Sosyolog Araştırmacı Dr. Feyza Akınerdem ile Yalan Sosyolojisi, hakikati bükme biçimleri, post-truth, medya manipülasyonu, siyaset-popülizm ilişkisi, dizilerin etkisi, siyasette ve medyada yalan ve doğruluk üzerine konuştuk.
Sosyolog Dr. Feyza Akınerdem Kimdir?
Feyza Akınerdem Boğaziçi Üniversitesi’nde Sosyoloji lisans ve yüksek lisansını tamamladı. 2015 yılında City University London’ın Kültür Politikaları ve Yönetimi Bölümü’nde doktora çalışmasını tamamladı. İstanbul Şehir, Bilgi ve Boğaziçi Üniversiteleri’nde medya ve iletişim, sosyal teori ve nitel araştırma yöntemleri dersleri verdi. Akademik çalışmalarının yanı sıra, sivil toplum kuruluşları ile birlikte kadına yönelik şiddet, zorla erken evlilik ve kadınların üreme sağlığına erişim konularında araştırma projelerini koordine etti. Afet iletişimi, afete müdahalede ara mekanizmalar ve afet sonrası yaşamın yeniden inşası alanlarında çalışmaları devam etmektedir. Ayrıca, yerel ve uluslararası STK’lar, düşünce kuruluşları, araştırma şirketleri ve belediyelere araştırma ve danışmanlık hizmetleri vermektedir.
Ders olarak verdiğiniz ‘’Yalan Sosyolojisi’’ kavramını nasıl tanımlıyorsunuz? Bu kavramı tercih etme sebebiniz nedir?
Önce ismini koyup sonra bu başlığın altında nasıl sosyoloji yapılır diye kendime sorarak bu alanda çalışmaya başladım diyebilirim. Aslında medya çalışmaları yapıyorum. Yüksek lisans ve doktora çalışmalarım televizyon dizileri ve reality showlar üzerineydi. Daha sonra spesifik olarak peşine düştüğüm bir şey vardı. Medyanın kendi içinde bir düzlemi, normları, temsil biçimleri, türleri ve formları var ve bu bir tür örtü gibi hayatımızın üstünü örtüyor.
Neredeyse bir medya aracı kullanmadan hiç iletişim kurmuyoruz artık. Dolayısıyla medya araçları içerisinde gerçeğin, hakikatin ve doğrunun ne olduğuna dair çok sıkı tartışmalar var. Bu sorunun peşine düşmeye ilk televizyon dizileriyle yani kurmacayla başladım. Kurmacayı izleyen izleyicilerin kurmacanın içerisinde nasıl gerçekleri aradıklarını fark ettim. Reality Show bir yandan gündelik hayatın çıplaklığı ve çarpıcılığı üzerine sansasyonel bir format iken izleyicinin sürekli bunlar gerçek olamaz hepsi kurgu yani bizi kandırıyorlar yaklaşımıyla yaklaştıklarını gördüm.
Hakikati Bükme Biçimleri
Ben bu araştırmaları yaparken bir anda post-truth kavramı dünyada çok popülerleşti. Böylece ‘’hakikat’’ kavramının gerçekle, olguyla ve gerçeğin bükülmesi ile ilişkisini incelerken bir yandan da bunların içerisinden post-truth’u anlamaya çalıştığım bir serüven geçirdim. En son üniversitede hakikat ve hakikat sonrası üzerine bir ders açtım, daha sonra da bunu yalan sosyolojisi dersine çevirdim. Post-truth çok güncel ve popüler bir kavram olduğu için biraz mesafelenmek istedim, çünkü hakikat kavramıyla ilişkimizin ikirciliğini sadece post-truth kavramıyla anlayamayacağımızı fark ettim. Bunun yalan söylemenin bir biçimi olduğunu düşündüğümden çalışmalarımı yalan kavramına kaydırdım. Post-truth, propaganda ve yalan; kimi daha kitlesel, kimi iki insan arasındaki ilişkide tarif ettiğimiz kavramlar ama bunların hepsi birbiriyle çok ilişkili. O yüzden başta ‘’hakikati bükme biçimleri’’ diye isimlendirmeye çalıştım ve bunun içerisine kurmacayı, yalanı, popülizmi ve propagandayı da koydum. Halen yalanın kullanımları ve hakikatin nasıl kurulduğuna dair de tartıştığımız bir ders formüle etmeye ve yapılandırmaya çalışıyorum.
