[vc_row][vc_column][vc_column_text]Eleştirel Din Çalışmaları alanında araştırmacısınız. Din ve ekoloji ilişkisini deşmeye, kavramaya çalışıyorsunuz aynı zamanda. Günümüzde dine yönelik eleştirel bakış, ekoloji ve elbette iklim krizinden de feyz alıyor diyebiliriz. Hatta bu bakış, büyük dinlerin liderlerini zaman zaman pozisyon almaya, açıklamalar yapmaya zorlayabiliyor. Ekolojik temelli bu yakıcı gidişatın, dünya nüfusunun yarısından fazlasını etkileyen kurumsal dinleri dönüştürme etkisine/potansiyeline dair neler söyleyebilirsiniz?
Öncelikle bana bu fırsatı verdiğiniz için çok teşekkürler. Bu soruyu yanıtlamadan önce araştırmalarımın arka planı hakkında biraz bilgi vermem iyi olabilir. Ekolojik güvenlikten başlayıp politik ekoloji, din-doğa çalışmaları ve posthümanizm ile devam eden bir araştırma gündemim var. Bu üçü birlikte ekolojik güvenlik ve ekolojik vatandaşlık gibi kavram ve pratikleri insanötesi bir bakış açısıyla yeniden düşünmeme fırsat veriyor.
Bu gündem, ortaya çıkan yeni ekolojik ve teknolojik soru ve sorunlara göre güncellense de arka planda etik bir soru var: Daha adil, daha güvenli ve daha dâhil edici bir sistem mümkün mü? Sözde değil, özde mümkün mü? Bu fark benim için önemli. Zaten akademik yolculuğumun çıkış noktası da pratik sorunlardı.
Akademik çalışmalarımın ilki ekolojik güvenlik üzerineydi örneğin. Bu araştırmanın amacı, çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği Trakya’da, Ergene Havzası’nda, son 40 yıldır yaşanan kirliliğin neden olduğu güvenlik risklerinin analiziydi. Oradaki sorunlar malûmunuz çok farklı boyutlara sahip. Havzada yerüstü ve yeraltı sularının kirletilmesi, taş ocaklarının neden olduğu sorunlar vb. hem gıda hem de su güvenliği açısından ciddi tehditler oluşturuyor. Ekolojik güvenlik tehditlerine odaklandığım ve bir güvenlik analiz modeli geliştirdiğim bu araştırma daha sonra kitap olarak da yayımlandı.
[quotes quotes_style=”bpull” quotes_pos=”left”]Dünyada post-seküler olarak ifade ettiğimiz bir eğilim söz konusu. Soğuk Savaş döneminde din çoğunlukla bir kategori olarak görmezden geliniyordu bildiğiniz gibi; böyle bir eğilim vardı. Bu eğilimi takip eden araştırmacılara göre ‘dinin bilim dünyasında yeri yoktu’. Özellikle sekülerleşmekte olan coğrafyalarda bu maalesef hâlâ böyle.[/quotes]
Araştırmanın sonlarına geldiğimdeyse daha sonraki araştırmanın konusu ortaya çıktı: Genel olarak çevre siyasetinin, özelinde güvenlik politikalarının inşasında ve uygulanmasında dinsel-kültürel faktörlerin rolünü incelemek. İslamî bir söylemi kullanan bir politik iktidarın nasıl olur da doğada bu kadar tahribata yol açtığını anlamaya çalışıyordum. Din ve doğa çalışmaları alanıyla tanışmam da o dönemde oldu. 2013 yılında araştırmalarım için Leiden Üniversitesi’ne gitmiştim. Leiden’daki İslam Kütüphanesi’nde din ve doğa çalışmaları alanıyla tanıştım. Örneğin, Uluslararası Din, Doğa ve Kültür Çalışmaları Derneği kurucu başkanı, çevre etiği profesörü Bron Taylor’ın çalışmalarıyla o dönemde tanıştım. Doktorada bu alana girmeye başladım. Daha sonra Bron Taylor’un davetiyle Florida Üniversitesi, Din Çalışmaları Bölümü’nde doktora sonrası araştırmalarda bulundum. Bu dönemde araştırma gündemim biraz daha şekillendi.
Şimdi sorunuza dönecek olursam, dünyada post-seküler olarak ifade ettiğimiz bir eğilim söz konusu. Soğuk Savaş döneminde din çoğunlukla bir kategori olarak görmezden geliniyordu bildiğiniz gibi; böyle bir eğilim vardı. Bu eğilimi takip eden araştırmacılara göre ‘dinin bilim dünyasında yeri yoktu’. Özellikle sekülerleşmekte olan coğrafyalarda bu maalesef hâlâ böyle. Çünkü politik, ideolojik bir mücadele söz konusu buralarda. Ama post-seküler gelişmelerin yaşandığı coğrafyalarda yani dinin bir bakıma ‘geri döndüğü’ sosyal ve beşerî bilim çevrelerinde din-doğa ilişkisine yaklaşımda iki ana akım hat var diyebiliriz. Biri ‘seküler’ araştırmacıların şekillendirdiği hat. Bu hatta din-doğa tartışmalarının öncü isimlerinden Lynn White Jr. gibi araştırmacılar kaynaklık ediyor. Lynn White Jr. 1967 yılına ait The Historical Roots of Our Ecological Crisis başlıklı makalesinde, bugünkü ekolojik krizin kaynaklarını Yahudi-Hıristiyan teolojisinde arıyordu. Bu gündemi takip eden önemli sayıda araştırmacı var.
Din Kategorisinin İçine Ne Koyacağımız Dünya Görüşümüzle Yakından Alâkalı
Alandaki diğer ana akımı ise ilahiyat kökenli araştırmalar oluşturuyor. Bu araştırmalarda örneğin semavî dinlerde, özelde İslam için konuşuyorsak, İslam’da, çevre korumacılığı (İngilizcede stewardship, Arapçada khalifa) temelli bir bakışın bulunduğunu savunan, su yönetiminden tutun da israfa karşı olmaya kadar, araştırmalar yapan bir kesim var. Bununla ilgili çalışmalar Yahudi geleneğin içerisinde de yapılıyor, Hıristiyan teolojisinden ilhamla da… Buradan bir etik çerçeve çıkarılmaya çalışılıyor. Bunlar iki uç hattı oluşturuyor. Yani meselenin bir ilahiyat boyutu var. Tanrıdan başlayarak dünyayı düşünmek ya da tanrının çevresinde dünyayı düşünmek. Bir de insandan başlayarak ya da doğa çerçevesinde düşünürsek ‘doğadan başlayarak dünyayı düşünürken dinsel öğretiler bize ne söyler’ mantığıyla hareket eden bir külliyat var.
Bense din kavramını en geniş anlamıyla, yani hayattaki varoluş biçimlerinin belirli kutsallara ve mutlaklara dayalı belirleyici bir çerçevesi olarak anlıyorum. Bu açıdan hayattaki varoluşun dinsel kaynakları açısından sadece semavî geleneği değil, pagan ya da postmodern gelenekleri de dikkate alabileceğimizi düşünüyorum. Din kategorisinin içerisine neleri koyacağımız dünya görüşümüzle yakından alâkalı. Örneğin, yerli halkların inanç sistemlerine yer verecek miyiz? Budizm bu kategoride bulunacak mı bulunmayacak mı? Çünkü semavî dinlerdeki gibi bir ilahî inanç ya da gücün varlığından hareket etmiyor. Bu tip nüansları dikkate aldığımızda bu iki hattın arasında da birçok görüş bulmak mümkün.
Ekolojik yıkımın büyük dinleri dönüştürme etkisi/potansiyeli açısından baktığımızda ise cevap biraz karışık. Alanda yapılagelen çalışmalara bakıldığında din-doğa ilişkisine dair cevaplar dört grupta toplanıyor. Birinci gruptaki araştırmalar, dinsel faktörlerin çevreciliğe olumlu bir etkisi olduğu sonucunda birleşiyor. İkinci gruptakiler, bu etkinin olumsuz olduğu sonucuna varıyor. Din-doğa ilişkilendirmesinde herhangi bir etki bulamayanlar da var. Son grupta ise net bir sonuca ulaşamayanlar var. Akademik yazında birbiriyle çelişkili sonuçlar olması doğal çünkü bunların kaynağında felsefî ve yöntemsel ayrımlar yatıyor. Yapılan çalışmaları yöntemleri açısından incelediğimizde ise normatif, tarihsel-anekdotlara bağlı, nitel-etnografi temelli ve nicel-ampirik olarak ayırabiliriz.
