kendini gerçekleştirme imkânı gördüğün, sana büyüklerin ya da bir inancın ya da bir ideolojinin, şöyle yaparsan doğrudur, diye parmak sallamadığı ve senin kendi doğrularını kendi maharetin ile dahil edebildiğin bir süreç var burada’ dersen, o zaman katılıyor insanlar, doğru yol da bu yani.
Örneğin pandemi bile ulus-devleti yeniden güçlendirecek izlenimi veren bir takım fırsat alanları açıyor ama bir yandan da paradoksal olarak hayatı böyle tek tipli bir tanımın içine sıkıştırma çabası çoklu hayatın zorlaması ile dikiş tutmuyor, patlıyor, söküp atıyor
Ulus-devletin çözüm üretme kapasitesinin yitiminden bahsediyorsunuz, bir yandan da yaşanan küresel krizler nedeniyle ulus-devletin yeniden güçlendiğini hepimiz görüyoruz, siz de kitabınızda söz ediyorsunuz. Özellikle bahsettiğiniz hayatın değişen ritimlerini göz önünde tutarsak, insanlık bu değişime cevap verebilecek yeni bir siyasal model üretebilecek mi sizce ve bu modelin unsurları neler olabilir?
Ulus devletleri yeniden güçlendiren şey, insanlığın bu yeni hayat ritminin ürettiği problemlere de kadim problemlere de çözüm üretemiyor olması. Mesela bu pandemi sürecinde ortaya çıktı, Dünya Sağlık Örgütü diye bir yapı var ama bu yapının böyle bir küresel problemi yönetecek ne rol tanımı ne kapasitesi ne kaynakları yeterli.
Ya da işte Paris İklim Anlaşması var, İstanbul Sözleşmesi var görüyorsunuz; Avrupa Birliği var, Birleşmiş Milletler var. Birleşmiş Milletler’in hangi problemi çözdüğüne tanık olduk, hep beraber görüyoruz işte.Pandemiden yola çıkalım yine, şimdi ithalat veya ihracatta bir takım yasal düzenlemelere ihtiyacınız var, hijyenik koşullara uyuyor mu ya da işte yeni başka kritik problemler, riskler var mı diye; kim yapacak bu düzenlemeleri? Hâlâ elimizde ulus devletten başka da bir aygıt yok. Ulus devlet dediğimiz mekanizma özü itibari ile Sanayi toplumunun ürettiği, o sürecin ürettiği bir devlet modeli, bir etnik kimliğe dayanıyor, milliyetçilik durup dururken birileri istedi diye inşa edilmiş falan değil ki. Bazı ülkelerde azdır, bazı ülkelerde çoktur, konuşulabilir tartışılabilir ama özü itibari ile yurttaşı devlete bağlayan, makbul veya makbul olmayan yurttaş ayrımına yaslanan tek tipçi bir sistemdir. Şimdi tabii ki insanlık ölçeğinde karşı karşıya olduğumuz bu problemlerin yeni modellemelerini üretemeyince bunlar güçlendi ve o zaman yeniden ulus-devlet sahne alınca da bunun üzerinden iktidar savaşı veren siyaset yeniden güçlenmiş oldu.
Yani bütün dünyada Trump’lar, Putin’ler tesadüfen karşımıza çıkmış değil, karşılıklı bir sürecin sorunu. Sadece bizde değil ki, işte Avrupa’nın göbeğinde Polonya’da, Macaristan’da olanlara bakın ya da İsrail’de Netanyahu’nun söylediklerine, yaptıklarına bakın, birbirlerinden besleniyorlar, aynı kelimelerle konuşuyorlar. Bir tarafta İslamofobik akımlar, yani Sarkozy ya da Macron çok mu farklı yani; diğer tarafta da diyelim işte IŞİD zihniyeti, birbirlerini çoğaltıyorlar. Dolayısıyla bu ulus-devlet modelinin çoğulculaşması için uğraşmak gerekiyor ama bugün paradoksal bir durum var. Örneğin pandemi bile ulus-devleti yeniden güçlendirecek izlenimi veren bir takım fırsat alanları açıyor ama bir yandan da paradoksal olarak hayatı böyle tek tipli bir tanımın içine sıkıştırma çabası çoklu hayatın zorlaması ile dikiş tutmuyor, patlıyor, söküp atıyor.
Şimdi mesela bugünün gençleri, muhafazakâr veya seküler fark etmez ama bu ülkenin 30 yaş altındaki gençleri, hele hele İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Antalya gibi metropollerde ve çokluğun içinde bir arada yaşamayı öğrenmiş benim kızım gibi insanları sosyal medyanın yasak olduğu, Google’a girilemediği, Google’a girince bazı sitelerin açılamadığı, Wikipedia’nın yasak olduğu böyle bir hayata mahkum etmeye kalkıştığınız zaman zaten çalışmıyor, bence iktidarın da ulus-devletlerin de bizde de başka ülkelerde de anlamadıkları şey bu. Hep şuna yaslanılıyor; ‘evet her ülkede bizde de öyle bir yüzde 50 insan var, bu kimi yerde 51’dir, kimi yerde 52’dir, kimi seçimde 53,5’tur ama kabaca yüzde 50-51 oranında değişimden ürken ve ulus-devletin güvenlik arayışı içinde, refah vaadi ile özgürlüklerden vazgeçmeye razı eden politikalarına ‘evet’ diyenler var. Ama bir tarafta da unutmayalım ki yüzde 48’ler, 49’lar, 50’ler mertebesinde de değişelim diyenler var sizler gibi, benim gibi.
Dolayısıyla bir kere umudumu besleyen şey buradaki yüzde 50’nin varlığı, biz sadece buradaki 51’lerin varlığına bakarak korku üretiyoruz, öyle değil ki, yani bunca manipülasyona rağmen örneğin bu topraklarda, tarih boyunca yani sadece şimdi de değil, bütün manipülasyonlara rağmen bile bu topraklarda domates seçerken diyelim bir dindarla seküler kapıştı da iş sonra Maraş Katliamı gibi bir olaya döndü dediğimiz hiçbir olay yoktur. Yani dün akşam işte bakın Ermeni yurttaşların olduğu mahallelerde birtakım arabalarla dolaşıp tehdit marşları okuyanlar oldu. Yaşadığımız, bildiğimiz ve deneyimlediğimiz tarihimizdeki bütün olaylar egemenlerin ya da devletin ya da devletin içindeki bir kanadın manipülasyonları ile oluşmuş şeyler. Bu toprakların insanları binlerce yıldır bir arada yaşıyor ve biriktire biriktire yaşayıp geldiler. Her şeyi üzerine ekleyerek geldiler, yani bugün mutfağımızdaki pişirdiğimiz yemek de dilimizdeki şarkılar, türküler de hepsi birikimin ve süzüle süzüle oluşan sentezlerin sonucu.
