Covid-19, tartışmasız şu anda hepimizin gündeminde bulunuyor. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) verilerine göre dünya genelinde vaka sayısı 25 milyona, ölüm sayısı 840 bine; Türkiye’de vaka sayısı 270 bine, ölüm sayısı ise 6300’e yaklaşmıştır. Bu süreç bütün dünyayı biyolojik ve psikolojik olarak oldukça yıpratmıştır. Küresel çapta virüsün kontrol altına alınabilmesi için getirilen birçok önleme rağmen bazı bölgelerde vaka sayıları hâlâ artış göstermekte, artışın olmadığı bölgelerde ise virüsün tekrar ortaya çıkması korkusu toplumsal hayatı denetlemeye devam etmektedir. Geçtiğimiz aylarda göç politikaları çerçevesinde uygulanan seyahat kısıtlamaları, salgının kontrol dışı olduğu ülkelerden yolcu kabul etmeme, hatta sınırların topyekûn kapatılması gibi dünya çapında bütün göçmenleri ilgilendiren önlemler de alındı. Virüs herkes için bir endişe kaynağı, ancak elbette ki herkesin aynı şekilde etkilendiğini söylemek mümkün değil.
Özellikle sağlık hizmetlerine erişim, mekânların ve çalışma alanlarının pandemiye karşı hazırlıklı olmaması gibi hususlarda sınıfsal farklılıklar görülmektedir. Hâlihazırda aynı süreçlerden geçen insanlar için salgının yarattığı problemler ve belirsizlik oldukça yüksek olsa da göçmenler de dahil olmak üzere dezavantajlı gruplar için durumun çok daha vahim olduğu ortadadır. Ekonomik olarak daha alt grupların yaşam ve üretim alanlarında bu ihtimamın gösterilmemesi pandemiyle mücadelenin kendini tekrarlamasına, dolayısıyla alınan bütün önlemlerin anlamsızlaşmasına neden olmaktadır. Bu farklılığının sonuçlarını orantısız ölçülerde hisseden göçmenlerin deneyimlerini incelemek hem insanların temel yaşam haklarına erişimine destek olacak, hem de pandemiyle mücadele sürecinde daha etkili önlemler alınmasını sağlayacaktır. Bu nedenle bu makalede kamuoyu yaratmak ve farkındalık seviyesini arttırmak amacıyla önce dünya sonra Türkiye özelinde göçmenlerin salgın sırasında yaşadıkları irdelenecektir.
Göçmenler ‘Hastalık Taşıyıcılar’ Olarak Damgalanıyor
Göçmenlerin en yaygın olarak karşılaştığı sorun zenofobik, ırkçı ve ayrımcı yerleşik anlayışın, salgın gibi toplumu özellikle psikolojik olarak zorlayan kriz durumlarında daha da güçlenmesidir. Bu bağlamda göçmenlerin salgının yayılmasından sorumlu tutulması, “hastalık taşıyıcılar” olarak damgalanması, nefret suçuna kadar gidebilen bir ölçekte söz konusudur. Örneğin; yaklaşık 14 bin göçmenin Kuzey Afrika Cumhuriyeti’nden Mozambik’e geri dönmesiyle, Mozambik’te salgının dışarıdan getirilmesi korkusunun arttığının altını çizen Birleşmiş Milletler (BM), göçmenlerin bu gibi durumlarda kolaylıkla günah keçisi ilan edilebildiğini hatırlatıyor; zira 1980’lerde HIV/AIDS ve yakın zamanda H1N1 salgını sırasında da aynı şeyler yaşanmıştı.
Benzer bir şekilde, Bangladeş’te Müslüman Rohingyalı mültecilerin oluşturduğu dünyanın en büyük mülteci kampında, kamp hastanelerinin boş, yasadışı doktor ofislerinin hınca hınç dolu olduğunun altını çizen yetkililer, mültecilerin ailelerinden ayrılma ve hatta salgının yavaşlaması için öldürülme korkusu içinde olduğunu, bu nedenle hastanelere başvurmadıklarını raporlamakta. Bazı ülkelerde ise salgının, halihazırda var olan zenofobinin istismara yol açacak şekilde güçlenmesine sebep olduğunu söylemek mümkün. Örneğin İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün (HRW) açıkladığı üzere Maldivler’de salgın sonrası getirilen sokağa çıkma yasağı nedeniyle maaşları ödenmeyen, yemek ve sağlık hizmetlerine erişimleri olmayan göçmenlerin (salgın öncesinde de göçmenlerin kötü hijyen koşullarında 9-10 m2’lik odalarda 15 kişiye varacak kadar kalabalık yaşamak zorunda olduğunu da bu noktada hatırlatmak gerek) protestoları üzerine Maldivler hükümeti göçmenleri ulusal güvenliğe karşı bir risk ilan etti ve 13.500’den fazla göçmen işçiyi ülkelerine zorla geri göndermeye başladı. Bu süreçte göçmenlerin zorlukla kazandıkları maaşlarının ödeneceğinin ise hiçbir garantisi yok.