Çoğu araştırma, mülâkatlara verilen yanıtlardan hareket ediyor ve ortaya örneğin ABD’de Protestanların daha az çevreci oldukları gibi sonuçlar çıkıyor. Ama bu, Protestan Hıristiyan inancının mı yoksa onu benimsediğine inanan insanların mı daha az çevreci oldukları arasındaki nüansı yakalamamıza izin vermiyor. Bu din kavramını nasıl yorumladığımız, tartışmaya nasıl dâhil ettiğimizle yakından ilgili. Şu an üzerinde çalıştığım bir araştırma bu farktan hareket ediyor.
Alanda öne çıkan pozitivist yöntemsel eğilimler sonucunda, ortaya doğal olarak hangi dinsel eğilim ya da hangi gelenek daha çevreci ya da hangisi değil gibi sonuçlar çıkıyor. Ölçüm tekniği bu sonucu doğuruyor biraz da.
İnsanlara bir taraftan ‘dindar mısınız, değil misiniz’ ya da ‘hangi mezhebe mensupsunuz’ gibi sorular, diğer taraftan da ‘çevreye mi yatırım yapmak istersiniz yoksa yeni iş olanaklarına mı yatırım yapmak istersiniz?’ gibi sorular sorup bunlar arasında bir bağlantı kurmaya çalıştığımızda ortaya tabii ki şöyle analizler çıkıyor: ‘Protestanlar daha az çevreci çünkü çevre mi ekonomi mi sorusuna ekonomi dediler’. Bu tip analizler bana kalırsa yeterince açıklayıcı değil. Din-doğa ilişkisini anlama çabalarına çok boyutlu ve çok katmanlı yaklaşımların eşlik etmesi gerekiyor.
Bu açıdan mesele ‘seküler-dindar’ meselesi de değil. Öncelikler meselesi gibi daha çok. Tabii ki bir yanıyla ekonomi-politik bir mesele ve kişinin sınıf pozisyonu oldukça önemli: Dünyaya nereden bakıyoruz? Diğer yanıyla entelektüel arka planın etkisi var. Hangi epistemik cemaatlerle ilişki içerisindeyiz, neler okuyoruz? Orada biraz da şans faktörü var. Kimlerle, nelerle tanışıyoruz, nelerle yüzleşmek durumunda kalıyoruz hayatta? Artan çevre bilincini bunlarla beraber okumak iyi olabilir. Neticede birtakım çevre örgütleri ortaya çıkmaya başladı. Birmingham, İngiltere merkezli IFEES bu anlamda meşhur olanlardan bir tanesi. Kanada’da, ABD’de ve diğer ülkelerde yine yeşil Müslüman çevre örgütleri ortaya çıktı. BM düzeyinde temaslar ortaya çıktı.
[quotes quotes_style=”bpull” quotes_pos=”left”]Çünkü gündelik hayatımızda biz hiçbirimiz sadece homo religiosus, yani dinsel insan değiliz. Sadece dindar insanlar değiliz. Farklı iman kaynakları ve biçimleri mevcut. Kendini seküler olarak tanımlayan insanlar da bir şeylere sorgusuz sualsiz iman edebiliyor. Bu düşünme biçimiyle alâkalı. Bundan muaf değiliz hiçbirimiz. O anlamda hepimiz homo religiosus olarak görülebiliriz.[/quotes]
Bunlardan bir tanesi için, 2018’de ben de İslam ile iklim mühendisliği ilişkisi üzerine bir makale yazmıştım. Ancak tüm bu girişimlerin pratik yansımaları iki açıdan hâlâ kısıtlı. Birincisi, bu girişimlerin hem imanlı bireylerin tüketim alışkanlıklarına hem de küresel, ulusal ve yerel ekonomi-politik dönüşümlere yansımaları çok kısıtlı. İkincisi, bu girişimlerin görece demokratik toplumlardaki karşılığı ile otoriter toplumlardaki karşılıkları maalesef aynı olmuyor. Yaşanan gelişmelerin, küresel veya yerel düzeydeki mücadelenin tabanda tam olarak karşılığını bulamaması ve aslında yerel hareketlerin de ne kadar gerçekten yerel bağlamına oturduğu sorusu bence hâlâ sorulmaya değer. Bu nedenle daha detaylı, bağlamına oturan araştırmalara ihtiyaç var. Bunun için din ve laiklik kavram ve pratiklerini bugün yeniden düşünmeliyiz. Örneğin, dijital çağda dinsel deneyim nasıl yaşanıyor, dönüşüyor? Biraz bu ve benzer sorular üzerinden düşünüyorum.
En son 26. Taraflar Konferansı’nın (COP26) öncesinde, IFEES’in de dâhil olduğu, İrlanda’dan, İskoçya’dan, Galler’den, İngiltere’den iman temelli çevre oluşumlarının imzaladığı bir bildiri var. Ama bunun tabanda, onların liderliğine cevap verebilecek, onlar bir şey söylediğinde onu takip edebilecek insanlardaki karşılığını daha tam olarak bilmiyoruz. Çünkü gündelik hayatımızda biz hiçbirimiz sadece homo religiosus, yani dinsel insan değiliz. Sadece dindar insanlar değiliz. Farklı iman kaynakları ve biçimleri mevcut. Kendini seküler olarak tanımlayan insanlar da bir şeylere sorgusuz sualsiz iman edebiliyor. Bu düşünme biçimiyle alâkalı. Bundan muaf değiliz hiçbirimiz. O anlamda hepimiz homo religiosus olarak görülebiliriz. Ama aynı zamanda hepimiz homo economicus’uz. Ve hatta homo technologicus olduk! Bu açıdan dindar-seküler ayrımı biraz manâsız hâle geliyor.
Bunları bir arada düşündüğümüzde ise ‘dinler çevreci mi’ ya da ‘dinler daha çevreci hâle geliyor mu’ gibi soruların cevabı çok net değil. Bu sorulara dair çalışmalar hâlâ çok az. Örneğin, Türkiye’de bu süreç nasıl işliyor? Ne gibi politik ekolojik yansımalar ortaya çıkıyor? Bir iklim yürüyüşüne hangi gruplar katılıyor, neler yaşanıyor? Bunlar meselâ hâlâ çok düşünülmeyen, üzerine çalışılmayan konular. Bu açıdan baktığımızda da ekolojik yıkım bu dinler açısından, büyük dinler açısından nasıl bir dönüşümün habercisi sorusunun üzerinde daha uzun süre durmak gerekiyor gibi geliyor. Zamanın ruhu açısından çok önemli dönüşümlerin habercisi olduğu aşikâr. Liderlik katında, söylem düzeyinde. Ama söylemin pratikteki karşılığının hâlâ ne düzeyde olduğunu çok bilmiyoruz.
Üç semavî din başta olmak üzere teolojik-dinî düşünce, politik ekolojiye dair ne gibi yeni perspektifler kazandırabilir sizce? İnsan-merkezcilikten azâde bir düşünüş geliştirebilir mi dinler?
1960’larda ABD’de de yapılan çalışmaların din-doğa çalışmaları açısından başlangıç noktası kabul edildiğinden bahsettim. Ancak paralel süreçlere bakmak da iyi olabilir. Örneğin, Rachel Carson’un ‘Sessiz Bahar’ı o dönemde yayımlandı. Aslında bunu yine zamanın ruhuyla birlikte okumak mümkün. O anlamda sorunuzu çift taraflı düşünüyorum. Bir yandan din-doğa çalışmaları politik ekoloji alanına ne katabilir? Diğer yandan politik ekoloji, din-doğa çalışmalarına ne katabilir?
İlahiyat Temelli Doğa Çalışmaları Politik Ekoloji Perspektifinden Yoksun
İlk soruya yanıt verirken, din-doğa çalışmaları alanıyla tanışma hikâyemden bahsettim. O dönemde ‘orada bir literatür varmış’ı görmemi sağlayan husus şuydu: Bir çevre sorunu, örneğin kimyasal kirlenme, güvenlik sorunu olarak algılandı diyelim—gerçi algılama noktasında da problemler var ama diyelim ki algılandı—bir çevre siyaseti ve buna bağlı güvenlik politikaları da ortaya konuldu kâğıt üzerinde; tepeden inme bir biçimde yapıldı bu. Birileri de dedi ki ‘aa evet bakanlık yeşil ışık yaktı’. Bunun halktaki karşılığı ne olacak diye düşünmek gerekiyor. Böyle düşününce de konjonktür belirleyici oluyor.