Ama elinde güç olan birileri veya ulus-devlet bize diyor ki ‘hayır bu dindarlar makbul değil, çünkü bunların bazıları şöyledir, hayır bu solcular makbul değil çünkü onların bazıları böyledir’. Sizler hatırlamazsınız arkamdaki kütüphanede beyaz kitap serisi var devletin 60’larda, 70’lerde dağıttığı. Kapağında böyle tuhaf bir ahtapot resmi var amatör ilkokul çocuğu çizimi. Bir kolunda sosyalizm yazıyor, öbür kolunda komünizm yazıyor. Bunları devlet dağıttı, Soğuk Savaş yıllarında, ABD böyle istedi diye. Şimdi iki farklı kesimde de devletin bizim zihnimize soktuğu bir takım sakat şeyler var. Ve o zaman da barışamıyoruz işte. Bu iktidarın tek başardığı şey, cumhuriyetin makbul vatandaş olarak gördüğü, Sünni, Türk, Seküler tanımlamasını, Sünni, Türk, Dindar olarak değiştirmesidir. Makbul yurttaş anlayışını yıkmadı ki iktidar.
Ama iki taraf da artık şunu deneyimledi, tek bir kimliğin, tek bir inancın ya da etnik aidiyetin iyi doğru güzel tanımları üzerinden bir hayat kurmanız mümkündür, güç elinizdeyse ama işte 100 yıldır bu topraklarda bütün bu hikâyeyi hep beraber yaşayıp geliyoruz, devletin bütün yargıcı ile polisi ile jandarması ile makbul vatandaş tanımının dışında bıraktığı kesimler var, başka meramı olan insanlar var ve bu topraklarda doğdular, bu toprakların yarını ile de dertleniyorlar. Dolayısıyla onları makbullük dışına attığınız zaman o çokluktan bir şey eksiliyor. Benim şöyle bir tezim var; ulus devlet, bizim kendi haklarımızdan vazgeçmeye razı edildiklerimizin toplamıdır. Yani Kürt meselesi örneğin, ulus-devletin dayatmalarıyla Türkler’in kendi haklarından vazgeçtikleri şeyleri alt alta yazalım, toplamı Kürt meselesidir işte.
Yani Denizli’deki insanlar yerel yönetime katılım hakkından vazgeçiyor, niye, Diyarbakırlılar bu hakkı yanlış kullanırlar diye; ya da sekülerler kendi haklarından vazgeçiyorlar, niye dindarlar bunu şeriata götürürler diye; ya da dindarlar bazı haklarından vazgeçmeye razı oluyor, niye, bu sekülerler ahlaksız diye.
Şimdi bu kalıpları kıramadan uzlaşmacı, hepimizin içinde kendimizi var hissedebileceğimiz yeni bir hikâye yazamıyoruz. O zaman da ulus-devletin bize dayattığı bu formların dışında düşünmek ve başka modeller aramak hem zihnen hem eylemsel olarak da başka yöntemler arayıp bulmak zorundayız diye düşünüyorum ben.
Siyasi Partiler Bilimsel Bilgiden Faydalanmalı
Kitapta dikkatimizi çeken önemli bir tespit var; siyasi aktörlerin, partilerin bilimden, yeni bilimsel gelişmelerden, yeni disiplinlerden yeterince faydalanmadığını söylüyorsunuz. Hatta buna dijital çağı anlama çabasını, muazzam dijital-teknolojik dönüşümü de ekleyebiliriz. Bu dönüşümler, gelişmeler heybeye eklenmeden yeni bir siyasetin kurulamayacağı açık. Bu konuda siyasi aktörler, partiler, hatta belki sivil toplum sizce neler yapmalı? Bu konuda kurucu bir önerme yapmanızı istesek neler söylersiniz? Yine bu bağlamda dijital okur-yazarlık meselesini nasıl değerlendirirsiniz?
Şöyle bir problemimiz var, birtakım reel meselelerimiz var, işte GDO’lu ürün meselesi, sosyal medyanın hukukunu düzenleme meselesi, içki, tütün, alkol kullanımındaki kısıtlamalar meselesi, temiz içme suyu meselesi gibi meseleler var çözülmesi, konuşulması gereken. Bizim siyaset dünyamız bir kere ne kuantum fiziği ile meşgul, ne antropolojideki değişimlerle meşgul, ne bu metropolleşmenin ürettiği bir takım yeni formlarla meşgul!
Bir kere bilgiden beslenmiyorlar gerçekten, hâlâ bizim siyasetçilere sorsanız bütün siyasetin, partici siyasetin tümüyle hemşeri ilişkileri ile yürüdüğüne inanıyorlar mesela ve bunun gündelik hayatta da hâlâ çalışır olduğuna inanıyorlar; evet siyaset ve ekonomi gibi çıkar ilişkisine dayalı alanlarda hâlâ hemşericilik veya başka türden kimlikler daha ağırlıklı ama gündelik hayatta, örneğin aile hekiminin önünde kuyruk beklerken hemşerilik falan yok.
Düşünsene güvenlik yazılımı olup olmadığını bilmediğim X bir partideki X bir bilgisayarcının elinde şu anda 18 yaş üstü 58 milyon insanın kimlik ve adres bilgileri var. Yani bu bilgilerle senin adına kimlik de çıkarabilir kredi kartı da çıkarabilir, senin adına her işlemi yapabilir şimdi bunun teknik bir mesele olduğunu anlamıyorlar
Dolayısıyla sizin, benim gibi veya benim kızlarım gibi genç kuşaklar da oralarda kendilerini var edemediği için biraz önce sözünü ettiğim o yeni örgütsel formlar değişiyor olduğu için siyaset erbabı siyaset esnafına dönüştü, particilik diye bir dünya var ve o da özü itibariyle siyasi güç üzerinden bir ekonomik çıkar ve siyasi güç alanını çoğaltmak meselesine dönüştü vesaire, ama GDO’lu ürün diye bir meseleyi tartışmıyorlar ya da şöyle söyleyeyim, örneğin İstanbul Havaalanı, yapılabilir de yapın ama hiç olmazsa bilimsel olarak kuşların gerçekten göç yollarında mı değil mi meselesini araştırın ya da Kanal İstanbul’un ekolojik çevreye ne yapıp yapmadığını araştırın, belki fırsatları da var, kategorik bir karşı çıkışım yok benim bu meselelerde, ama diyorum ki ya bir bilim insanlarıyla bir tartışalım, bir öğrenelim, ne riskler var. Yani siyaset, yeni bilgilerden de beslenmeli, hele böyle bilgisayar, yeni teknolojik hamleler, bu robotik üretimin örneğin emek üzerindeki çeşitlenmelerini de konuşmuyor tartışmıyoruz.