Veri ideolojisi, Hiper gerçeklik ve post-truth toplumsal gerçekliğe nasıl ışık tutuyor?
Verilerin aslında belli bir kurguyla bir araya gelmesi, gerçeklikle kurmacanın arasındaki sınırın biraz bulanıklaşmasına yol açıyor ve neye inanacağımız konusunda verinin ve olguların bile kafa karıştırıcı hale gelmesi gibi bir durum oluşuyor. Çünkü hakikat sonrası, herkesin kendi anlatısını seçtiği bir kavram. “Ben nasıl anlatırsam öyle olur ve bu hep böyleydi. İnsanlık tarihi boyunca böyleydi ve şimdi ben de bu oyunu oynamak istiyorum,” denilmesi bu. Bunun bir örneğini seçim sürecinde de gördük: Montajsa da montaj ben bu hikayeyi böyle kuracağım, denildi ve böyle kabul edildi. Kitleler inandığı müddetçe hakikat olduğu kabul edildiği kabul ediliyor.
Bu açıdan medya, yalanı kolektif hale dönüştüren bir araç mıdır?
Medyanın birçok etkisi var. En günceli, dijitalleşmeyle birlikte oluşan büyük veri denen bir olgu var artık hayatımızda. Büyük veriyi büyük ölçüde olgu, data ve veri olarak kabul ettiğimiz bir süreç içerisinde yaşıyoruz ve bu durum manipülasyona çok açık. Bunlar aslında bize binlerce birbiri ile çelişkili hikâyeyi aynı anda kurma gücü veren bir çeşit yıkıcı araç.
Medyanın atom bombası büyük data ve büyük veridir. Çok yıkıcı tarafları var çünkü bizim tam da en çok güven duymak istediğimiz konularda birbirinin tamamen zıttı hikayelerin kurulabileceği kadar manipülasyona açık bir alan.
Ama ben en son güncel olan bu hikâyeyi en baştan yani temsil denen kavramın ortaya çıktığı yerden ele alarak başladım. Modernlik tahayyülü aslında, temsil edilenle temsil eden arasında kopmaz bir ilişki olduğu varsayımına dayanır. Klasik dönem resimlerine ve portrelerini bakın, modern dönemin habercisiydiler. Zamanla daha mükemmeliyetçi temsiller ortaya çıktı. Daha sonra ise post modern sanat gerçeklikle ilişkisini giderek sorgulamaya başlayan temsil biçimleri, gerçekliğin kendisini sorgulamaya başlayan ve farklı hikâyeler kurulabileceğini ve bunu sanatla ve yaratıcılıkla yapılabileceğini söyledi. Bunları yavaş yavaş hakikatin bulanıklaşması, bükülmesi ve alternatif hikâyelerin de mümkün olabileceğini göstermesi açısından önemsedik. Ama bir taraftan da içinden bir tanesinin gerçek, diğerlerinin ise daha az gerçek ve geçerli olduğu bilgi hiyerarşisine ihtiyacımız var mı diye bugün yeniden sosyal bilimciler ve tarihçiler soruyorlar. Bir hakikat var mı? Biz bunu bilgi üretiminin merkezi haline getirebilir miyiz?
Gerçekliğin tanımını nasıl yapabiliriz? Ya da gerçeklik ve hakikatte hepimizin beraber ortaklaşması mümkün mü?
Gerçeğin ve hakikatin ne olduğuna dair tartışmalar ve gerçeğin temsil edilmesi yönündeki insanların büyük tutkusu medya araçlarına ve tasarımına da yansıdı. Çünkü gazetecilik ve habercilik, olgusal bir olayı kitlelere duyurma yönünde büyük bir motivasyon içeriyor. Radyo ve daha sonra televizyon bir vakayı giderek genişleyen kitlelere anlatma çabasına girdi.