Türkiye özelinde düşünüldüğünde, bir tarafta bir iktidar partisi, İslamî söylemi benimsiyor ve bu söylemle birlikte dönüşüyor yıllardır. Diğer tarafta da olabildiğince hızla dönüşen bir ülke, yani bir transformasyon söz konusu ekolojik anlamda. Bu ikisini birlikte ele alınca ilahiyat temelli doğa çalışmalarının eksik tarafı göz çarpıyor. O yüzden bununla birlikte maddî dönüşümleri, politik ekolojik mücadeleleri dikkate almak gerekiyor.
Politik ekoloji okumalarını bir taraftan semavî geleneği ve geçmişte ilahiyat alanındaki çalışmalarla başlayan, daha sonra din alanındaki çalışmalarla devam eden eğilimle birleştirince verimli sonuçlar ortaya çıkıyor. O sonuçlardan bir tanesi Talâl Asad’ın Sekülerliğin Biçimleri’ndeki vurgusuyla örtüşüyor: Bir metin, kutsal metin, dogmatik bir metindir ama yorumu normatiftir. Bu yorum doğal olarak politik ekolojik bir karşılığa sahip. Çünkü din-çevre tartışmalarında iki ana argüman var: Bir tanesi, korumacı dediğimiz anlayış; ‘biz bu dünyanın bekçileriyiz, biz bu dünyanın çobanlarıyız ve bu sorumlulukla hareket etmeliyiz’ şeklinde yorumlanıyor kutsal metin.
[quotes quotes_style=”bpull” quotes_pos=”center”]Benim din-politik ekoloji ilişkisinde önemsediğim bir konu, semavî dinlere iman eden insanların kendi varoluş biçimleri ve dünyayı algılayışlarının politik ekolojik bir mesele oluşudur. Örneğin, “kıyametin kopacağını da bilseniz fidan dikin” hadisinin politik ekolojik çıkarımlarına bakacak olsak iman eden insanların, ağaçların kesilmesine yol açan her türlü faaliyetin karşısında duruyor olması gerekirdi. Ama pratikte öyle olmuyor.[/quotes]
Ama diğer taraftan bu bir tahakküm biçimidir diyenler var ve o anlamda antroposentriktir, insan merkezlidir. İnsan eşref-i mahlûk olarak görülse de pratikte bunun karşılığı problemlidir. Çünkü söz konusu pratik iktidar ilişkilerinin gölgesinde şekillenmektedir. Bu nedenle, iktidar ilişkilerini daha iyi anlamak için politik ekoloji okumalarından faydalanabiliriz. Bu okumalar bize politik olanın ekolojik olanla iç içe olduğunu gösterirken ekonomik büyümenin dışındaki alternatifleri görmenin, ezilenlerin ekolojisine odaklanabilmenin imkanlarını sağlayabilir.
Öte yandan politik ekoloji son 40 yıldır akademide öne çıkan bir yaklaşım olmasına rağmen yapılan araştırmalarda din kategorisi çoğunlukla görmezden geliniyor. Ancak örneğin, Lynn Whyte Jr.’ın bahsettiğim çalışması pekâlâ bir politik ekoloji çalışması sayılabilir. Söz konusu çalışmadan itibaren alanda yapılan tüm çalışmalar kapitalist tahakküm, eşitsizlikler, modernite krizi vb. konular çerçevesinde politik ekolojik bir boyuta sahiptir. Benim din-politik ekoloji ilişkisinde önemsediğim bir konu, semavî dinlere iman eden insanların kendi varoluş biçimleri ve dünyayı algılayışlarının politik ekolojik bir mesele oluşudur. Örneğin, “kıyametin kopacağını da bilseniz fidan dikin” hadisinin politik ekolojik çıkarımlarına bakacak olsak iman eden insanların, ağaçların kesilmesine yol açan her türlü faaliyetin karşısında duruyor olması gerekirdi. Ama pratikte öyle olmuyor.
Dolayısıyla insanların varoluşlarını, dünyayı algılayışlarını ve davranışlarını etkileyen başka etkenleri de dikkate almak gerekiyor. Bir din olarak kapitalizm bahsi burada başka bir hat açıyor ancak içini ekonomik determinizmin ötesinde bir yaklaşımla doldurabilmek lâzım. Dinler, doğrudan ve dolaylı olarak, insanın yaşama ve yaşamın ötesine bağlanma biçimini belirliyor; ama tek belirleyen kesinlikle bu değil. Bu durumun Türkiye için de politik ekolojik sonuçları mevcut.
Politik ekoloji ile din-doğa çalışmalarını bir arada değerlendirdiğimde stratejik bir hedef beliriyor: Ekolojik meselelere, özelinde iklim değişikliğine dair bir farkındalık için iletişim kanallarının çeşitlendirilmesi ve bunu yaparken de bilimsel olgularla değer yargılarının ayrılamaz oluşunun hatırda tutulması. Bu hedef doğrultusunda 2017’de bir deneme yapmıştım. İklim değişikliği fikri çoğu insanın zihninde bir felaket senaryosu olarak şekilleniyor. Bunun tabii ki dinsel kökenleri var. Dünyanın sonu o anlamda, beklenen, insanların zihnindeki şablonlardan bir tanesi. Ama yine tarihsel çerçeveden baktığımızda aslında Sümer mitolojisinde de bir iletişim biçimi olarak felaketin bulunduğunu görüyoruz. Tek tanrılı inançlarda bu zaten mevcut. Örneğin Kur’an’da der ki “biz eğer yaptıklarımızın sorumluluğunu almazsak başımıza felaketler gelecektir ama tanrı affedicidir”. İncil’de benzer yorumlar var. Bu yorumlar mitolojik çağrışımlardan çok da farklı değil. Bir iletişim söz konusu.
Bugün Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) raporlarına, örneğin en son çıkan rapora baktığımızda bir felaketin haber verildiğini görebiliriz. Bir tespit var. Buna insanlık olarak nasıl cevap vereceğiz? Asıl mesele bu. Bu anlamda da teolojik yaklaşımları da kucaklayan bir bakış açısına ihtiyacımız olabilir. Burada önemli olan iki konu şu: İnsanların gerçekliklerine saygı duymak ve ayrıca gerçekliklerini yaşama biçimlerine saygı duymak. Bu ikisi birbiriyle bağlantılı ama aynı değil. Benim bir gerçekliğim var, siz buna sadece saygı duyup ‘gerisi beni ilgilendirmez’ diyemezsiniz. Çünkü o gerçeklik zaten sizin gerçekliğinizin de bir parçası, onun dışında değil. Aldığımız kararlarda, tüketim alışkanlıklarımızda, oy verme biçimlerimizde, her yerde iç içe geçen gerçekliklerin etkisini görebiliyoruz. Bu açıdan baktığımızda belirli bir kişinin ya da cemaatin gerçekliği nedir, birinci soru. İkinci soru ise bu gerçeklikle benim gerçekliğim nerede kesişiyor, nerede ayrılıyor? Buraları biraz düşünmek gerekiyor sanırım.
Posthümanizm: İnsan-Merkezciliğin ve Eko-Merkezciliğin Ötesinde Bir Sentez Çabası
Posthümanist (insanötesi) düşünce, hâlâ sınırlı olsa da günden güne ülkemizde de bilinmeye, tanınmaya başladı. Özellikle politik ekoloji ve kültürel çalışmalar ile ilişkisi ve getirdiği eleştirel bakış, önümüzdeki dönemde toplumsal-politik-kültürel hareketlerin önemli fikrî kaynaklarından biri olacak gibi görünüyor. Bu alanda da çalışmalar yapan biri olarak, posthümanizmin gerek politik arenada gerek akademideki akıbetini hem dünyada hem de ülkemizde nasıl görüyorsunuz?
Posthümanizm tartışmalarında öncelikle iki amaçtan hareket ediyorum. Birincisi, posthümanist düşüncenin insan-merkezcilik/eko-merkezcilik ikiliğinin ötesine geçmek için sunduklarına bakmak. Bu amaç, genel olarak çevreci beşerî bilimlerde görülen karşıtlıkların aşılmasıyla ilgili.