Veri güvenliği diye bir tartışma yaptılar bir sene önce, bu bireysel verilerimiz için ama dijital dünyada şu anda diyelim hepimizin sağlık kayıtları da harcama kayıtları da bir yerlerde birikiyor, bugünkü dünyanın gerçekliği bu ama şunu tartışmamız lazım, senin eğer tapudaki kayıtlarını, bankadaki kayıtlarını, sağlık kayıtlarını birileri aynı anda görebiliyorsa bunun düzenlemesini yapmalı, güvenliğini sağlamalısın, kötücül amaçlar için kullanımına engel olmalısın. Ama bunun farkında değiller biliyor musunuz, yani ben mesela bakın size çok basit bir şey anlatayım. Bizde seçmen listesi denen listeleri YSK, eskiden böyle evlere kapanıp nüfus sayımı seçmen sayımları yapılırdı ya onun yerine 10 seneden beri dijital ortamdan alıyor, nereden alıyor, nüfus kayıtlarından alıyor, o nüfus kayıtlarının da dayalı olduğu bir teknik taban var, o tabanda belediyelerin verdikleri inşaat ruhsatları ve oturma izinleri yer alıyor.
Türkiye’deki 3000 belediye imar ruhsatı verdiği an bir yerde alarm çalıyor, o alarm TÜİK’e yansıyor, TÜİK’in bir elemanı gidip ya bu mekâna artık imar verildiğine göre biri oturuyor diye kapınızı çalıyor.
Şimdi ben de anlatmaya çalışıyorum ki kardeşim 3000 belediyede 3000 memur bütün bu kayıtlarımıza ulaşabilir demek bu. Herhangi birimizin adresine kimlik numarasına da ulaşabilir demek, bunun güvenliğini nasıl sağlayacaksınız, bu bir bilişim problematiği, yani sadece hukuk, siyaset falan değil ama bunu anlatamadım biliyor musunuz, çünkü sadece siyasetten kavrıyorlar meseleyi ve seçmen listeleri öyle mi oldu böyle mi oldu, hile mi var, içinde ekleme seçmen mi var diye tartışıyorlar. Bütün partileri dolaştım, anlatmaya çalıştım teknik olarak bir problem var diye. Rusya’da birtakım hackerlerda Türkiye’deki 20 milyon insanın kayıtları var diye haberler çıkar zaman zaman, parayla satılıyor, sahte kredi kartı çıkarıyorlar oradan sahte kimlik vs., işte bu sistemden alıyorlar bilgiyi. Çünkü o sistem partilere de bağlı ve partilere seçmen listelerini veriyor. Düşünsenize güvenlik yazılımı olup olmadığını bilmediğim x bir partideki x bir bilgisayarcının elinde şu anda 18 yaş üstü 58 milyon insanın kimlik ve adres bilgileri var.
Yani bu bilgilerle senin adına kimlik de çıkarabilir kredi kartı da çıkarabilir, senin adına her işlemi yapabilir şimdi bunun teknik bir mesele olduğunu anlamıyorlar. Buna dair binlerce başka örnek konuşabiliriz. Nükleer tıbbın ürettiği birtakım meseleleri mesela konuşamıyoruz. Çünkü nükleer tıbbın farkında değiller yani bunun ürettiği ahlaki ya da kültürel problem boyutlarının hiç mi hiç farkında değiller, hiçbir bilim insanını da dinlemedikleri için derli toplu, kendi kafalarındaki hâlâ o ulvi siyaset var. İşte laiklik, makbul vatandaş, devletin imkânlarını hangi sermaye ya da hangi sosyolojik kümeye yardım diye verelim ya da teşvik diye verelim ve bu ulvi düzeyde sürüyor hikâye ama o bütün ulvi düzeyde süren her şey buradaki gündelik hayatta boşlamamıza ve gündelik hayatın ihtiyacı olan yeni düzenlemelerin yerine düzensiz ve savrulmuş, Recep İvedik’leşmiş bir hayat yaşamamıza neden oluyor.
Alkol ve tütün kısıtlamaları meselesinde eğer bilim insanlarını dinleselerdi ve bu toprakların insanlarının çocuklarını çok önemsediğini kavramış olsalardı, araştırmacılar, sosyologlar onlara anlatsaydı ve eğer çocuklarımızın sağlığı diye konuşsaydık meseleyi, çok daha ileri kısıtlamalara Türkiye toplumu hazırdı ama böyle konuşmadık biz, siyasetten, alkolün günah olup olmadığından konuştuğumuz için o kısıtlamaların makul ve doğru olduğunu bilen sekülerler bile bunu iktidar yapıyor, dinci emelleri var diye itiraz ediyor. Yani uzlaşma da üretemiyoruz ortak bilgiden beslenen bir zeminde konuşamadığımız için. Dolayısıyla bilgiden beslenmek ya da bilimden beslenmek sadece partilerin kapasitelerini daraltmıyor, aynı zamanda hayatımızı daraltıyor, çünkü düzenleyici kurum ve kapasite hâlâ orada ve onlar düzenleyecek bunları. Ama bu bilgiden beslenmedikçe düzenleme ihtiyacı da görmüyorlar, düzenlemenin nasıl yapılması gerektiğini de anlamıyorlar ve hâlâ eski bildik denetleme mantığıyla devam ediyor hayat. Ama o zaman da her gün her yerden işte sökükler çıkıyor, dikişler patlıyor birer birer.
Şimdi laiklik ya da Kürt meselesi desek İstanbul’un hangi kafesine, hangi derneğine gitsek, herkesin ceplerinde 72 saat tartışacak ne biçim şehvetli paragrafları var eminim. Ama diyelim, bu dijitalleşmenin ürettiği ahlaki problemleri konuşalım dediğiniz anda herkes susuyor
Sosyal medya mecralarının manipülatif kullanımı ve toplanan veri biçimlerinin değişimini sormak istiyoruz. Bu manipülasyonlar bildiğiniz gibi geçtiğimiz ABD seçimleri nedeniyle yargının da konusu haline geldi. Öte yandan, söz konusu teknolojileri üreten beyinlerin bir kısmının Google’dan ayrılarak İnsani Teknoloji Merkezi (Center of Humane Technology) adı altında bir yapı kurup insanları bilinçlendirmeye çalıştıklarını görüyoruz. Bir yandan da yeni geliştirilen neuralink teknolojisi ve bu yolla veri toplamanın hedeflendiğini biliyoruz. Bütün bunları göz önüne aldığımızda insani ve etik bir teknoloji geliştirmek mümkün mü? Geniş kitleler bu manipülasyonlara karşı nasıl direnç gösterebilir?