Medya Manipülasyonu ve Milliyetçilik Örneği
Her bir medya aracı yeni bir çerçeveleme tekniği kullanır. Ses, fotoğraf ve video gibi bu çerçeveler bize aslında olayın bir kısmını gösterirken bir kısmını dışarıda bırakır. Bunlar bizim kültürel, normatif, ideolojik ve dini yaklaşımımızla şekillenmektedir. Dolayısıyla medya manipülasyonu kitle iletişim araçlarının kurulduğu anda başlayan bir iştir. Örneğin milliyetçiliğin ortaya çıkışıyla gazeteciliğin, daha doğrusu matbaa arasında doğrudan bir ilişki olduğunu biliyoruz. Klasik sosyal teori çok doğru, çünkü milliyetçi ideoloji tam da ‘’biz kimiz?’’ sorusuna kitlesel olarak aynı cevabı verecek insanlar üretmektir.
‘’Hepimiz Türk’üz’’, peki bunu nereden öğrenip göreceğiz? Her şeyden önce kitaplarda ve gazetelerde göreceğiz. Aynı satırlar, kavramlar ve tanımlar okudukça bizim hakikat dediğimiz hepimizin aynı milletten olduğu hikayesi bir şekilde kitlesel medya ve iletişim araçlarıyla mümkün oldu. Bu da ulus devletleri ve milliyetçi ideolojiyi doğurdu. Bu zaten tek başına manipülatif bir anlatıdır. Manipülasyon sadece bugün değil, kitle iletişimi çıktığından beri var. Ancak her yeni teknoloji bu konuda yeni imkanlar getiriyor.
Özellikle devletlerin tekelinde olan medyanın ne kadar düzleyici, nüansları yok eden ve farklılıkların üstünü örten ve bu açıdan aslında şiddet içeren anlatıları kitle iletişim araçlarıyla yayan bir yapısının olduğunu biliyoruz. Buna Dünya savaşları döneminde propaganda deniyordu, şimdi post-truth deniyor. Araçlar değişti ama çok benzer mekanizmalarla ve teknolojilerle gerçeğin büküldüğü düşünüyorum.
Peki bu durumu siyaset sosyolojisi ile ilişkilendirebilir miyiz?
Siyaset ve Popülizm Etkileşimi
Ben siyaset sosyolojisine bu yalan hikayesiyle birlikte biraz girdim ve popülizm okumaya başladım. Siyaset ve kültür arasındaki ilişkiyi görmeye nihayet başladığımız için, siyaset gibi ciddi bir müessese ile popüler kültür gibi sıradan insanların sıradan hayatlarındaki eğlenceleri arasında bir epistemolojik bir hiyerarşi kuruluyordu. Bu hiyerarşi yavaş yavaş yok oluyor.
Hem siyasetçiler popüler kültür araçlarını ve imgelerini kullanıyor hem de popüler kültür siyasete doğrudan etki ediyor.
Bu alan çok geçişken. Demokrasi bir gerçeği anlatıp onun etrafında insan toplama işi değildir, kitleleri mobilize etme işidir. O insanları toplayacak gerçeği ve hikayeyi bulma işidir. Bu da zaten her zaman o hikâyenin gerçeği biraz bükmesiyle mümkün.
E. Laclau’nın söylediği gibi “Siyasetin kendisi popülisttir.” Popülizm siyasete içkin bir kavramdır. Çünkü hep kitleleri mobilize etmeniz gerekir. Popülizm ile kitle yaratıp o kitleyi belirli arzular ve hikayelerle bir öznel harekete geçirirken sadece hakikatin altı oyulmuyor. Aynı zamanda kitleler mobilize ediliyor. Ortak kimliklenme biçimleri ve hareket alanları çıkıyor.
Hakikati bükme meselesinde yalanın kullanılması bir zorunluluk mudur?