İnsan-merkezciliğin karşısına eko-merkezciliği koyuyoruz, malûm. ‘Bunun ötesine nasıl bakabiliriz, buna dair nasıl bir imkân var elimizin altında’ diye düşünmeye çalışıyorum. İnsan-merkezcilik tezi entelektüel açıdan en azından Antik Yunan’dan bu yana bizimle. Buna karşı geliştirilmek istenen bir anti-tez var: Eko-merkezcilik. Ekolojinin düşün dünyamızda önem arz etmesi, hayvanlarla ilişkilerin bir akrabalık, bir tür akrabalığı olarak görülmesi, özellikle Darwin ve sonrası dönemin bilimsel anlayışıyla şekillenen antropolojik verilerle desteklenen bir anlayış. Benim amacımsa bunun ikisinin sentezine gidebilmekle ilgili. Benim için heyecan verici sorulardan biri bu.
İkinci amaç ise insanlar arasındaki eşitsizliklerin ve sistem karşısındaki haksızlıkların giderilmesi açısından imkânları gözden geçirmek. Neticede posthümanist düşünce bir kavrayış imkânı sunuyor bize. Bunu hangi soru ve sorunlar açısından kullanacağımız bize kalmış. Ama hangi konuyu ele alırsak alalım; posthümanizmin insan eleştirisini, insanlık eleştirisini, ikili düşünme eleştirisini, cinsiyet eleştirisini, fail olma durumuna ya da maddeye bakışını vs. dikkate almamız gerektiğine inanıyorum. Posthümanizm içerisinde post-yapısalcı, post-modern öğeler barındırıyor, anti-hümanist öğeler barındırıyor. Kendi içerisinde eleştirel, kültürel yönlere gitmiş. Farklı ekol ve disiplinlerden araştırmacılar çalışmalarında hem kendi gerçekliklerini aktarıyorlar hem de kendi gerçeklikleriyle bilgi üretiyorlar. Bu ikisini birlikte düşündüğümüzde herkesin aynı fikirde olması mümkün değil. Çıkış soruları ve rehberler farklı olduğunda farklı yerlere varılıyor. Ben posthümanist eleştirilerin yansımalarına öncelikle politik ekoloji, güvenlik ve din üçgeninde bakıyorum.
[quotes quotes_style=”bpull” quotes_pos=”left”]Türkiye için posthümanizmin hem akademideki hem politikadaki karşılığını Z kuşağıyla birlikte düşünmek gerekiyor. Ekolojik kırım, teknolojik dönüşüm ve bunların ikisiyle birlikte büyüyen bir nesil söz konusu. Söz konusu neslin, iktidarların büyük anlatılarıyla pek de işi yok. Bununla birlikte ortaya çıkan teknoloji temelli yeni büyük anlatılara karşı da dikkatli olmalıyız.[/quotes]
Bunun Türkiye özelindeki yansımalarıyla da ilgilenmeye çalışıyorum. Doktora sırasında bir hocam, ‘Türkiye aynı anda hem modern öncesi hem modern hem modern sonrasını yaşıyor’ gibi bir söz söylemişti. Bu söz hep aklımda çünkü lineer bir düşünce anlayışıyla yüzyıllarını geçirmiş bir coğrafya söz konusu, Batı coğrafyası. Bir de ona yer yer imrenerek yer yer kompleks duyarak ama hep oradan—hem dil anlamında hem teoriler anlamında—beslenen bir coğrafya söz konusu. Kolonyal geçmişi yaşamamasına rağmen, yani doğrudan yaşamamasına rağmen, Soğuk Savaş yıllarında eğitim süreçleriyle, Hollywood etkisiyle lineer düşünmeyi içkinleştirmiş bir coğrafyadan bahsediyoruz.
Tabii ‘İslam’ın bunda rolü var mı yok mu ya da İslam üzerinden ortaya çıkan mücadelelerin bunda rolü var mı yok mu?’ sorusu da ayrı bir tartışmanın konusu. İslamî düşünce, Hıristiyan ya da Yahudi düşüncesinden teleolojik eğilimler açısından ne kadar ayrılıyor? Bu soruyu bir tarafa koyduğumuzda Türkiye için posthümanizmin hem akademideki hem politikadaki karşılığını Z kuşağıyla birlikte düşünmek gerekiyor. Ekolojik kırım, teknolojik dönüşüm ve bunların ikisiyle birlikte büyüyen bir nesil söz konusu. Söz konusu neslin, iktidarların büyük anlatılarıyla pek de işi yok. Bununla birlikte ortaya çıkan teknoloji temelli yeni büyük anlatılara karşı da dikkatli olmalıyız.
Örneğin, teknolojik ilerleme temelli büyük anlatılar, posthüman ya da insanötesi kavramını, ileride ulaşılacak bir dönemin ifadesi olarak kullanıyor. Transhümanist ve posthümanist anlayışları burada ayırmak iyi olabilir. Posthümanizm, Transhümanizmden temelde Aydınlanma eleştirisi açısından ayrılmaktadır. Ayrıca posthümanist çevrelerin üzerinde uzlaştığı bir nokta, şu anki durumun kendisinin posthüman ya da insan ötesi olması. Buna yeni maddecilik ya da nesneyle kurduğumuz ilişkiler çerçevesinde de baksak, cinsiyet sorunları çerçevesinde de baksak, teknolojiyle olan ilişkimiz çerçevesinde de baksak bu zaten ulaşılacak bir fazdan, bir seviyeden ziyade şu an içerisinde bulunduğumuz ve kimilerine göre zaten her zaman içinde olduğumuz bir durum. Çünkü insan, örneğin, her zaman teknikti aynı zamanda.
Yapay Zekâ Algoritmalarındaki Dinsellik ve Dijital Din
Homo religiosus, homo economicus ve homo technologicus kavramlarından bahsettik. Diyebiliriz ki bunların hepsinin temelinde, insan homo faber’dir, yani yapan, yaratandır. Dünyayı dönüştürme kapasitesi buna bağlı. Bunun yansımalarını antropolojik olarak da biyolojik olarak da görebiliriz. Ama sonuçta dönüşen insanın ve de buna dair kavramsallaştırmanın herkese uygulanabilir olmadığını söylemeliyiz. İnsanın tekil değil çoğul olduğunu hatırlamalıyız. Köleler, kadınlar, çocuklar ya da engelliler tarih boyunca hep insanlık çerçevesinin dışında kalan, insan dışı görülen ve o anlamda da her şeyi yapmanın mübah olduğu gruplardı. Bunun mücadelesi yüzyıllardır devam ediyor. Hem bu mücadeleyi dikkate almak gerekiyor hem de bu mücadele içerisinden sıyrılıp kendini öbür tarafa atan, sistem açısından makbûl insanların, canlılığın geneline dair yapıp ettiklerine dikkat etmek gerekiyor.
Bu amaçlar çerçevesinde son dönemde yaptığım bir posthümanizm ve din araştırması, din-doğa-insan etkileşimi açısından burada değindiğim konuların biraz daha açıklığa kavuşmasına yardımcı olabilir. Kanada’ya geldikten sonra, yapay zekâ algoritmalarındaki dinsellik üzerine çalışmaya başladım. Bunun için Siri, Alexa, Google Assistant ve Cortana’yla mülâkat yaptım. Bilindiği gibi, bunların insan yaratıcıları var ve bu yaratıcılar, kendilerini çoğunlukla ateist mühendisler olarak tanımlamalarına rağmen bir taraftan da yaratıcı olmanın verdiği bir özgüvenle—ki bunların çoğu beyaz erkek—tanrısallaşıyorlar, tanrısal özellikler sergilemeye başlıyorlar. Bununla ilgili ciddi bir literatür var: Nerd theology ya da dijital religion kavramları kullanılıyor bunun için.
Benim araştırmadaki temel amacımsa şuydu: Teknolojinin, bilimin bir sonucu olduğu ve bu açıdan nesnel olduğu söylense de üretilen ürünler belli bir düşünce tarzına, belli varsayımlara sahip insanların ürettiği ve herkes tarafından kullanılan ürünler. Bu açıdan otoriterleşme ve tekelleşme söz konusu. Şirketin adı Metaverse oluyor ama zihniyet değişmiyor mesela. O araştırmada şu soruyu soruyorum: “Siri tanrıya inanıyor musun?” Siri’nin cevabı: “Ben din konularıyla ilgili konuşmuyorum”. Araştırmalarım sonucunda bu tarz uygulamalarda iki tür cevap mekanizması olduğunu öğrendim. Bir tanesi, örneğin hava durumunu sorarsak devreye giriyor; veriyi internet’ten çekiyor, yani cevap eldeki veriye bağlı şekilleniyor. Bir de daha önceden hazırlanmış cevaplar var. O cevapları hazırlayanlar da oradaki araştırma takımı ya da belki bir kişi.