Tersten başlayalım, geniş kitleleri ya da sade bireyleri, her birimizi bu teknolojilerin kötücül kullanımları için koruyacak düzenlemelere ihtiyacımız var her şeyden önce. Biraz önce sözünü ettiğim gibi yani senin farklı yerlerde biriken sana dair verilerin birbiriyle buluşturulamayacağını ve başka birisinin o verilere ulaşamayacağını sağlayacak bir düzenlemeye ihtiyacımız var her şeyden önce.
Şimdi biraz önce de anlattığım o hızlı hayat içinden falan da düşünürsek yani bir yandan hayatta bir şey değişiyor mesela şu veya bu biçimde ama iklim değişikliği nedeniyle ama işte o yılki yağmur nedeniyle ama bir teknolojik gelişim nedeniyle. Herhangi bir değişimi daha hızlı kavramak ve buna kendini uyarlamak konusunda mahareti olan örgütlü yapılar var. Sermaye ve şirket dediğimiz form da bunlardan birisi, devlet dediğimiz form bunlardan birisi. Bu hızın içinden bakınca da hani o geleneksel polisiye romanlarda Sanayi Toplumu zihniyeti ile ‘kime yaradı ise gelişme işi kurgulayan odur’ gibi o doğrusal tanım var ya bugün illa öyle olması gerekmiyor sadece, yani böyle olan meseleler de var tabii yani bir takım devletlerin özel yazılımlar geliştirdiği özel ekipler kurduğu falan açık.
Ama bir yandan da atıyorum Google’ı ilk tasarlarken CIA’nın dahli olduğundan emin değilim doğrusunu isterseniz, o tür komplocu bir yerden yaklaşmayı doğru bulmuyorum pek, ama muhtemelen senden benden önce veya bizim Türkiye Cumhuriyeti devletinden önce kavradı ABD CIA’sı bunun nasıl bir yere doğru evrilebileceğini ve nasıl manipüle edebileceğini. Dolayısıyla burada kötücül örgütlenmelere karşı, kötücül kullanımlara karşı, zayıf olanı, mağdur olan ve özellikle de sade bireyleri, kim koruyacak meselesi var. Burada tabii insanlık hâlâ şu tartışmayı ciddi biçimde yapamadı, ‘yeni hayat’ biçiminin ortak iyi, doğru, güzel tanımları henüz oluşmadı, ortak makuller, normaller tanımlı değil, ayıplar, günahlar, suçlar da tanımlı değil, o yüzden rastgele yürüyor ve mahir olanlar da işi manipüle edebiliyor, buna bir şirket veya banka da dahil olabilir, buna bir devlet de dahil olabilir, bir hacker çetesi de dahil olabilir vs.
Dolayısıyla burada bir an önce insanlığın en azından kendi içimizde, kendi memleketimizde, kendi siyasi aktörlerimizin bu etik problemleri tartışmaları lâzım, yani buna dair evet böyle çok bireysel düzeyde bir sürü tartışmalar var; şu problemi siz de okumuşsunuzdur, biliyorsunuzdur, şimdi şoförsüz insansız araç deniyor, onun yaratacağı ikilem var; insansız araç direksiyonu bir tarafa kırarsa önünde 65 yaşında birisi var, öbür tarafa kırarsa 4 yaşında bir çocuk var. Hangi yöne kırsın, hangisini feda edelim? Şimdi illa bu kadar uç bir yerden tartışmayabiliriz. Belki de insansız araç meselesinin önce kentin genel ortak kamusal alanları, ortak yaşam alanlarına ne kadar dahil olup olmayacağını tartışmamız lazım; bunun gibi meseleleri, dertleri nasıl geliştireceğimiz üzerine bir tartışma zemini olması lâzım, bu olamıyor bir kere ve burada daha da vahim bir riskimizin de olduğunu sanıyorum ben.
Bu kimliklere sıkışmak, kutuplaşmak, siyasi kutuplaşmalar gibi nedenlerle toplumların çoğunda ve bizde de hakikatle ilişkimiz bozuluyor giderek, demin dediğim gibi kendi duvarlarımızı inşa ettik ve o kadar yükselttik ki gerçek sesleri de duyamıyoruz belki. Ben bu örneği sık veriyorum, kutuplaşma üzerine bir araştırmada sormuştuk, Boğaz’ın altında kontöryum diye bir element var 17 trilyon dolarlık ve ‘Batılılar çıkarmamıza izin vermiyor’ lafının doğru olduğuna inanan neredeyse ülkenin yarısı. Kimyada kontöryum diye bir element yok. Şimdi bu insanları cahillikle falan suçlayamayız, haksızlık da etmeyelim çünkü böyle bir anlatı var, bütün Batı’nın Türkiye’yi bozmak, parçalamak üzerine ve bu anlatıdan ya da içerdeki kutuplaşmanın iki tarafı düşmanlaştıran anlatılarından da etkilenen insanlar var kimliklerine sıkıştığı için, pozisyonlarına sıkıştığı için.
O nedenle bu tartışmaları ve özellikle şimdiki bu yeni teknolojilerin yeni gündelik hayat ritminin ürettiği yeni problemleri, geleneksel problemleri daha çözmeden yaşadığımız için aklımız hep geleneksel problemlerde. Şimdi laiklik ya da Kürt meselesi desek İstanbul’un hangi kahvesine, hangi derneğine gitsek, herkesin ceplerinde 72 saat tartışacak ne biçim şehvetli paragrafları var eminim. Ama diyelim, bu dijitalleşmenin ürettiği ahlaki problemleri konuşalım dediğiniz anda herkes susuyor. Çünkü problemi bir türlü laiklikten, dindarlar şeriatçı mı, solcular ahlaksız mı dan çıkarıp buraya getiremiyoruz ki. O yüzden kadim problemlerin ürettiği zihni ambargoları aşmadan ve orada kadim problemleri çözmeden de sıra buraya gelemiyor, o zaman da o boşluğu birileri kullanıyor ve hepimizin zihnini, duygularını da manipüle ediyor. ABD başkanlık seçimlerinde tartışıldığı gibi başka türden yaklaşanların da olduğu açık, kullanmayı hedefleyenlerin de olduğu açık.