Hakikati bükme kavramı aslında bir tane hakikatin olduğunu varsaydığı için sosyolojik olarak biraz sorunlu bir kavram. Halbuki bir durum ortaya çıktığında ve yaşandığında ilk anlatıldığı andan itibaren bükülmeye başlar. Örneğin Maraş’ta ve Hatay’da çok büyük depremler oldu. Ortaya çıkan yıkımın çeşitli nedenleri var ve bunlar bilimsel olarak ölçülüp biçilip raporlanabilecek gerçekler gibi duruyor değil mi? Halbuki bu ölçeklendirme, değerlendirme ve tespit mekanizmaları hem bilimin hem devletin hem gözlemcilerin hem analizi yapan bilim insanlarının bakış açısına, beklentilerine ve zorlamalarına göre bu hikâye bükülebilir ve değiştirilebilir. Yani istatistikle, hikâyeyle, sebeplerle ve sonuçlarla oynayabilirsiniz. Bu kadar büyük katmanlı ve bize uzak bir veriyle nasıl tek bir hakikat anlatacaksınız? Var mı tek bir hakikat? Ölçeği küçültelim; depremi yaşamış olan bir tek insanın deprem anlatısı tek bir hakikat olabilir mi? Olamaz. Ama hakikat midir? Evet.
Dolayısıyla “Bir tane hakikat var ve biz onu açığa çıkaracağız,” demek aslında kendi başına ideolojik bir yaklaşımdır. İyi veya kötü niyet meselesi değildir. Kimisi bunu bilimsel, etnografik, gazetecilik ya da politik yöntemlerle yapar ve ortaya koyar. Dolayısıyla katman katman hakikatler var ve o hakikatler çeşitli çıkarlara, beklentilere ve zor kullanmalara göre gücünü ve etkisini kaybediyor veya daha güçlü ve daha etkili hale geliyor.
Herkesin aynı anda aynı şekilde hakikati bükme ihtimali var mı peki?
Aynı anda aynı şekilde, aynı anda farklı şekillerde de bükülebilir. Bunu bir savaş alanına çevirebiliriz. Şu anda yaşadığımız aslında böyle bir savaş ortamı. Herkes kendi hikayesinin ve kendi hakikat bükmesinin toplumun genelinin çıkarlarına daha uygun olduğunu söylüyor. Bu da hakikat sonrası dönemin özelliği. Herkes kendi hikâyesinin gerçek olduğunu iddia etmiyor. Bunun yerine herkes, çıkarlara daha uygun hikâye anlatıyorum, diyor.
Bu durumda kazanacak olan medyayı ve kamusal iletişim araçlarını elinde bulunduranlar olacaktır diyebilir miyiz?
Bu üzerine hep düşünüp tartıştığımız bir şey. Bunu bir tek medya mı belirliyor? Mesela iki seçim arasında İstanbul’un yoksul mahallelerinde bayağı gezip görmek istedim bu süreci. Çok çarpıcıydı. Girdiğimiz evde TRT’nin kanalları, A Haber ya da Kanal 7 açıksa öyle bir bilgi ve duygu kuşatması var ki bu kuşatmanın içerisinden çıkmak için gerçekten oldukça yüksek bir irade gerekiyor. Bunu sorgulamak ve kanal değiştirmek için çok güçlü bir motivasyon gerekir ve bunu ne sağlayabilir? Bunun gücünü asla küçümsemiyorum. Ama diğer tarafta bunların gerçekten doğrusal sonuçları olmayabilir. Bunlara rağmen etkili bir lider, güçlü bir anlatı ve büyük bir mobilizasyonu olmadan muhalefet seçimlere kadar büyüyerek geldi. Bunu da kabul etmek lazım. Dolayısıyla bu etkinin aynı zamanda tepkisel bir tarafı da oluyor. Büyük bir fanus ama o kadar ince ki hemen çatlayabiliyor ve o çatlaklardan her an yeni hikâyeler çıkabiliyor. Güçlü olduğu kadar kırılgan da bir sistem bu. Demokrasi de bunu mümkün kılan bir politik tahayyül.
Bu devasa manipülasyonu bertaraf etmenin çaresi karşı bir yalan politikası mıdır? Bunun dışına çıkmanın başkaca bir yolu var mı?
Bu sorunun cevabı bilinseydi seçimleri muhalefet alırdı. Maalesef hâlâ buna bir formül bulunamadı.
İlk seçimde milliyetçilik revaçta göründü. İkinci turda muhalefetin de milliyetçiliğe yönelmesi bir örneklem olabilir mi?