Salgını kontrol altına almaya çalıştıklarını iddia eden liderler, izledikleri politikalarla tam tersine süreci zorlaştırmaktan başka bir şey yapmıyorlar
Bu noktada sadece kitlelerin değil, politikacıların da kendi ajandaları ve politik görüşleri doğrultusunda göçmenleri hedef göstermekten çekinmemeleri yaşanmakta olan olumsuzlukları daha da büyütmektedir. Göçmenler üzerinden topluma yayılan nefret suçunun politikacılar tarafından araç olarak kullanılmaya başlanması, halklar arasındaki nefret söylemini artırmaktadır. Bunun en yakın örneği ABD Başkanı Donald Trump’ın, kampanyasının başından beri merkezinde olan Meksika sınır duvarını (ki salgın sırasında inşaatı devam etmekte) sıklıkla gündeme getirmesi ve duvarın salgının kontrol altına alınmasında etkili olacağını, Amerikan vatandaşlarının ihtiyacı olan sağlık kaynaklarının tükenmesinin önüne geçileceğini iddia etmesidir. Benzer bir şekilde Macaristan Başbakanı Viktor Orban, Covid-19 ve yasadışı göçmenler arasında bir bağ bulunduğunu iddia ederek, Sırbistan sınırının kapatılmasını savunmuş; sınırdan geçecek sığınmacıların İran gibi riskli ülkelerden geldiğini, ülkede salgının yayılmasına sebep olacaklarını iddia etmiştir.
İnsan Hakları İzleme Örgütü, sınırdaki sığınmacıların bir yılı aşkın süredir Sırbistan sınırında beklemekte olduğunu hatırlatmakta iken, Avrupa Birliği, sığınma başvurularının Macaristan tarafından Covid-19 öne sürülerek reddedilmesinin araştırılması kararını vermiştir. Siyasi liderlerin bu tutumları, göçmenlerin Covid-19 belirtileri gösterseler bile hastanelere başvurmamayı tercih etmelerine sebep olurken dolaylı olarak hastalığın kontrol altına alınmasını zorlaştırıyor. Salgını kontrol altına almaya çalıştıklarını iddia eden liderler, izledikleri politikalarla tam tersine süreci zorlaştırmaktan başka bir şey yapmıyorlar.
Göçmenler Sınır Dışı Edilmemek için Hastanelere Başvurmayabiliyorlar
Zenofobi, ırkçılık ve ayrımcılığın sebep olduğu sıkıntıların dışında, sağlık hizmetlerine erişim konusunda da bir eşitsizlikten bahsetmek mümkün. Çoğu zaman kötü yaşam ve çalışma şartlarına sahip olan göçmenler için sağlık hizmetlerine erişmek mümkün olmamakta. Belirtildiği üzere önemli bir engel, göçmenlerin toplum tarafından damgalanmaları ve bunun sonucu olarak Covid-19 belirtileri gösterseler bile hastaneye gitmeme yönünde eğilim göstermeleridir. Göçmenlerin hastanelerde tedavi görmesini zorlaştıran bir diğer engel ise çoğunlukla karşılarına çıkan dil ve kültür bariyeri. Özellikle dil bariyeri yüzünden göçmen toplulukların salgın konusunda bilinçlendirilememesi, çalışmak zorunda kalmalarıyla birleştirildiğinde, göçmenlerin salgından daha fazla etkilenmelerine yol açmaktadır.