O zaman da sizin, benim gibi her bir birey son derece çaresiz kalıyor bütün bu mahir olanların karşısında, örgütlü olanların karşısında. Dolayısıyla mağduriyet çeşitleniyor, mağduriyet sadece yoksulluk değil, yoksunluk da aynı zamanda, ya da dijital okur-yazarlık da bu yoksunluğun bir parçası. Bizim bütün siyasetçilere bak, hâlâ işte pirinç dağıtalım, süt dağıtalım derdindeler ister AK Parti’li olsun ister CHP’li olsun. Kadınların maharetini güçlendirelim, kadınların el emeğini ya da eğitimini güçlendirelim dediğinizde bütün o siyasetçilerin yarısı kayboluyor ortadan, sivil topluma kalıyor bu tür çabalar. Yine de umutluyum. Bir kere yalnız olmadığımızı anlamamız lâzım, ülkenin yarısının da aslında ama dindar ama seküler ama muhafazakâr ama modern nasıl tarif edersek edelim, sizin benim kadar ülkenin geleceği, hayali ile dertlendiğini anlıyor ve bunu içselleştiriyor olmamız lâzım, aslında dünyanın yarısının da bütün bunlarla dertleniyor olduğunu biliyor olmamız lâzım, onun için o kadar yalnız değiliz.
Sadece güç belki elimizde değil henüz, ulus-devletlerin elinde ama sokaklarda yaptığımız her işte de kendi güç alanımızı oluşturuyoruz; pandemi sürecinin bence Türkiye için en büyük öneminin metropolleşmiş yerlerde dayanışma duygusunu, dayanışma formlarını yenilediği, yeniden güçlendirdiği, geliştirdiği bir süreç olduğunu düşünüyorum ben ama bunun yanına şimdi bir umut koymamız lâzım, dayanışma sadece bir meşakkati göğüslemekten ibaret. Ama asıl derdimiz yarını inşa, yarını daha mutlu, daha güzel, daha iyi yapmak o zaman da o dayanışma ruhunun üzerine yeni bir umut inşa edecek başka şeyler maharetler, yetenekler geliştirmemiz lazım.
Sanayi toplumunun ekonomi teorisi diyor ki; emek + sermaye + hammadde, üretim formülü bu değil mi? Uzun süredir bilgi diyorum ben, dünya da bilgi diyor. Yani dördüncü bir unsur eklendi. Şimdi bence bu formül beşlendi yani emek + sermaye + hammadde + bilgi ve bir şey daha: ‘gayret’! Bu toprakların insanlarının en mahir oldukları şey, gayret göstermeleri, arzuları. Hiçbir ekonomi teorisi bu gayretin sayısal tanımını belki bilmiyor. Onun için Türkiye, en kötü ekonomik krizden bile kendinden beklenmeyecek kadar hızlı geçiyor aslında. Yeter ki bir ortak umudu koyun insanların önüne. Bunu başardığımız gün umutsuz olmamız için bir neden yok.
Bir Arada Olma Dürtüsünü, Ortak Gelecek İddiası Üretebilir
Yeniden kitaba dönersek; bugüne kadar alışageldiğimiz model, siyasal ve toplumsal dönüşümü ekonomi-politik bir çerçeveden okumaya dayanıyordu. Siz kitabınızda, ekonomi-politik modelin yanına kültürel-politik modelin de eklenmesini söylüyorsunuz kültürel-politik modelden ne anlamalıyız?
Sanayi toplumunun bütün formülasyonuna baktığımızda mülkiyet üzerinden, emek-sermaye çelişkisi, sol-sağ konumlanması, ilerici-gerici konumlanması, bütün hikâye hep aynı ikili eksen üzerinden çalışıyordu. Bu eksenlerin tabii ki bugün de hala açıklayıcılığı var ama bugün aynı zamanda başka bir mesele daha var.
Kutuplaşmadan yürüyeyim derdimi daha kolay anlatabilmek için. Emek-sermaye kutuplaşması sonuç olarak pozitif enerji üreten bir kutuplaşma. Örgütlenme hakkı üretmiş, sendikal haklar üretmiş, insan hakları diye bir kavrama kadar gelinmiş. Sonuçta iki kutupta da bir arada olma zorunluluğunu hayat dayatıyor. Biri olmadan öbürü olamıyor ama kültürel ve toplumsal olan bazı meseleler var ki pozitif kutuplaşma üretmiyor; negatif kutuplar, negatif enerji üretiyor.
Kürtler-Türkler diye bakalım. Kürtler’in de kendi içinde emek-sermaye çelişkisi var, Türkler’in de. Ancak bir arada olma dürtüsünü bu varoluş, iki kutup için de üretmiyor. Bir arada olma dürtüsünü, ortak hayal, ortak gelecek iddiası, ütopyası üretebilir. Yoksa herkes kendi çelişkileri içinde, kendi dünyaları içinde, kendi hengamelerinde aynı ortamda yaşamaya devam edebiliyor. Muhafazakâr-seküler kırılmasında da böyle. Kutuplaşmayı çok ciddi yaşadığı için bu Türkiye’de önemli, yoksa bu gerilim bu kadar sert olmak durumunda değil. Sonuç olarak seküler dünyada da muhafazakâr dünyada da emek-sermaye çelişkisi ya da kadınların mağduriyeti ya da çevre problemleri var ama birbiriyle bir arada yaşama arzusunu, hemhâl olmayı, sentezleri, o ortak gri alanları üretecek şey ancak ortak gelecek hayali olabilir.
Yoksa kendi kimliklerinden kaynaklı sıkışmalar, kendi kimlikleri içinde ayrı dünyaları besleyen bir sonuç üretiyor. O nedenle bu problemi kaale almadan, yokmuş gibi davranamayız diyorum. Yüzyıllık Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşadığı bütün hikâyeye baktığımızda, eğer Kürtler ya da dindarlar kendi kimlikleriyle 1920’den sonra yaşanan sürece dahil olabilseydi, kendi kimliğinin gerektirdiği ihtiyaç ve talep doğrultusunda o süreçlerde birtakım müdahalelerde bulunabilseydi, gerilim bugün bu kadar şiddete yatkın bir yere gelmiş olmazdı. Sanayi toplumunun bütün modellemeleri diyor ki, kimliklerini falan bir kenara bırak, ben sana bir tanım veriyorum ‘makbul vatandaş’ diye, bu tanımın içine gir diyor. Hayatın pratiği böyle çalışmıyor ki, o zaman da bu ikilikler başka problemler üretiyor. O nedenle sanayi toplumunun sadece ekonomik, sınıfsal okuması bugünkü hayata yetmiyor ve ona dayalı siyaset modellemesi, teorileri, ayrışmaları da bugünü açıklamaya yetmiyor.