Bunun bir getirisi oldu mu bilmiyorum. Muhalefet alternatif yalanlar üretmekten çok, motivasyonlar, duygular ve güven üretmek konusunda biraz zayıf kaldı.
Mesela bence yolsuzlukları ifşa edip yargılayarak siyaset yapmak oldukça zor. Bu demek değil ki sen de yalan söyle ve ahlaksızlık yap. Ama Türkiye’de yolsuzluk en küçük vatandaştan en büyük çok ortaklı şirkete kadar herkesin ucundan kıyısından parçası olduğu bir iş.
Türkiye’de hiçbir zaman işlerin yoluna yordamına uygun olarak yapılmayacağına dair kolektif bir inanç var. Örneğin deprem öncesi depreme dayanıklı olmayan binalara verilen ruhsatlar ve yapılan imar affı, devlet ve vatandaş arasında sessiz bir anlaşmadır. İşte buradaki ortaklığı ortaya çıkarıp doğruyu söylersen kötü taraf olursun. Çünkü onlar kendi aralarında uzlaşmışlardır. Dolayısıyla vatandaş yolsuzluklara karşı bir söylemde öncelikle kendini tehdit altında hisseder. Vatandaşı bu suç ortaklığına mecbur bırakmayan ve kendini de tehdit altında hissetmeyeceği bir siyasal söylem nasıl kurulabilir, bu sorunun cevabını bulmak lazım.
Belli bir etkileşim içerisinde ortaya çıkan şey bizim hakikatimiz haline geliyor. İktidar ya da muhalefet için de aynı durum geçerli. Bu kadar çok manipülasyonun olduğu bir ortamda hakikate nasıl ulaşacağız?
Hakikat zemini kurmak için bir memleketin nesnesi, öznesi nedir, konusu, amacı ve hedefi nedir, bunları iyi belirlemek gerekiyor. Genelde siyasal hareketler; feminizm, sosyalizm, milliyetçilik, ulusalcılık, sağcılık veya solculuk, aslında kendi hakikat düzlemleri içerisinde gerçeği ifade ederler. Bunların bizi bir gerçeğe doğru götürmesi gerekir. Bütün bir Marksist teori, doğrusu bir yabancılaşma hikâyesidir. Emekçi ile ürettiği ürün arasındaki uzaklaşmanın bir artı değer üretmesidir. Arada bir boşluk var ve mesele, o boşluğu kapatmak. Bu boşluğu nasıl kapatacağız ve yeniden nasıl buluşturacağız? Bu boşluğun adı yalan aslında. Sosyalizm, metodolojik olarak doğruyu ve hakikati haykırdığını söyledi. İslamcılığın da aynı şekilde bir hakikat anlatısı var ve bunun içerisinde doğrular, yanlışlar, yaşanmışlıklar, yaşanmamışlıklar, geçmiş ve gelecek hepsi var. Sorumuza tekrar dönersek zaten siyasal hareketler bu metotla ilerliyor.
Demokrasi; Hakikat Anlatısını İmkansızlaştıran Metodoloji
Demokrasi enteresan çelişkileri olan bir siyaset metodu, çok ilginç, bu metot kendi başına bir hakikat anlatısı olmasa da diğer bütün hakikat anlatılarını imkansızlaştıran bir metodoloji. Demokrasi vazgeçemeyeceğimiz ve hep isteyeceğimiz bir mekanizma ama bir yandan da çelişkileriyle yaşamak zorunda kaldığımız siyasal bir metot ve hayat tarzı.
Yani siz istediğiniz kadar kendi hakikatinizi anlatın, diğerinin hakikati daha çok güçlendiğinde sizinki yalan olur.
Demokrasiyi farklı doğruların birlikteliği olarak mı düşünmek yoksa biri doğru diğeri yanlış olarak mı değerlendirmek gerekir? Uzlaşı ile ortak hakikate eşit mesafede duramaz mıyız?