Bunun yanında çoğu zaman hâlihazırda içme suyu ve sağlık önlemlerine erişim de dahil olmak üzere kötü yaşam koşullarında ve sosyal mesafenin uygulanamadığı kalabalık ailelerde yaşayan göçmenlerin (örneğin Türkiye’de ortalama bir Suriyeli hane halkı 6 kişiden oluşmaktadır) ekonomik olarak da dezavantajlı olması sağlık hizmetlerine erişimde en büyük engeldir. Evrensel sağlık hizmetlerinin olmadığı, olsa dahi sağlık sistemi kapasitelerinin salgın sırasında hem ülke vatandaşları hem de mültecileri kaldıramadığı ülkelerde ekonomik durumun tek başına bir belirleyiciliği olmamaktadır. Keza bu koşulların olmadığı ve ekonomik durumun da kötü olduğu ülkelerde durum çok daha tehlikeli boyutlara ulaşmıştır. Devlet kaynaklarının sınırlı olmasının getirdiği eşitsizlik, sağlık hizmetlerine erişimde bu nedenle belirleyici olmaya devam ediyor.
Son olarak, sağlık hizmetlerine erişimi engelleyen bir diğer engel de kayıt dışı göçmenliktir. Covid-19 belirtileri gösterseler dahi, hastaneye gitmeleri durumunda kayıt dışı oldukları açığa çıkacak olan kimi göçmenler, sınır dışı edilmekten kaçınmak için hastanelere başvurmayabiliyorlar. Sonuç olarak göçmen toplulukları arasında hem hastalık riski artmakta hem de ülkeler çapında salgının kontrol edilmesinde zorluklar yaşanmaktadır.
Göçmenlerin salgın karşısında savunmasızlığını artıran bir başka etken çalışma şartları ve işsizliktir. Dil bariyeri, çalışma izninin olmaması ve ayrımcılık gibi sebepler yüzünden göçmemlerin kayıt dışı ekonomide yer almaları, salgın koşullarının da etkisiyle kolayca gözden çıkarılmalarına sebep olmaktadır. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR), Ürdün’de yaptığı bir çalışmayla Covid-19 krizi öncesi çalışmakta olan Suriyeli mültecilerin %35’inin işini kaybederken Ürdünlü vatandaşların %17’sinin işini kaybettiğini açıkladı. Aynı şekilde Lübnan’da Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) yaptığı bir çalışma, katılımcılar arasında Suriyeli mültecilerin %60’ının işine kalıcı olarak son verilirken Lübnanlı çalışanlarda bu oranın %39 olduğunu kaydetti. Göçmenler salgın gibi kriz durumlarında ilk işten çıkarılan grup olmalarına rağmen, işe alımlar yeniden başladığında işe alınan son insanlar oluyorlar. Yine Ürdün’de yakın zamanda yapılan bir çalışma Suriyeli mültecilerden sadece %35’inin Covid-19 kısıtlamaları kaldırıldıktan sonra dönebilecekleri bir işe sahip olduğunu ortaya koydu.
Göçmenlerin ağırlıklı olarak kayıt dışı sektörlerde çalışmasının bir diğer sonucu ise bu sektörlerin salgının yarattığı ve yaratacağı ekonomik krizden en çok etkilenen sektörler olması. Salgının etkilerini analiz eden ILO, salgından en çok etkilenmesi beklenen sektörlerin imalat, konaklama ve yemek hizmetleri, toptan ve perakende ticaret ve emlak sektörleri olduğunu açıkladı. Küresel Gelişim Merkezi (CGDEV) ve Uluslararası Kurtarma Komitesi (IRC) tarafından Kolombiya, Etiyopya, Irak, Ürdün, Lübnan, Türkiye ve Uganda istatistikleri kullanılarak yapılan bir araştırma ise çalışmakta olan mültecilerin %60’ının ILO’nun açıkladığı salgından en çok etkilenecek sektörlerde çalışmakta olduğunu ortaya koydu. Ev sahibi toplumlarda ise bu sektörlerde çalışma oranı %37’ye kadar düşüyor. Araştırma yapılan ülkeler arasında risk altında olan sektörlerde çalışma oranının en büyük olduğu ülke Türkiye; zira göçmenlerin %74’ü bu sektörlerde çalışırken yerleşiklerde bu oran %46. Bu nedenle ülkemizde de göçmenlerin salgının yarattığı ekonomik krizden daha ağır bir şekilde etkilenmesi kaçınılmazdır.
Bu süreçte ülkelerin mülteci ve sığınmacıları sınırlardan geri çevirirken sundukları sebeplerin ne kadarının salgın endişesi ne kadarının ise gerçekte fırsatçı göç kontrol politikalarının sonucu olduğu belirsizdir.