Bugün başka problemlerimiz var. Yeni bir model üretmemiz, yeni bilgiler, şemalar, kategoriler üretmemiz lazım diyorum. Doğru model nedir, onu bilmem. Bu yeni hayatın içinde, bu tartışmalara her katılan insanla beraber gelişecek o. Onun için kitapta dikkat ederseniz sonunda bir manifesto falan yok. Tam tersine ben verdiğim eğitimlerde şunu anlatıyorum. Yeni hayata dair bize eskiden sanayi toplumu diyordu ki; “uzanıp üst basamağa çık. Orada bir kırmızı elma var, o kırmızı elma muhteşem bir şeydir ve ona ulaşırsan en sağlıklı insan olursun”. Ama şimdi ortaya çıktı ki; bazılarımız elma sevmiyor, bazılarımızın elmaya alerjisi var, bazılarımız tercih de etmek istemiyor sevip sevmemek arasında. Bazılarımız da armut istiyor. O halde bugünkü hayat sadece yukarıdaki elmayı tarif eden siyaset kültürleri üzerine geliştirilemez. Yukarıya doğru çıkma süreçleri üzerine siyaset, maharet, hayat geliştirebiliriz ama yukarıya çıktığı noktada herkes kendi elmasının, kendi armudunun peşine düşer. Dolayısıyla kitabın sonunda bir manifesto yok. O manifesto yerine bu tartışma sürecini nerelerde hangi paradigmalar üzerine tartışırsak o üst basamağa ulaşabileceğimize dair birtakım teknik egzersizler var.
Kendi Kentinin Dışına, Kendi Mahallesinin Dışına Çıkamayan Gençler Var
Gençlik meselesine bakalım. Ortalıkta dolaşan kuşak tanımları ve bunun üstünden yapılan gençlik tarifleri bir yana, bu tanımların piyasa hedefli olduğu ve dikkate alınmaması gerektiği eleştirileri öbür yana, kitaba referansla, yüzde 80 gibi hiçbir örgütlenme deneyimi olmayan büyük bir gençlik kesiminden bahsediyoruz. Bu veriden yola çıkarak gençlik ve siyasal-toplumsal örgütlenme ilişkisine nasıl yaklaşmalıyız?
Tam da sözünü ettiğiniz gibi böyle Batı’dan getirilmiş Z kuşağı, Y kuşağı gibi kavramlara zaten itiraz ediyorum. Bir mantığı var evet Amerika için. Vietnam Savaşı’ndan etkilenen kuşaklar, 11 Eylül saldırılarından etkilenen kuşaklar gibi, bu kuşak teorisini açıklayan ekonomik ve siyasal faktörler var ama Türkiye’nin bunlarla alakası yok. Bizdeki hikâye biraz daha başka, dolayısıyla meseleyi yalnızca tevellüt üzerinden konuşmak doğru değil.
Çok yakın zamanda çok kapsamlı bir gençlik araştırması yürüttük. Çok vahim olan şeylerden birisi bu, gençlerimizin önünde idol diye tanımladıkları bir figürün olmaması
Bugün 30 yaş altı diye bir kümeden konuşacaksak, 15-30 yaş arasındaki 20 milyona yakın insanımızdan konuşacaksak, kimse daha şunun farkında değil: Bu 20 milyon gencimizin yüzde 70’i hala aile harçlığına mahkûm. Onlar ise anlatıyorlar ki, bu gençler böyle conconlu şeyler isterler, her gün hamburger yemek isterler, her gün cep telefonundan bilmem ne yaparlar. Çocuğun cebinde 5 lira yokken ne yapacak, kimse onun farkında değil. Bir sürü araştırmamız var, kendi kentinin dışına, kendi mahallesinin dışına çıkamayan gençler var. Yüz gencimizden 42’si öğrenciyim diyor ve öğrenci olma gerekçesiyle hayatın bir kenarındalar. Yüzde 25’i çalışma hayatına dahil, onların da ne kadarının çalışan ya da işsiz olduğu ayrı tartışma. Yüzde 33’ü, her üç gençten biri ise ne okulda ne işte. Bu çocukların yüzde 70’i de aile harçlığına mahkûm. Bunları ifade etmeyen tuhaf bir gençlik anlatısı var. Evet, 20 milyon içinde anlatılanlar gibileri de mevcut. Sayıları 1 milyon ila 2 milyon arasında. Ama büyük kümenin derdi daha başka bir yerde.
Bu gençlerin siyaset ve örgütlenme ile ilişkileri, memlekete ya da ortak hayata dair problemler ile ilişkileri ise, biraz önce başka vesile ile değindiğim eski siyasi formlardan kaynaklanıyor. Siyasi bir inanca, bir fikriyata inanacaksınız, bağlı olacaksınız, bir örgütlenme olacak, formunun ne olduğunun önemi yok vesaire gibi bir şekilde bakıyorlar. Oysa onlar daha hızlı bir hayatın içine doğdukları için zihin dünyaları biraz daha farklı ve her şeyden önce farklılıkları çok içselleştirmişler. Yani ben bilinçle ya da eğitimle farkındalığımı yükselterek bazı değerleri geliştirdim, halbuki benim kızlarım herhangi bir çabaya ihtiyaç duymadan bu değerlerle büyüdü. Şimdi ben kızlarıma “arkadaşlarının arasında kaç kişi başörtülü” diye sorsam gözünü kısıp sayması lâzım, çünkü hiç böyle bakmamışlar ki meseleye. O benim zihnimdeki bir ayrışma.
Halbuki onlar anaokulundan beri İstanbul’da görüyorlar ki, hayatta öyle de böyle de tercihler var. Onun için onların gözünde “ya benim de bir Kürt arkadaşım var, benim de bir tane başı kapalı ya da başı açık arkadaşım var” gibi bir hücre yer tutmuyor. Bizim kuşakların bütün anlatısı, örgütlenmesi, iş yapış ya da siyaset yapış biçimi buradan kaynaklandığı için onlar bir kere oyunun dışında kalıyorlar. Ve reel bir mesele yaşıyorlar.
Türkiye’de yüzde 80’den fazla insanın eğitim sistemi üzerinden başarılı olması mümkündü. Eğitim sisteminde maharetlerinizle, alın terinizle çalışarak, namuslu, ahlaklı insan olarak başarmak ve ailenizden daha iyi bir ekonomik refah seviyesine ulaşmak size bağlıydı. Bugün geldiğimiz noktada bu gençler görüyorlar ki, eğitim sistemi artık o mahareti kazandırmıyor. Birdenbire bunu gördükleri için hepsi de ahlaksızlığa koşuyor değil, ama ruhlarıyla bedenleri arasında bir gerilim yaşıyorlar. O nedenle eğer bu 20 milyon gencin önüne yeni bir ortak hayal koyamazsak, bunların içinden 50 tane Ogün Samast da çıkarabilir, 50 tane IŞİD teröristi de çıkarabilir. İyi bir hayal bir iddia koyabilirsek bu gençlerin önüne, 50 tane Bill Gates, Steve Jobs ya da her kimse doğru, başarılı insan onları çıkarabiliriz.