Bunu eğer farklılıkların bir arada olmasıyla tarif edersek siyasetin bir güç ve iktidar meselesi olduğunu unutmuş oluruz. Bu ideolojilerden biri ya da bir kaçı güçlenerek yönetici ve karar verici olacak. Demokrasi oyununun şartı bu. Birileri güçlenirken güçlü olanın haklı olduğu bir düzleme geleceğiz. Bu haklı olma durumuna dair insanlık tarihi boyunca birtakım normatif çabalar verilmiştir. Örneğin Avrupa’da faşizmin yükselmesi, İkinci Dünya Savaşı ve Holokost vb. bütün bunların yaşanmasının sonucunda insan hakları diye oldukça normatif bir metin çıkıyor. İnsan hakları hepimizin bağlı olduğu bir norm oluyor. Hangi din, millet ve ideoloji olursa olsun bütün Avrupa toplumları bu haklar alanında uzlaşacak ve bu hakların dokunulmazlığı olacak. Bu yeni bir hakikat algısı ve normatif bir araç değil mi?
Demokrasi bir uzlaşı meselesidir zaten. Ancak benzer düşüncelere sahip değilsek daha zor uzlaşırız ve uzlaşma için siyaset yaparız. Mesela neyi önce ve neyi sonra söyleyeceğime dair bir strateji üretirim; önce sizin kabul edeceğiniz bir anlatıyı öne alırım, daha sonra sizin için zor kabul edilecek bir tarafını dile getiririm. Bu yalan söylemek değildir ama bu bir taktiktir. Uzlaşmak istediğimiz zaman genelde taktiksel olarak yaklaşırız. Örneğin Türkiye’de bir barış süreci yaşadık ve bu süreçte bir sürü taktik konuştuk değil mi? Neyin önceliği var, neyi kamusal alanda dile getirmek lazım, kimler bunun parçası olmalı vs. Bu da bir uzlaşı çabasıydı. O uzlaşı çabası bazen çok büyük bir efor gerektirirken, kimi zaman daha küçük bir efor gerektiriyor. O efor ne kadar güçlüyse biz zannediyoruz ki hepimiz aynı gerçeklikte yaşıyoruz. Halbuki mesele hepimizin aynı gerçekliği yaşaması değil hepimizin uzlaşmaya daha açık olması.
Mesela hep sol hareketlerin nasıl bu kadar bölündüğünü konuşuruz. Tek bir hakikat ararsan sürekli bölünürsün. Hepsinin çok güçlü bir anlatısı var. Hiçbiri diğerini yenemez ama diğeriyle yan yana da yaşayamaz. Geçici, arızi ve daha zayıf aidiyetlerle yürümek yerine tek bir hakikat anlatısına bağlı kalma motivasyonu da böylece solu hep fraksiyonlara böler.
Yapılması istenen bir şey için önce rıza toplumu oluşturuluyor ve eksik kalan noktalar da diziler gibi etkileşimler üzerinden normalleştiriliyor. Buna karşı alternatif bir değerler toplumu nasıl oluşabilir?
Toplum zaten bir değerler toplumu aslında. Şimdi dizilerde, haberlerde, ulusa seslenişlerde, canlı televizyon yayınlarında vs. bunların içerisinde bazen birbiriyle çelişkili bile olsa belirli anlatılar dolaşıyor ve boşluklar dolduruluyor. Kimisi ‘’Diriliş Ertuğrul’’ gibi tarihi ve mistik anlatılar kuruyor, kimisi de ‘’Gönül Dağı’’ milletin gündelik hayatı, sevmesi, ailesi, ilişkileri nasıldır gibi bir fantezi dünyası kuruyor. Bunların hepsi kendi içerisinde tam tutarlı olmasa da uzlaşmış hikâyelerdir.
Uzlaşma, Cumhuriyet tarihi içerisinde hiçbir zaman hegemonik ve egemen olamamış. Bastırılmış hikyelerin geri dönüşü de söz konusu. Mesela, tek bir resmi tarihi anlatısından çıkıp alternatif bir Abdülhamid anlatısı yapmaya çalışan ‘’Payitaht Abdülhamid’’ dizisi…Gerçek mi, yalan mı, kurmaca mı? Zamanla önemsizleşiyor. Çünkü devlet televizyonundan bastırılmış bir tarihsel karakterin yine çarpıtılarak anlatılması durumu var, tamamen Necip Fazıl’ın anlatısına dayanan ve tarihi gerçeklerle çelişen bir geri dönüş söz konusu. Üstelik bugünün siyasetine dair alt mesajlar ve anlatımlarla geri dönüyor.