Dolayısıyla bizim bu soruya aldığımız cevap veriye dayalı değil ama o insanların zihinlerine dair bize bir şey söylüyor. Bu, tamamen belirli bir din anlayışına istinaden yazılmış bir kod. O anlamda bir Budist meselâ, Siri’ye ‘tanrıya inanıyor musun’ diye sorduğunda alacağı cevaptan rahatsız olabilir ya da Siri meleklerle ilgili sorularda biraz daha temkinli çünkü ABD’de meleklere inanma oranı çok yüksek. Muhtemelen orada bir müşteri davranışı analizi sonucunda öyle bir davranış şekilleniyor ya da bu kişiler kendileri de öyle bakıyor dünyaya, bilemiyoruz. Burada söylemek istediğim şu: Konu din olabilir, cinsiyet olabilir, siyaset olabilir; teknolojiyi bunların hepsinin üzerinde düşünüyoruz. O anlamda nesnel olduğuna inanıyoruz ama teknolojik süreçler nesnel değil. Belli dünya görüşlerini içinde barındırıyor.
Çok daha ciddi problemlere yol açan süreçler de söz konusu. Örneğin hukuk sisteminde kimin suçlu olup olmayacağına karar vermek konusunda algoritmalar kullanılmaya başlandı. İşe alımlarda CV’leri hızlı bir şekilde elemek için de algoritmalara başvuruluyor. Bu tarz algoritmaların belirli dinlere, belirli cinsiyetlere daha önyargılı olduğu, işe alımlarda kadınları görmezden geldiği ya da ABD hukuk sisteminde erkek beyaz adam suçluyken Afrika kökenli kadını seçtiği artık biliniyor. Bunların yansımasını aslında Siri deneyinde de yani din temelli deneyde de görmüş oluyoruz. Bu insanın düşünme problemiyle, alışkanlığıyla alâkalı ve tabii ki iktidarlar mikro ve makro ölçekte bunları yeniden üretiyor.
Posthümanizm bir çerçeve olarak bana kalırsa bunları görmemize izin veriyor ve hâlâ kendisi de oluş aşamasında. Posthümanizmin araştırma dünyasında yer edinmesi açısından bence artık bir geri dönüşü yok yani bu, zamanın ruhuna uygun bir gelişme. Ama tabii ki din alanında ya da bizim tanrı fikrini düşünmemizde, siyaset alanında iktidar ilişkilerini düşünmemizde, çevre alanında ekosistemleri düşünmemizde karşılıkları neler olabilir, bu kısımlar hâlâ yeterince sorgulanmadı. Geçtiğimiz yıl kurduğumuz uluslararası hakemli dergi Journal of Posthumanism’de bu soruları da irdelemeye çalışıyoruz. Umarım daha fazla insan bunlara bakmaya çalışır.
[quotes quotes_style=”bpull” quotes_pos=”left”]Taraflar konferansları (iklim zirveleri) 1995 yılından bu yana yapılıyor ve iklim değişikliğine istinaden elimizdeki belgeler, anlaşmalar buralarda şekillendi. Ama bir taraftan da hemen her konuda olduğu gibi zamanın devrimci hareketleri çok çabuk âtıl duruma da düşebiliyor.[/quotes]
Glasgow’da yapılan iklim zirvesini (COP 26) yeni bitirdik. Hedeflerde anlamlı bir ilerleme yok gibi. Özellikle Çin’in dahli olmadan hiçbir adım atılamayacağı konusunda herkes hemfikir. Siz hem bu iklim zirvelerini hem de Batı’nın yanı sıra Çin, Hindistan gibi büyük kirleticilerin tavrını ‘gezegenin sürdürülebilirliği’ açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Taraflar konferansları (iklim zirveleri) 1995 yılından bu yana yapılıyor ve iklim değişikliğine istinaden elimizdeki belgeler, anlaşmalar buralarda şekillendi. Ama bir taraftan da hemen her konuda olduğu gibi zamanın devrimci hareketleri çok çabuk âtıl duruma da düşebiliyor.
Şunu demek istemiyorum, birileri yönlendiriyor, böyle isteniyor. Tabii ki birileri böyle istiyor ama sadece o anlamda bir şey söylemiyorum, ancak çok fazla eleştiri var, o konuda haklısınız. ‘Artık bu işi sona mı erdirsek? Bu konferansları yapmasak mı, zaman kaybı’ vs. gibi eleştiriler ya da geçenlerde ben de paylaşmıştım sosyal medya hesabımda, ‘İskoçya’nın ömrü billâh görmediği karbon ayak izini bir organizasyonla yarattınız, buna değer mi’ gibi sorular dile getiriliyor. Bu sorular, az önce bahsettiğim meselelerin ilişkiselliği çerçevesinde düşünmemiz gereken sorular. Yani artık bilgi iletişim teknolojilerinin bu kadar merkezî olduğu bir dünya nasıl dönüşecek ve bu dönüşümlerden etkilenecek insanlar ve tabii ki şirketler ve devletler neler yapacak? Hava yolu şirketleri neler yapacak meselâ? COVID-19 sırasında sıkıntıları gördük.
‘Adil dönüşüm’ ya da ‘adil geçiş’ kavramı bu süreçleri anlamak için kullanılıyor. Benzer amaçla ‘iklim adaleti’ kavramı kullanılıyor ama bu kavramların kâr odaklı işleyen yapılar açısından değil, toplumsal iyinin, kamusal iyinin karşılığı olarak anlamına bakmak gerektiğini düşünüyorum.
Öte yandan bazı teknik sorunlar da söz konusu. BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin (UNFCCC) iklim değişikliğini tanımlama biçimiyle Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) raporlarının iklim değişikliğini tanımlama biçimleri de aynı değil. Taraflar Konferansı, UNFCCC’nin iklim değişikliğini sadece insan kaynaklı bir mesele olarak gören tanımından hareket ettiği için de eli ayağı bağlı diyenler var. Bir yandan şirketlerin, devletlerin faaliyetleri sonucu ortaya çıkan ciddi bir problem var. Bu politik bilinçle alâkalı bir taraf. Bir de fen bilimleriyle alâkalı bir taraf var ve Taraflar Konferansı’nın bu geniş, daha geniş çerçeveyi görmezden gelmesi sebebiyle de yeterince doğru adımlar atamadığı söyleniyor. Bunlar tabii tartışılmaya devam edilecek.
Buradaki belki asıl mesele iyi veya kötü bir kurumsallaşmanın ortaya çıkmış olması. Bunun son dönemdeki getirisi Paris İklim Anlaşması ve net sıfır hedefi. Dünyadaki enerjinin %80’i bugün fosil yakıtlardan üretiliyor ve bu durumun değişmesi gerekiyor. Küresel ısınmayı 1,5°C’de tutabilmek için karbon emisyonunu 2030 itibarıyla yarı yarıya düşürmek, 2050 itibariyle de sıfırlamak gerekiyor. Maalesef 26. Taraflar Konferansı’nda bu hedefler açısından tatmin edici bir sonuç ortaya çıkmadı. Uluslararası iklim aktivizmi bu açıdan konunun bir boyutu. Ama bir başka boyut daha var.
Ekonomik Büyüme İyi Yaşamın Bir Bileşeni Olarak Görülüyor
Yeni ülkeler uluslararası sistemin tüketim tarafında yerini almaya devam ediyor. Örneğin, Çin, 2017 yılı itibariyle ABD’yi geçti ekonomik büyüklükte. Bu iki ülke dünya ekonomisinin %35’ini oluşturuyorlar satın alma gücü endeksine göre. Ama diğer taraftan Çin’deki bir birey, ABD’deki bir bireye göre hâlâ 3-4 kat daha az gelire ve tüketim şansına sahip ve bunu artırmayı hedefliyor. Bu açıdan dönüşüm neyle ilgili diye düşündüğümüzde aslında daha temel bir yere odaklanmak gerekiyor. İyi yaşam ne demek, hangi şartlarda iyi bir yaşama sahip oluruz? Daha çok tüketmek, iyi bir yaşama bizi götürür mü?