Sorun şurada, bu gençler öyle bir hayata doğuyorlar ki artık, Steve Jobs veya Bill Gates dediğinde orada bile tartışma var. Çok yakın zamanda çok kapsamlı bir gençlik araştırması yürüttük. Çok vahim olan şeylerden birisi bu, gençlerimizin önünde idol diye tanımladıkları bir figürün olmaması. 10 sene önce araştırmalar yaptığımızda, siyasetçilerden birileri söyleniyordu, futbolculardan isimler oluyordu. Parası var, güzel kadınlarla geziyor deniyordu. Doğru buluruz, yanlış buluruz ama bir şey söyleyebiliyorlardı bir kısmı hiç olmazsa. Şimdi bunlar da yok biliyor musunuz? İdol yok, mahallesinden çıkamıyor. Ekrana veya kafayı kaldırıp gökyüzüne doğru baktığında, idol diye tanımlayacağı ya da hayal, hedef diye tanımlayacağı bir şey yok. Tabii ki olanları var hâlâ 20 milyon içinde ama büyük kesimde yok.
Sorunumuz şuradan başlıyor. Kasabalarda, geleneksel kentlerde yaşarken, herkesin tek tip olduğu, geleneksel birtakım ahlaki ve kültürel dayanışma formlarının hâlâ hayatta vücut bulabildiği imkânların içinde yaşarken öbür tarafta nasıl bir hayat olduğuna dair bilgimiz yoktu. Hep anlatıyorum, benim babam kasabanın en yoksulu; tek bir toprak damlı odada, 3 erkek kardeş ve anne babalı bir aileden çıkmışım, parasız yatılı okumuşum, ODTÜ gibi bir yeri kazanabilmişim. Ama ben üniversiteye geldiğimde gördüm hayatta farklılıkların olduğunu, farklı bir müziğin olduğunu. Benim kasabamda bizimki bir odalı evdi ama öbürlerininki de üç odalı evdi, öyle konaklar, saraylar yoktu. Zenginle fakir arasındaki fark tapu adedindeydi. Yoksa kılık kıyafetten anlaşılmazdı, herkes aynı şeyleri giyiyordu. Ama şimdi Kuştepe’deki bir çocuğu, Çeliktepe’deki bir çocuğu düşünsek, Kanyon’a bakıyor ve Kanyon’un içinde nasıl bir hayat olduğunu görüyor. O zaman arzuları, özlemleri ve ona ulaşamama ihtimalini gördükçe de öfkesi besleniyor. Onun için o gençlerin önüne bir biçimde bir şey koymamız lazım.
Bizim araştırmalarımız var, bizim insanımız meseleye böyle birinin bana doğruyu anlatması diye bakmıyor. Üç şeye bakıyor, bu marka için de böyle bir siyasi lider için de ya da güvendiği bir ilişki inşa etmek için de böyle. Samimi, sahici olacaksınız, adil olacaksınız ve de vizyoner olacaksınız
Metropollerde doğan çocuklar dindar ailelerde doğsa bile artık o anlatılara sahip değiller. Metropollü hayatın içinde Kur’an kursu ile ilişkisi Anadolu’da iken olduğu gibi değil. Yazın parasız ortaokuldan dönerdim ben, 3 ay Kur’an kursuna giderdim. Ama benim babam bilirdi ki, zaten 3 aylık Kur’an kursu ile Arapça öğrenerek Kur’an’ı hatim etmek değildi mesele. Ahlakı, iyiyi, doğruyu, güzeli öğreneyim, savrulmayayım, saçmalamayayım diyeydi. Şimdi metropollerde bir kere aileden yeni kuşaklara bu ahlaki formları geçirmekte zorlanılıyor, çünkü sokağa çıktıkları andan itibaren başka bir hayat var karşılarında. İki metropollü hayat ritmi içinde ibadetle ilişkileri de Anadolu’da olduğu gibi değil. Yani bu gençler deizme kayıyor oldukları için değil, bu hayat ritminin içinde o bilgiye, donanıma sahip olmadıkları için böyleler. Örneğin Ayasofya anlatısı… Ben muhafazakâr dünyadan beslenen ve bundan ruhen ne kadar tatmin olduğunu çok yürekten anlatan bir arkadaşımı dinledim. Onun o heyecanını gördükçe gözümle, dilindeki titremeyi anladıkça hak da verdim o duygularına.
Ama ona şunu söyledim, bu genç senin oğlun ama senin bu duyguna sahip değil. Kötü olduğu için, dinden uzaklaştığı için değil. Sana bu duyguyu, bu heyecanı yüreğine yerleştiren bütün o süreç kasabalarda yaşandı geldi. Şimdi metropolde aynı süreci senin çocuğun yaşamadığı için biliyor da reddediyor değil. Böyle bir duygu hâli ya da böyle bir fikri mesele yok. Metropollü hayatın ürettiği bir ritim meselesi var. Dolayısıyla ibadetle ilişkileri de böyle. Her şeyden önce muhafazakâr dünyanın gençleri de metropollerde doğup çeşitliliğe bakan çeşitliliği hoş gören ve bunu da yaşamın bir gerekliliği olarak kabullenmiş bir iç dünyaya sahipler. Onların da içlerinde çok önemli bir kısmı bu topraklar için, bu toprakların geleceği için dertleniyor. O yüzden gençlik meselesinin ülkenin önündeki hem en önemli fırsatı üreten, potansiyeli üreten dinamik olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda eğer doğru politikaları geliştiremezsek de ülkenin geleceğinin önündeki en önemli riskin de potansiyelini barındırdıkları kaygısını taşıyorum.
Başarı Hikâyesi Yazmak için Gündelik ve Reel Sorunlardan Hareket Etmeliyiz
Yeni bir hikâye tasarımı aslında yeni bir toplumsal sözleşmeye tekabül ediyor diyebiliriz sanırım. Yeni bir toplumsal sözleşmeyi hangi ayaklar üzerine oturtmak gerekir sizce? Bu sözleşmenin oluşturulmasında sivil topluma düşen görevler nelerdir ve bu görevler, böylesi bir siyasal-toplumsal arenada nasıl yerine getirilir?
Bir kere daha reel hayattan ve reel sorunlardan, yani gündelik hayattan ve reel sorunlardan beslenen işler yapmamız lâzım diye düşünüyorum. Çünkü bu bir yerde de bir deneyim birikimi meselesi. Toplumsal bellekte birikiyor çünkü bazı şeyler. Örneğin ‘örgüt’ kelimesi. Örgüt deyince bizim insanımız ne anlıyor? Şimdi Londra’da konuşuyor olsaydık ‘organization’ deseydim ben ne anlayacaklardı? Şimdi o toplumsal bellekte bunlar biriktiği için hiçbir aile çocuğuna işe girdiğinin ertesi günü “bir sendikaya kaydol evladım” demiyor ya da üniversiteye girdiği gün “bir derneğe üye ol” demiyor.