İzleyicide bastırılmış kimliklerinin, hayat tarzının, ötekileştirilmiş inanç ve düşünce biçimlerinin ortaya çıkışı olarak yaklaşabildikleri hikâyeler oluyor genelde. Yüzyıllık bastırılmışlığın ve dışlanmışlığında kolay kolay hesabının sorulacağını düşünmüyorum. 2023 seçimleri biraz da bunu gösterdi bize. Seçmen, “Bu devrimi elimizden alamayacaksınız,” dedi.
Türkiye’de çok çeşitli kesimler derin sancılar yaşadı. Bugünkü medya ve iktidar gücüyle yalan siyasetinden yüzleşme ve toplumsal demokrasi imkanı ve çıkış yolu var mı?
Böyle bir seçenek varsa o da insanın kendi mayasında. Hepimizin içinde, bir şekilde, bambaşka bir hikâyeye ikna olmaya dair bir potansiyel var. O potansiyeli harekete geçirecek siyaseti yapabilmek önemli. Gördük ki o siyaseti, Türkiye’nin ‘’eski sahipleri’’ yapamıyor. Bunu denedik. “Cumhuriyet sizin ve en güçlü siyasi aktör sizsiniz, hadi buyurun sahneye,” dedik ve yapamadılar. Güçleri, metotları, düşünme biçimleri buna yetmedi. Hatalarınızı görün bunlarla yüzleşin ve yeni bir hikâye anlatmaya çalışın denildi ama olmadı. Cumhuriyet’in eski sahipleri bunu yapamadı. Demek ki Türkiye’nin yeni sözler, hikayeler ve motivasyonlar üretmesi gerekiyor. Peki bunu kim yapacak? Kimisi diyor ki gençler yapacak ama ben diyorum ki bunu kadınlar yapacak. 20 yılın sonunda, bastırılmış hikayelerin, geri dönüşün ve yeniden ortaya çıkışın güçlenmesi ve bu yönde bir siyaset yapılması gerekiyor.
Doğruyu tekleştirmek yerine doğruların çokluğunun bir hak olduğunu kabul etmek bir çözüm olabilir mi?
Hak söylemi çok önemli. Ne kadar zor olsa da yine hakikatin bir hak olması, hakikate erişimin bir hak olarak tanınması, siyaset metodolojisi ve stratejisi olarak işe yarayabilir. Bunun ötesinde uzlaşı mekanizmalarının hak ve etik temelli olarak kurulduğu siyasete ihtiyacımız var. Türkiye’de siyasi partiler yasası, teamülleri, işleyişleri, güçlü erkeklerin ve piyasanın eski dışlayıcı alışkanlıkları, çıkar ilişkilerinin yönettiği siyasi partiler içerisinden etik bir anlayış çıkmayacak.
Uzlaşı, etik, hakiki yakınlık üreten, eşitlikçi ve adil bir dünya isteyen bir siyaset büyük ideolojik, Sosyalist, İslamcı vs. büyük kadim anlatılarla değil, daha küçük, yerel ve etkili mobilizasyonlarla olmalıdır.
Bunun yapılabilmesi için öncelikle siyasi partilerin işleyişini toplum olarak çok ciddi şekilde sorgulamamız lazım. Bunu görmeden istediğimiz kadar kitle iletişim araçlarını ya da sosyal medyayı kullanarak yeni hikâyeler kuralım, yetmez, orada bambaşka bir işleyiş var. Seçim sürecinde bunu daha yakından görmüş olduk.
Vicdanın ve fıtratın yalana karşı bir direnci var gibi. Mahcubiyet duygusu da yalan söylemenin önünde bir duvar. Üstüne dijital dünyada teknik olarak yalan söylemek neredeyse imkansız çünkü hemen açığa çıkabilir. Ona rağmen neden yalan bu kadar rağbet görüyor?