Burada verdiğim derslerden bir tanesi iyi yaşam ve boş zaman felsefesi üzerine. Bu dersleri alan öğrencilerin birçoğu uluslararası öğrenci ve çoğunluğu Hindistan, Çin gibi ülkelerden geliyor. Derslerden bir tanesinde, bir öğrenci hayatında ilk kez boş zamanın önemli ve üzerine düşünülmesi gereken bir şey olduğunu duyduğunu söylemişti. Şaşırtıcı geldi ilk anda. Çin’den gelen bir öğrenciydi. ‘Çalışmaktan, rekabetten, mücadele etmekten başka bir şey bizim kültürümüzde önemsenmez’ gibi bir şey söyledi. Boş zamanın çok önemli olduğu, insanın kendine vakit ayırması gerektiği, iş-yaşam dengesinin kurulması gerektiği kolayca söylenebilir ama bunun ‘gelişmiş’ ve ‘gelişmekte olan’ ülkelerdeki ya da aynı ülke içerisinde farklı toplumsal gruplardaki karşılığı aynı olmuyor.
Ekonomik büyümeyi hedefleyen ülkeler için ve oradaki vatandaşların talepleri açısından bu eleştiri o kadar kolay yapılamıyor çünkü ekonomik büyüme iyi yaşamın tek kaynağı olmasa da önemli bir bileşeni olarak görülüyor. ‘Gelişmiş’ ülkelerde tarihsel kapitalist birikim ve tüketim eğiliminden sonra adil geçiş konuşulmaya başlandı ki hâlâ buna direnen gruplar var. Onu da görebiliyoruz.
[quotes quotes_style=”bpull” quotes_pos=”center”]İyi yaşamın bir kodu var kafamızda, o konuda algıları kırmadan sistem düzeyinde bir dönüşümün mümkün olacağını sanmıyorum. Bir yandan, geçmişteki sorumsuzlukların hesabını kimden, kimlerden soracağız? Diğer yandan, yeni neslin benzer bir tüketim trenine binmesine nasıl engel olacağız?[/quotes]
Lafı şuraya getireceğim. İyi yaşamı yeniden tanımlayıp sadece sayısal olarak ölçmekten vazgeçmediğimiz sürece zaten gezegenin sürdürülebilirliğini sağlamak mümkün değil! Orada da şöyle bir başka eleştiri ortaya çıkıyor. Sürdürülebilir kalkınma fikrinin zaten kendisi problemli. Çünkü merkezine bazı insanları alıyor ve tahakkümcü bir anlayışla hepimizin diline pelesenk olmuş durumda. Bunun yeniden düşünülmesi gerektiği konusunda birçok eleştiri var. Bugün soru—Türkiye’yi de içine alacak şekilde—gelirin adaletsiz dağılımı, birileri için çok sıradan olan bir tüketim biçiminin birçok coğrafya, birçok insan için lüks tüketim olması ve bunun gelir dağılımındaki adaletsizlikle birlikte daha da katlanması.
Bu çerçevede, din-doğa çalışmaları bahsine dönecek olursak, örneğin, El Mizan Projesi başlatıldı BM Ekonomi Programı’nda. Ya da daha önce bahsettiğim gibi Müslüman çevre örgütleri 26. Taraflar Konferansı öncesinde bir bildiri yayımladılar, web sitelerinde mevcut. Ama bu fikri tabana, o tüketim kararını verecek tabana yaymak mesele; genç bir bireyi daha dengeli bir yaşam modeline yöneltmek mesele. Herkes fırsatını bulduğunda araba almak istiyor. İyi yaşamın bir kodu var kafamızda, o konuda algıları kırmadan sistem düzeyinde bir dönüşümün mümkün olacağını sanmıyorum. Bir yandan, geçmişteki sorumsuzlukların hesabını kimden, kimlerden soracağız? Diğer yandan, yeni neslin benzer bir tüketim trenine binmesine nasıl engel olacağız?
Bunun için öncelikle bugünkü sorunların kaynağı olan eylemlerin sahibi şirketleri, devletleri cezalandırmalıyız. Kayda değer bir ceza sisteminden bahsediyorum; karbon piyasasında yapılan düzenlemelerden değil. 26. Taraflar Konferansı’nın sonuç metninde de ifade edildi: 2009’da Kopenhag’da düzenlenen İklim Değişikliği Konferansı’nda kabul edilen, 2020’ye kadar 100 milyar ABD doları iklim finansmanı fonu hedefine ulaşılamadı. Bu hedefin matematiğine bakıldığında ise ABD’nin yüzde 40-45 civarında katkı sunması gerekirken katkısının yüzde 6,6’da kaldığı biliniyor. Dahası, ‘gelişmiş’ ülkelerin katkılarının büyük bölümü hibe değil kredi olarak veriliyor.
Durumu şöyle resmedebiliriz: Yüzyıllarca yeryüzünü sömürerek, canlılığı öldürerek zenginleşen ülkeler, diğer ülkeler aynı ‘hata’yı yapmasın diye onlara destek olacağını taahhüt ediyor; ancak söz verdiği miktarın azını vermekle kalmıyor, verdiğini de kredi olarak veriyor. Bununla birlikte filantropist hareketler destek görmeye devam ediyor; bir anlamda sadaka kültürüyle mesele geçiştiriliyor. Bu tür çözümleri insan-merkezciliğin birer uzantısı olarak görmek mümkün, yani ‘ben kendi konfor alanımdan taviz vermeyeyim ama başım da ağrımasın’ mantığının birer yansıması.
Bu maalesef modern etik yaklaşımlar arasında en hâkim yaklaşımlardan bir tanesi. Faydacı bir etik çerçeveden ortaya çıktı bu fikirler ve hâkim hâle geldi. Ancak küresel sistemde adaleti sağlayabilmek için bunlar yeterli olamaz.
İyi yaşamın çerçevesini yeniden çizerken ilerlemeci söylemi ve ‘çevresel kaynak’ anlayışını terk etmek önemli. Dünyayı bir kaynak olarak görüp sonu olmayan bir mücadeleye girmek ve bunu sadece sayısallaştırarak performansa dökmek yerine farklı yaşam modellerini, örneğin, ekonomik küçülmeyi daha yüksek sesle tartışmak lâzım. Kapitalist birikim ve tüketim eğilimlerinden kurtulmanın yollarını aramak gerekiyor. ‘Gelişmiş’ ülkeler bu eğilimlerden kurtulmaya çalışıyor. Ama bunu konforlu bir yerden yapıyorlar. Dünyanın geri kalanı bunu yapamazsa yine toplam tüketim ve ekosistemler üzerindeki baskı devam edecek. Bunu dengelemek gerekiyor. Farklı toplumların farklı sorumlulukları var bu açıdan.
Küresel Bir Eylem Stratejisi Yerel Bağlamı Dikkate Almak Zorunda
Kapitalizmin en temel itkisi kârını maksimize etme güdüsü. Sizce mevcut kapitalist ekonomi-politik içerisinden biyosferin korunabilmesi için küresel bir eylem stratejisi geliştirebilmek olası mı?
Bir küresel eylem stratejisi gerekiyor mu? Gerekiyorsa bu nasıl bir strateji olacak? Bu soruların cevabı bir önceki sorunun cevabına ek olarak düşünülebilir. Sanırım burada küreselleşmenin en azından iki boyutunu beraber dikkate almalıyız. Bir tarafta karşılıklı bağımlılık söz konusu; artık piyasa mekanizmaları üzerinden tüm dünya farklı şekillerde de olsa birbiriyle etkileşim hâlinde, bilgi-iletişim teknolojileri vasıtasıyla birbirimizle daha çok temas hâlindeyiz. Buna iletişim denilebilir mi, orası şüpheli ama daha çok temas hâlinde olduğumuz kesin! Diğer taraftan mesele, ki bu az önce konuştuğumuz meseleyle de ilgili, ilişkiler açısından asitmetrik bir durumun söz konusu olması.
Küreselleşme eşitler arası bir ilişki biçimi değil. O yüzden de küresel bir eylem stratejisinden bahsedeceksek bile o stratejinin asıl odağının yerellik olması gerektiğini belirtmeliyiz. Her bağlamın birbirinden farklı olarak ele alınabiliyor olması önemli. Meselâ COVID-19 sırasında, Kanada’da ülke içerisindeki herkese, yani geliri olmayan herkese iki bin dolar dağıtıldı her ay. Vatandaş bile olmanız gerekmiyordu. O dönemde Türkiye’de pandemi yardımlarının nasıl işlediği, daha doğrusu işleyemediği malûm… Ama bu ikisini nasıl karşılaştıracağız? Sistemin mekân zamansal olarak neresinde bulunduğumuza göre değişecek cevaplar.