Bu noktada, göçmenlerin Covid-19 sırasında ekonomik durumlarının bu makalede açıklanan temel sebeplerden ötürü git gide kötüleşmesinin tek etkisinin ev sahibi ülkelerde görülmemesi önemli bir göstergedir. Dünya Bankası, göçmenlerin ev sahibi ülkelerde çalışıp orta gelirli ve az gelirli ülkelerdeki ailelerine gönderdikleri yardımın 2019’da 554 milyar dolardan bu yıl 445 milyar dolara düşeceğini öngörmektedir. Covid-19 nedeniyle bu ülkelere doğrudan yabancı yatırımın büyük ölçüde azalacağı da göz önünde bulundurulduğunda (ki 2019 yılında doğrudan yabancı yatırım miktarı, göçmenlerin gönderdikleri miktarın altında kaldı), göçmenlerin gönderdikleri yardımlar daha da önem kazanıyor. Sonuç olarak göçmen üreten ülkelerde yaşayan insanlar hem kendi ülkelerinde Covid-19 nedeniyle ekonomik kayıp yaşıyor, hem de yurtdışında çalışmakta olan aile üyelerinin gönderdiği yardımlardan yoksun kalıyor. Bunun da salgının kontrol altına alınması, sağlık hizmetlerine ve hijyen malzemelerine erişim gibi etmenleri etkiliyor oluşu salgınla mücadelede hem mikro hem de makro anlamda oldukça önemli bir faktördür.
Kamp ve göçmen merkezlerinde yaşayan göçmenler için daha farklı zorluklardan bahsetmek mümkün. Türkiye’de kamplarda yaşayan göçmen sayısı az olsa da (3,6 milyon Suriyeli göçmenden sadece 61 bini kamplarda yaşıyor) dünya genelinde 2,8 milyon mülteci ve sığınmacı kamplarda kalıyor. Avrupa Konseyi Göç ve Mülteciler Genel Sekreterliği Özel Temsilcisi Drahoslav Štefánek, yakın zamanda yaptığı bir açıklamada Covid-19 salgını öncesinde bile kamp ve merkezlerin, kapasitelerinin üstünde kalabalık olduğunu hatırlatıyor. Bu koşullarda fiziksel mesafenin uygulanmasının ve sağlık hizmetlerinin sağlanmasının Avrupa Konseyi’nin yaşadığı en büyük zorluk olduğunu da ekliyor.
Yine Štefánek’e göre, bir diğer problem ülkelerin sınırları ve limanları kapatmasıyla açık denizde gemilerde mahsur kalan mültecilerdir. Çevre ülkelerin kendi nüfuslarını korumak için kabul etmediği bu göçmenlerin kaderi belirsiz. Bunun en çok ses getiren örneği belki de Bangladeş’in Bengal Körfezi ve Andamen denizinde 270 Rohingyalı mülteciyi Covid-19 sıkıyönetimi kapsamında 2 ay boyunca alıkoyması ve IOM ve UNHCR’ın bu konuda açıklama yaparak kamuoyu oluşturmaya çalışmasıdır. Bu süreçte ülkelerin mülteci ve sığınmacıları sınırlardan geri çevirirken sundukları sebeplerin ne kadarının salgın endişesi ne kadarının ise gerçekte fırsatçı göç kontrol politikalarının sonucu olduğu belirsizdir.
Türkiye’de yaşayan göçmenlerin bu makalede incelenen birçok durumu yaşadığını söylemek mümkündür. Dünyada en çok mülteciye ev sahipliği yapan ülke olan Türkiye’de de göçmenler, dünyanın geri kalanında olduğu gibi pandemiden daha ağır hasar almaktadır. Sığınmacılar ve Göçmenlerle Dayanışma Derneği’nin (SGDD) salgının Türkiye’deki göçmenler üzerindeki etkilerini araştıran çalışması, göçmenlerin deneyimlerine vakıf olmamızı sağlıyor. Farklı şehirlerden 1162 geçici koruma statüsü altındaki Suriyeli ve uluslararası koruma statüsüne sahip kişilerin katılımıyla yapılan araştırmada, katılımcıların %63’ü gıdaya ulaşmakta, %53’ü ise temel hijyen gereksinimlerini karşılamakta zorluk çektiklerini dile getirmiş; en çok kira, fatura ve temel ihtiyaç malzemeleri ödemelerinin yapılmasında zorlandıklarını belirtmişlerdir.