Çünkü biliyor ki, örgüt denen şeyin sonu kıyıma gidebilir. Çünkü bin yıldır bu topraklarda şaki diye, eşkıya diye başlamış, kimi zaman mürteci diye, kimi zaman anarşist diye, şu diye bu diye devlet o makbul vatandaş hizasına sokmak için, topluma zarar vermiş. Bir yandan da güncel bir kutuplaşma, kimliklere sıkıştırma vs., kaygılı korkulu bir hayat yaşamak gibi bir meselemiz var. Bunu aşabilecek şey sadece bu ülkenin okumuş, yazmış ve özellikle aydınlanmacıların yaptığı gibi yukarıdan bakacaksın ve topluma doğruları anlatacaksın, toplumu bilinçlendireceksin falan değil. Bunların çalışmadığını gördük. Bizim araştırmalarımız var, bizim insanımız meseleye böyle birinin bana doğruyu anlatması diye bakmıyor. Üç şeye bakıyor, bu marka için de böyle bir siyasi lider için de ya da güvendiği bir ilişki inşa etmek için de böyle. Samimi, sahici olacaksınız, adil olacaksınız ve de vizyoner olacaksınız. Yani dağın öbür tarafında bir topluluğa dahil olayım da bunu ne için yapıyoruz konusunda fikriniz olacak ama onu böyle sekiz basamak yukarıdan, şu yoldan yürü oraya var, onu yap, diyerek değil onlarla o yolu yürüyerek yapacaksınız.
İşin özü bu dolayısıyla, bugünün bütün bu handikaplarını aşacak şey gündelik hayatın içindeki reel sorunlardır, yani yoksullukla mücadeledir. Şimdi internetten eğitime ulaşamadığı için çocuklara bilgisayar edinmelerini sağlamaktır, gitar kurslarını ücretsiz vermektir, birtakım tiyatro gösterilerini ya da büyük sanatsal faaliyetleri illa büyük salonlarda perdelerde değil, o mahallelerde o insanların ayağına giderek götürerek yapmaktır. Bir de o insanların gündelik hayatına değen bir yerden dokunmak; yani Cerattepe’de HES’e, madene direnen köylüler ya da Yırca Köyü’nde zeytin ağaçlarını savunan köylüler, çok ciddiye almamız gereken kesimler, çünkü o insanlar kendi canları için kendi topraklarındaki hayatın nereye kaydığını gördükleri için yapıyorlar ve bunu bizim çevreci hareketin, ekoloji hareketinin ürettiği jargonlardan, gerekçelerden yapmıyor, kendi dilinden ve kendi meramından yapıyor; gelecek sene o ağaçlardaki verimin olmayacağını biliyor olmak, 50 sene sonra kendi çocuğunun artık o ağaçlara bir daha sahip olamayacağını biliyor olmak başka bir şey. O yüzden gündelik hayattan ve reel sorunlardan beslenen her şeyde önemli fırsatlar olduğunu düşünüyorum.
Bir diğer yönden bakarsak, bütün bunları yeniden inşa edebileceksek, yeni bir ortak toplumsal uzlaşmayı, toplumla devletin uzlaşmasını ve devletin dönüştürülmesini başaracaksak, bunu başarmak için de sonuçta birtakım siyaset insanlarına, karar vericilere ya da toplumda itibarı, gücü, algısı güçlü insanlara ihtiyacımız var. Bu aktörler partidir, dernektir, vakıftır, girişimdir vs. bunlara ihtiyaç var. Buradaki sorunumuz, devletin makbul kabul etmediği alanda henüz başarı hikâyelerinin az olması. Heybemizde, sırtımızda, bagajımızda birazcık başarı biriktirmek için de bu gündelik hayattaki reel sorunlar daha kıymetli. Çünkü mahallemizde bugün bilgisayar olmadığı için internetten eğitim alamayan 8 çocuğa bilgisayar vermeniz, akşamına sonuç üreten, kimliklerinden bağımsız olarak bütün bunu duyan komşularınızın mutlu olmasını sağlayan bir hikâye, hepsinin ortak duygusuna ve hayatına değen bir mesele. Onun için böyle bir alanda güçlenmelere ve başarı hikayelerine, başarı biriktirmelere ihtiyacımız olduğunu sanıyorum. Bu konuda, dil konusunda muhafazakâr dünya daha başarılı. Batı’dan gelen Z kuşağı gibi tercüme kavramlarla konuşmak o etkiyi vermiyor.
Ben eşitlik diyorum, özgürlük diyorum mesela, halbuki benim babam adalet derken aynı şeyi kastediyor ama yeni fark ediyorum. Bunu da şimdi dönüp kendi arkadaşlarıma anlatmaya çalışıyorum. Eşitlik lafını bugün Angola’da da söylesek kim karşı çıkar ki zaten? Yani mesele eşitlik meselesinde değil ama adalet kavramının ima ettiği ve bizim insanımızın ruh dünyasında, yüreğinde, aklında, dimağında ima ettiği şey başka bir şey. Daha zengin daha başka bir içerik. Dil geliştirmek diye bir meselemiz var. Bunun da karşılıklı olduğunu sanıyorum, sadece bir mahallenin yapabileceği bir şey değil. Hepimizin birazcık kendi dünyasına da eleştirel bakması ve bu ortak alanları çoğaltmak, gri alanları, melez alanları çoğaltmak gibi bir fırsat alanını sonuna kadar kanırtmamız gerektiğini düşünüyorum.
Metropolleşen dünyada kadınlar artık öyle kasabalarda tarif ettiğimiz gibi bir role sahip değil. 12 sene önce biz bir araştırma yaptığımızda, çocuğun hangi okula gitmesi gerektiğinde, hangi mesleği seçmesi gerektiğinde yüzde 80 kadının söz hakkı yoktu. Halbuki şimdi metropollerde yaşadıkça hem onların da zihin dünyası çeşitleniyor, bütün o ataerkil veya yasal engeller ne olursa olsun, bir yandan da reel hayatın bir dayatması var. Çünkü hanelerin geçimi, ülkedeki yoksulluk gelir dağılımındaki adaletsizliklerin giderek kalıcılaşması ve büyümesi nedeniyle artık kadın da çalışma hayatına, eğitim hayatına dahil olmadan hayat süremiyor. O dahiliyet başladığı andan itibaren de bir zihni dönüşüm, daha çoğulcu bir yerden hanenin hayatına giriyor; önce ailenin hayatında daha etkin olmak gibi başka bir çabayı da tetiklemeye başlıyor. Bu dinamikler umut üretiyor aslında. Onun için ben özünde umutsuz değilim, yapacağımız daha çok iş var.