Tarihsel açıdan kapitalizm öncesi, kapitalist ya da kapitalist sonrası süreçlere dâhil olan, onu deneyimleyen bir ülkenin kaynak aktarımı da farklı oluyor, oradaki insanların yaşama bakışı da farklı oluyor. Bunu yapamayan bir ülke için tabii ki farklı opsiyonlar mecbur hâle geliyor. Mekânsal açıdan coğrafî konum, çevresel koşullar, iklimin bir gerçeklik olarak zaten hayatın bir parçası olması, ona dair bir strateji ve bakış açısı geliştirilmesine imkân sağlıyor. Sanırım bunların hepsini birlikte düşündüğümüzde küresel eylem stratejisinin stratejik tarafı o yerel bağlamı dikkate almasıyla ilgili olacaktır öncelikle.
Bununla birlikte örneğin Taraflar Konferansı sırasında gördüğümüz eylemler de aslında bir küresel eylem stratejisinin parçası olarak okunabilir. Bir tez var, ‘iklim yönetişimi küresel ölçekte önemli’. Bu tez üzerinden devletlere, şirketlere baskı yapmak gibi bir eylem planı ortaya çıkıyor. Bunu fırsat bilen gruplar, aktivistler de aslında bir anti-tez geliştiriyor: ‘Taraflar Konferansı ya da bu iklim yönetişimi problemli’ fikri temelinde eyleme geçiyorlar. Greta Thunberg’in ‘artık bitmiştir, bu sistem çökmüştür’ demeci ya da yerli halkların, ‘siz iklim yönetişimini ortaya koyarken, bunu pratik ederken bizim herhangi bir değerler sistemimizi ya da bilgi anlayışımızı dikkate alıyor musunuz’ gibi eleştirileri söz konusu. Bunu yapan akademik çevreler de var; az önce bahsettiğim iman temelli aktivist gruplar var, hayvan hakları aktivistleri var. Birçok yerden bu anti-tez şekilleniyor. Dolayısıyla bu fırsat yine küreselleşmeyle ilgili bir fırsat aslında. Sorunların benzer olduğu ama çözümlerde bağlamsal yaklaşım sergilenmesi gerektiği noktasını önemsiyorum.
Gün geçtikçe güvenlik paradigmasının aşındığını söyleyebiliriz. Devlet/askerî merkezli güvenlik bakışı her geçen gün daha fazla sorgulanıyor. Güvenlikli yaşam kaygısı, başka alanlara doğru kayıyor. Sizce bizi nasıl bir güvenlik anlayışı bekliyor? Bütün canlıları ilgilendirdiği boyutuyla gezegenin güvenliği anlayışı, mevcut politik yaklaşımları aşmamızı sağlayabilir mi size göre?
İyi yaşam meselesinden az önce bahsettim. Oradaki temel motivasyonlardan bir tanesi, aslında insanın güvenlik ihtiyacı. Belki evrimin ilerleyen aşamalarında bu değişecek ama şu anda insanın temel motivasyonlarından bir tanesi güvenlik ihtiyacı.
[quotes quotes_style=”bpull” quotes_pos=”left”]Burada bir başka soru, hangi ilahî yorumun modern devlete ilham olduğu sorusudur. Çünkü en azından iki tane farklı anlayış vardı. Etik bir tanrı anlayışı ile mutlak bir tanrı anlayışı. Teolojik olarak her şeye gücü yeten tanrı, istisnaya da karar verebilen tanrıydı. Etik olarak yaklaşılan anlayışta ya da etik tanrı anlayışındaysa kendini kurallarla, işte fizik kurallarıyla ve etik birtakım kaidelerle sınırlayan bir tanrı anlayışı söz konusuydu. Ulus-devlet bu açıdan mutlak tanrı anlayışının dönüşmüş versiyonu olarak kabul edilebilir.[/quotes]
Ama Avrupa tarihinde Vestfalyan düzenin kurulmasıyla bu konuda bir dönüşüm yaşandı. Bu süreci aslında Thomas Hobbes’tan, İskoç Aydınlanmasından itibaren okuyabiliriz. İnsana dair olan güvenlik motivasyonu devlete aktarıldı. Devlet kamusal iyinin temsilcisi olarak görüldü ve artık kilisenin karşısında bir anti-tez olarak yerini aldı. Ulus-devlet tartışmasına çok girmeyeceğim ama ortaya çıkan ulus-devletin, modern ulus-devletin kilisenin karşısındaymış gibi görünse de seküler olmadığına dair ciddi bir tartışma var; ki bence aslında seküler olmak tam da bu: İktidarın özünde yatan, sorgulamadan uzak, itaat temelli anlayışı değiştirmeksizin birtakım icraatları yerine getirme şeklini değiştirmek. Bunu tekrar din tartışmamıza da bağlayabiliriz.
İtalyan araştırmacı Luca Mavelli, ulus-devlet ve güvenlik tartışmasına şöyle bir yerden yaklaşır örneğin: Aslında modern ulus-devlet belli bir ihtiyaçtan doğdu. Bu ihtiyaç, bizim düşündüğümüz ihtiyaçların yanında ya da onlardan farklı olarak insanın tanrı fikrinin yokluğunda belirsizliği nasıl yöneteceğiyle ilgiliydi. Bu, bir anlamda teolojik bir krizdi Orta çağ ve sonrası dönemde.
Devletin doğuşu çoğunlukla din savaşlarının sonucu bir düzen hükmü olarak, bir gelişme olarak okunsa da bu alternatif okumaya göre devlet de din savaşları da aynı yokluğun bir sonucuydu, yani ‘otorite boşluğu’nun. Ya da otoritesiz yapamayan insanın boşluğunun. Burada bir başka soru, hangi ilahî yorumun modern devlete ilham olduğu sorusudur. Çünkü en azından iki tane farklı anlayış vardı. Etik bir tanrı anlayışı ile mutlak bir tanrı anlayışı. Teolojik olarak her şeye gücü yeten tanrı, istisnaya da karar verebilen tanrıydı. Etik olarak yaklaşılan anlayışta ya da etik tanrı anlayışındaysa kendini kurallarla, işte fizik kurallarıyla ve etik birtakım kaidelerle sınırlayan bir tanrı anlayışı söz konusuydu. Ulus-devlet bu açıdan mutlak tanrı anlayışının dönüşmüş versiyonu olarak kabul edilebilir. Buradan baktığımızda insanların güvenliğine karar verecek ve bununla birlikte birçok konuda karar verecek bir mekanizmanın güvenliğinden bahsediyor oluyoruz. Sizin sorunuzda ‘acaba aşınıyor mu’ dediğiniz paradigma bunun üzerine kuruldu. Devletin bekası söylemi buradan çıktı.
Güvenlik Paradigması Aşınsa da Her Zaman Bir ‘Öteki’ye İhtiyaç Duyar
Soğuk Savaş döneminden bu yana gördüğümüz dönüşüm, bu bakış açısında devletten tekrar insana dönmekle ilgili ama hâkim güvenlik anlayışı her zaman bir ‘öteki’yi gerekli kılıyor. Diğer bir deyişle, güvenlik ihtiyacı çoğunlukla bir şeyden güvende olmak şeklinde yorumlanıyor. Referans kaynağı devletken, devletin bir şeyden güvende olması, bir şeye karşı güvende olması şeklinde işlenen bir olgu oldu güvenlik ve her zaman bir ‘öteki’ye ihtiyaç vardı. Bugün bu anlayışın rotası tekrar insana dönmüş durumda. İnsanî güvenlik (human security) çerçevesinde de konuşuluyor artık çoğu mesele. Acaba iklim bir insanî güvenlik meselesi midir, göç bir insanî güvenlik meselesi midir? Bütün meseleler insanî güvenlik meselesi olarak konuşuluyor, konuşulabilir. Ama bu yine bir ‘öteki’ye referansla yapılmaya devam ediliyor. Ekolojik sorunlar ve iklim değişikliği açısından ise bu referans şuraya gidiyor maalesef, BM düzeyinde de: “Doğaya karşı savaş hâlindeyiz. Bu savaşı kazanma şansımız yok. Çünkü doğa intikam alır”.
Bu yönelim, röportajın başından beri etrafında dolaştığımız insan-merkezci ve sadece insan-merkezci değil hem insanın istisna olduğunu düşünen hem de üstün gören anlayışın devamı. İnsanı istisna görmekte de belki bir sakınca yok çünkü her canlı kendi içinde bir istisna. Ben kelebeğe baktığımda da çok istisnaî bir durum görüyorum. Ama bunun güvenlik analizi açısından getirdiği birtakım handikaplar var, varsayımlardan ötürü. Doğaya karşı savaş hâlinde olduğumuzu varsaydığımızda o savaşı kazanmaya çalışırız. Doğanın misilleme yaptığına inandığımızda ise kriz yönetimi veya felaket yönetimi planları ona göre şekillenir. Hâlbuki doğanın bizden intikam almak gibi bir derdi yok. Ama bazı grupların, çıkarlarını korumak için devletleri, şirketleri kullanması gibi bir derdimiz var.