O fıtri dediğiniz şeyin aslında tarihsel bir ahlaka ve etiğe dayandığını gösteriyor. Fıtri değil de öğrenilmiş ve disipline edilmiş. Eğer fıtri olsaydı çocuklar önce doğruyu söyleyip sonra yalan söylemeyi öğrenirlerdi ama öyle değil. Yani biz yalan söylememeyi öğreniyoruz. Aslında bu bir gelişim ve büyüme meselesi.
Yani büyümek sorumluluk almak demek ve o sorumluluğu bir kul, insan ve vatandaş olarak aldığımız zaman gerçekten büyümüş oluyoruz. Duygusal bir motivasyon ile kendimizi disipline ediyoruz. Yalan söylemekten korkuyoruz, içimiz titriyor. Çünkü kendimizi bu yönde disipline ediyoruz. Böyle özneleşiyoruz. Müslüman bir özne oluyoruz.
Diğer taraftan bu huzursuzluğu yaşamanıza neden olan duygu durumumuzla etik arasındaki bağ koparıldığında yani etik üzerinde uzlaşmadığımızda ve disiplinden geçmediğimizde, ayrıca dijital medya bize çok rahat yalan söyleme ve yargılanmama ayrıcalığı verdiğinden çok daha kolay yalan söylenebiliyor.
Sadece dijital medyanın ve teknolojik imkanların etkisiyle olmuyor bu. Günümüz sosyolojisinde ve siyasetinde yalan, daha az yargılanıyor. Yalan adeta bir etik mesele olmaktan çıkmış durumda, bir oyun, eğlence, keyif alma, dalga geçme, güçlenme ve hayranlık üretme mekanizması. İyi yalan söylüyor diye bir siyasetçiyi beğenebilirsiniz. O etik uzlaşı ortadan kalktığı için artık daha kolay yalan söyleniyor.
Doğruya ve gerçeğe erişim konusunda özellikle gençlere nasıl bir tavsiyede bulunursunuz?
Bence gençler zaten kendi yollarını buluyorlar. Ben tavsiye vermekten çok onları izlemeyi tercih ediyorum. Benim de 14 yaşında ikiz kızlarım olduğu için onların gerçeklerle, yalanlarla ve normlarla nasıl başa çıkmaya çalıştıkları görmek benim için çok önemli. Çocukken konuşmaya ve dünyayı tanımaya başladığımızda önce neyin doğru ve neyin yalan olduğunu bilmiyoruz. Özellikle 4-5 yaşlarında. 5 yaşında bir oğlum da olduğu için yalan kavramını, bu ara bir de onun gözüyle görüyoruz. Bir şeyin ağızdan çıkmasıyla yaşanması arasında bir uzlaşı olması gerektiğini yeni anlıyor.
Bu da bir keşif. Doğruları, yalanları ve değer yargıları içeren bu kavramları öğrenmemiz çok zaman alıyor. Daha sonra tüm bunlar o kadar doğallaşıyor ki baktığımız yerde hepimizin aynı şeyi gördüğünü varsayıyoruz. Aslında bu varsayımla güven ihtiyacımızı da bir şekilde tatmin ediyoruz.
Kitaplığa baktığımız zaman kitap gördüğümüz konusunda hepimiz uzlaşmış durumdayız. Belki kitap yok orada. Ama hepimiz bu konuda uzlaşmış olduğumuz için güven içerisindeyiz. Bastığımız zaman yer çekiminin bizi ayakta tutacağına olan tekrar tekrar deneyime dayalı bir inancımız olduğu için güvenle yaşıyoruz. Çocuklardaki o güven duygusu ergenliğe doğru yavaş yavaş sarsılmaya başlıyor. Çünkü tam da o zaman farklı ve alternatif hikayelerle karşılaşmaya başlıyorlar. İkiyüzlülüklerle karşılaşıyorlar ve bu onları önce bir bunalıma sokuyor, sonra da bunlarla oynamayı öğrenmeye başlıyorlar. Bunun pedagojik bir tarafı kesinlikle var. O yüzden gençler yeni teknolojik araçlarla, yeni ilişki ve yakınlık kurma biçimleriyle bu meselelerle başa çıkma yolları bulacaklar ve bize de gösterecekler diye umuyorum.