Altı çizilmesi gereken bir diğer husus ise ankete katılan katılımcılardan Covid-19 öncesinde sadece %18’inin bir işte çalışmıyorken, salgın sonrası bu oranın %88 gibi oldukça yüksek bir orana çıkmış olmasıdır. Öte yandan sevindirici olan bir haber ise katılımcıların %85’inin sağlık hizmetlerinden faydalanabilmiş olduklarını ifade etmesidir. Yine pandemide mülteci deneyimleri konusunda Relief International’ın yayımladığı, 5 farklı şehirde Suriyeli göçmenlerqw arasında yapılan bir araştırmada ise çalışmaya katılan 879 katılımcıdan %81’i temel ihtiyaçlara (yemek, temizlik materyalleri ve su başta olmak üzere) erişimde zorluk yaşadıklarını belirtmiştir. Bunun en büyük sebebi Suriyelilerin evden çıkmama önerilerine uymaya çalışmasıdır. Bir diğer önemli nokta ise katılımcıların %87’sinin kendisinin ya da bir yakınının salgın nedeniyle işini kaybetmiş olmasıdır. SGDD’nin raporunun aksine bu raporda katılımcıların %87’si salgın öncesinde sağlık hizmetlerine erişim sağlayabildiğini ifade ederken salgın sonrası bu oran %25’e gerilemiştir. Bunun arkasındaki sebeplerse %27 oranla enfekte olma korkusu, %26 ile evde kalma talimatlarına uyma ve %25 ile finansal engellerdir.
Pandemi öncesinde bile temel yaşamsal haklarına erişemeyen göçmenlerin günümüzde medyada da görünmez hale gelmelerinin etkisiyle ne durumda oldukları sağlıklı bir şekilde analiz edilememektedir.
Hem dünya genelinde hem Türkiye’de salgınla mücadele eden göçmenlerin deneyimlerini inceledikten sonra, Türkiye’de yaşayan göçmenlerle ilgili siyasi otoritelerin ve medyanın içinde bulunduğu sessizliğe dikkat çekmek gerekmektedir. Salgının hemen öncesinde Edirne Pazarkule sınır kapısı haberleriyle gündemde olan mülteciler konusunda, salgın sırasında kamuoyu tamamen sessizliğe bürünmüştür. Zaten dezavantajlı olan mülteci gruplarının medyadaki görünürlükleri pandemi öncesinde oldukça minimal düzeydeydi. Keza göçmenler, yaşanılan mağduriyetlerden daha çok nefret suçları, ekonomik sınıf ayrılıkları, ırkçılık ve zamanla göçmenlere karşı oluşan toplumsal tepkiyi kullanmaya çalışan kişiler üzerinden haberlere yansıyorlardı. Pandemi öncesinde medyada yarı saydam olan göçmenler, pandemiyle birlikte tamamen görünmezleşmiştir. Pandemi öncesinde bile temel yaşamsal haklarına erişemeyen göçmenlerin günümüzde medyada da görünmezleşmelerinin etkisiyle ne durumda oldukları sağlıklı bir şekilde analiz edilememektedir.
Göçmenlerin ve yaşamsal sorunlarının devam edegelen süreçleri aynı zamanda toplumun genelini ilgilendirmektedir. Özellikle salgın hastalıkla mücadele edilmesi için herkesin eşit bir şekilde bilinçlenmesi ve denetlenmesi gerekmektedir. Mülteciler arasında salgının ne kadar yaygın olduğunu hatta bunun ölçülüp ölçülemediğini bile bilmediğimiz şu hâlde, bu konuda kamuoyu yaratmak hem mülteci toplulukların sağlığı hem de ülke genelinde salgının kontrol altına alınması için oldukça önemlidir. Türkiye’nin ekonomik koşulları ve pandeminin yarattığı bütün olumsuz koşulların mülteciler üzerindeki etkileri araştırılıp bu etkilerin giderilmesini sağlayacak projeler geliştirilmelidir. Pandeminin etkisinden kurtulmak için her şeyden önce toplumun tüm kesimlerinin topyekûn çabası gerekmektedir; çünkü bu insani bir vazife ve halk sağlığının korunması açısından da zorunlu bir adımdır.
Yazarımızın diğer makalesi: Göç Tahminleri Yoluyla Göç Politikası Geliştirmek