Güvenlik sorunlarını bu perspektiften görmek gerektiğini düşünüyorum. Doğadaki ilişkilerin çoğulluğu, süreçleri etkileyen etkenlerin çoğulluğu, insanın merkezde olmayışı, güvenlik açısından ne anlama geliyor? Bu soruyu sormadan gezegenin güvenliğine geçtiğimizde o zaman şöyle bir anlayış ortaya çıkıyor: ‘İnsanların güvende olması için gezegenin güvende olması lâzım’. Ekosistem ilkeleri açısından bu tabii ki doğru bir önerme ama gezegenin güvenliği tam olarak ne demek? Burada geçmişteki devlet soyutlamasına dayalı güvenlik tartışması gibi bir boşluğa düşüyor tartışma. Bu soyutlamanın somut karşılığı ne olacak? Buna cevap verebilmek için yaşamı maddî ilişkilerde ve insanların bu ilişkilere yüklediği kutsal anlamlarda görmek faydalı olabilir.
Canlıların güvenliğini dikkate aldığımızda ve bunu kontrol amaçlı ya da galibiyet amaçlı yapmadığımızda nasıl bir paradigma dönüşümü ortaya çıkacak? Bunu zamanla göreceğiz. Bununla ilgili çalışmalar yapmaya devam ediyoruz. Tabii bunun pratikteki karşılığını görmek zaman alabilir çünkü insanlar genelde bilinmezlikten, kontrol edilemeyenden korkuyor. Zaten güvenlik ihtiyacı biraz buradan ortaya çıkıyor. Bu nedenle özgürlükler pazarlık konusu olabiliyor.
Özgürlüklerden vazgeçmek düşünsel anlamda da birtakım özgürlüklerden vazgeçmeyi içeriyor ve bu durumda geleceğe dair imkânlar kısıtlanıyor. Çünkü sadece aynı kaynaklardan beslenen bir düşünce biçimiyle hareket edersek olasılıkları görme şansımız şansa kalıyor biraz. Buna rağmen umutluyum da çünkü özgürlükler çerçevesi ne kadar kısıtlanırsa kısıtlansın bugün artık bunun tabanda bir karşılığı olduğunu sanmıyorum. Beni endişelendiren asıl konu sanırım hakikat ötesi (post-truth) durumun ataleti.
[quotes quotes_style=”bpull” quotes_pos=”left”]Benim asıl endişelendiğim kısım bu; yani Z kuşağının verilen bir şeyi zaten almayacağına dair bir inancım var ve gözlemlerim de bunu destekliyor. Ama boşluğun nasıl doldurulacağına dair tam bir fikrim yok. Verileni almamak bayağı umut verici çünkü o zaten iktidarların anti-tezini doğuruyor. Ama oradan bir sentez çıkar mı, zaman gösterecek.[/quotes]
Neil Postman, 1985 yılında bir kitap yayımladı; Türkçeye ‘Televizyon: Öldüren Eğlence’ ismiyle çevrildi. Önsözde çok önemli bir noktaya dikkat çekti. Aldous Huxley ile George Orwell’ı karşılaştırdı yazar ve lafı Aldous Huxley’in haklılığına getirdi. Günümüzde toplumu daha çok George Orwellcı biçimde, özellikle gözetleme kültürü ve ‘Büyük Birader Bizi Gözetliyor’ mantığıyla düşünüyor olsak da George Orwell’ın bir kişisel iradeyi varsaydığını unutuyoruz. Orwell, insanların iradeleri dışında şekillenen sistemden endişeleniyordu. Neil Postman ise Aldous Huxley’in ‘biz kendi kendimizi zaten zehirliyoruz’ bakışını hatırlattı. Huxley-Orwell eleştirisini birlikte dikkate almamız gerektiğini düşünüyorum.
İnsanlar zaten bilgiyi malûmattan ayırmak istemiyor olabilir. Bunun homo religiosus’tan kaynaklı kökleri bulunabilir. Homo economicus olmaktan kaynaklı kökleri de olabilir çünkü rasyonel işleyiş bizim bazı şeyleri görmek istemememize yol açıyor. Kâr hırsı, bir şeyleri görmezden gelmemize yol açabiliyor örneğin. Benim asıl endişelendiğim kısım bu; yani Z kuşağının verilen bir şeyi zaten almayacağına dair bir inancım var ve gözlemlerim de bunu destekliyor. Ama boşluğun nasıl doldurulacağına dair tam bir fikrim yok. Verileni almamak bayağı umut verici çünkü o zaten iktidarların anti-tezini doğuruyor. Ama oradan bir sentez çıkar mı, zaman gösterecek.
Sürdürülebilir bir topluma dair arayışlarınızı yazdığınız bir makalenizde kendinize sorduğunuz soruyu, biz size sormak istiyoruz: ‘Politik-etik çerçevenin iyi yaşam, dolayısıyla iyi yönetim stratejisine dönüşmesi için neler yapılmalı/neler yapabiliriz?
Bu soru çerçevesinde eğitimde pedagoji ve müfredat tartışmasına değinmek isterim. Bunlar iki önemli tartışma hâlâ. Tabii ki bilgiye erişim yolları değişiyor, kendi kendine öğrenme çok daha ön planda toplumda ama kendi kendine öğrenme süreçlerinin de destekleyicisi olan birtakım unsurlar söz konusu. Kendi kendine öğrenme süreçlerinin arka planında çalışan birtakım mekanizmalar var ve bunlara müdahale etmek güç ilişkileriyle alâkalı.
Yapay zekâ araştırmasını hatırlayacak olursak okul dışındaki öğrenme süreçleri, teknoloji odaklı öğrenme süreçleri de dâhil, hâlâ bir merkezden belirleniyor, tepeden inmeci pedagojik bir yönelim söz konusu. En basitinden bir şey öğrenmek için arama motoruna bir şey yazdığınızda nicelik açısından ‘güçlü’ olan önce geliyor, doğru olan değil. Bu tarz durumlar meseleyi çetrefilleştiriyor.
Ama posthümanist düşünce ekseninde konuştuklarımız çerçevesinde baktığımızda önemli bir olasılık da ortaya çıkıyor, yeni bir etik çerçeve. Politik-etiği birlikte kullanmak da anlamlı geliyor bana. Etik oturduğumuz yerden konuşarak değil ancak yaparak ortaya çıkabilir, öyle de oluyor. Ast-üst ilişkilerimizde, toplumsal cinsiyet ilişkilerinde, iş dünyası içerisindeki ilişkilerimizde, en genel anlamıyla canlılık içerisindeki ilişkilerimizde hiyerarşik varsayımlardan kurtulmak ancak yaparak, herkesin kendi hayat tecrübesiyle ve başkalarıyla etkileşime geçmesiyle olabilir. Bu etkileşimin dijital ayağı da artık bir o kadar önemli. Sizin vasıtanızla ben birileriyle etkileşime geçmiş oluyorum örneğin. Böylece ihtimalleri gösterme ve kendi pratiğimize yansıtma şansımız oluyor.
Sosyal medyada herkes gençlere akıl veriyor. Yeni akademik dönem başlarken profesörler öğrencilere akıl veriyor. Ancak gençlerin nasihate ihtiyacı yok. Akıl vermeyi bırakıp evde eşimize ve çocuğumuza karşı adil miyiz, birini işe alırken adil miyiz, okulda öğrenciye karşı adil miyiz buna bakmalıyız ve ilişki biçimlerini yeniden inşa etme iradesi göstermeliyiz. Yaparak göstermekten kastım bu. Bunun için birçok noktayı bir arada düşünmek gerekiyor ama temelde alternatif iyi yaşamı akılda tutarak ve bunun örneklerini vererek ilerlemek lâzım. Rahmetli Hayrettin Karaca’nın bir sözüdür: “Param var ama tüketmeye hakkım yok” derdi. Bu sözden başlayarak düşünecek olursak, “gücüm var ama o gücü kullanmaya hakkım yok”. Bunu her anlamda söyleyebiliriz. Bir pozisyona geldikten sonra o pozisyonun sağladığı imkânları kötüye kullanmayan insanların sayısı artarsa o zaman bu anlayışı topluma yaymak mümkün olabilir.[/vc_column_text][/vc_column][/vc_row]