Bediüzzaman Said Nursi’nin 112 yıl önce 1911’de Şam Emeviye Camisinde verdiği müthiş bir sosyo-siyasal hutbe olan ‘’Hutbe-i Şamiye’’nin bazı önemli noktalarına değinmek istiyorum. Müthiş bir hutbe diyorum çünkü verdiği mesajlar hâlâ güncelliğini korumaktadır. Yaklaşık on bin kişilik bir cemaate/topluluğa verdiği eşsiz bir manifesto olarak değerlendirebileceğimiz adalet ve ahlak hutbesinde öncelikle İslam aleminin en büyük hastalıklarını teşhis ediyor.
Genelde hutbeler bir ayet ve(ya) bir hadis-i şerifle başlar. Said Nursi de ilginç bir tercihte bulunarak binlerce hadis-i şerif arasından Hz. Muhammed’in (a.s.m) meşhur ahlak hadisini seçmiştir. ‘’Ben, ancak güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim’’ hadisini İslâm Alemine okuduğu tek hutbesinin başına almakla kritik sosyo-siyasal mesajlar veriyor. Yerinde bir cüretle öncelikle sizin bir ahlak sorununuz var diyor. Yapmanız gereken şuna buna sataşmak değil ciddi bir özeleştiride bulunmaktır diyor. Durum gerçekten de böyledir.
Bu anlamda doğruluk ve adalet olmadan güzel ahlâktan, güzel ahlâk olmadan Doğru İslâm‘dan ve diğer bir deyişle Büyük İnsanlık’tan bahsedemeyiz.
Nitekim Hz. Peygambere bir sahabe tarafından soruluyor; Bir Müslüman, Mümin ya da ümmetim şu günahı işler mi? Mesela hırsızlık yapar mı? İçki içer mi? Vs. Cevaben; evet bazen yapabilir, insandır nefsine uyar… Peki yalan söyler mi? denildiğinde ise Hz. Muhammed hiç tereddüt etmeden; hayır, asla ve kat’a diyor. Kesinlikle ümmetim yalan söylemez! Nitekim ahlakın da özü ve temeli doğruluktur. Hz. Peygamber’in Kur’an’dan sonra en büyük mucizesi ahlakı iken, biz Müslümanlar maalesef Peygamber’in ahlakından fersah fersah uzaktayız. Bugünkü İslam aleminin yaşadığı sıkıntıların temelinde hem ahlaksızlık hem de çeşit çeşit istibdatlar dediğimiz despotlukların her tarafa yayılmış olması yatıyor.
Yine Bediüzzaman, Muhakemat adlı eserinde İslam güneşinin tutukluluk yapmasının yani tutulmasının sebeplerini izah ederken 4 sebebin Müslümanlara ait olduğunu, 4 sebebin de ecnebi dediğimiz Müslüman olmayan yani Avrupalılara dayandığını söyler. Avrupalılar kendi hastalıklarıyla bir şekilde mücadele ettiler. Aydınlanma, Fransız ihtilali sonrası hürriyetperverlik, özgürlükler, demokrasi, fen bilimleri, özgür düşünce gibi çareler arayarak kendi hastalıklarıyla mücadele ettiler. Fakat biz Müslümanların yeterince bu özeleştiriyi yaptığımız ve kendi hastalarımızla yeteri kadar mücadele ettiğimiz söylenemez.
Bugün İslam alemi çeşit çeşit yolsuzluklarla, ahlaksızlıklarla ve despotluklarla yönetiliyor. Maalesef uluslararası araştırmalar ve istatistikler de İslam aleminin; mesela şeffaflık endeksi, özgürlük evi-dünyada özgürlük raporları, dünya mutluluk sıralaması gibi çeşitli toplumsal müesseselerin yaptığı değerli şahitlik ve tanıklıklara göre İslam ülkeleri dip yapmış durumda. İyi ve kaliteli bir hayat standardından epey uzakta büyük bir çöküntü içerisinde yaşıyoruz.
Peki ne yapmalı? Said Nursi’nin Şam hutbesinde verdiği mesajlarla bir an önce yüzleşerek Müslümanların ahlaksızlık ve despotlukla mücadele etmesi ve bunun için de gerekli olan alt zeminin sağlam bir şekilde inşa edilmesi lazım. Bu da okumakla, eleştiri ve muhalefet kültürünü beslemekle, özgür düşünceye değer vermekle, farklılıklarla beraber ortak yaşam becerisiyle, fen ve din bilimlerini beraber ele alan yeni bir formasyon ile dinci-milliyetçi değil özgürlükçü dindar nesiller yetiştirmekle ve demokratik müesseselere gerekli desteği vermekle olur.
Şunu da ilave etmekte fayda var; dinci, milliyetçi ve despot bir sistemin panzehiri ateizm, deizm, tek parti dönemi laikliği değil özgürlükçü dindarlıktır. Despot dinci iktidarlarla dinden uzak kalarak etkili bir muhalefet sergileyemezsiniz. Aksine ancak özgürlüklere, ahlaka, hukuka ve adalete sahici vurgularla olumlu sonuçlar elde edebilirsiniz…
Bu süreçler tabi ki bir anda olacak bir şey değil, çok aşamalı bir süreç gerektiriyor. Buna paralel olarak işte bir yandan akıl-nakil problemini çözebilmek ve taassupla mücadele etmek, bir yandan da güce yaslanan iktidarların otoriter ve totaliter karakterlerini terk etmesini sağlamak gerekiyor.
Bugün İslam coğrafyası maalesef zalim ve mazlum kaynıyor. İktidarların ahlak ve adalet endeksli hareket etmediklerini ve böyle bir kaygı taşımadıklarını biliyoruz. Ümmet dediğimiz koca topluluklar ve koca toplum bu iktidarları denetlemekten, sorgulamaktan yeri gelirse daha iyisiyle değiştirmekten aciz durumdalar. Böyle bir bilinç taşımaktan ve irade sergilemekten de bir hayli uzaklar. İnsanların siyaset, medya ve diyanet kurumlarına güveni kalmamış durumda.
Ahlak, adalet, şeffaflık, doğruluk, mutluluk endeksinde dip yapan İslâm ülkelerinde insanlar kaçan kaçana, denizlerde boğulan buğulana. Emniyet ve barış coğrafyası olamıyoruz. Tam tersine, coğrafyamız hamasetle, şişirilmiş milliyetçilik ve dincilikle, üretilmiş kin ve düşmanlıkla oldukça gergin.
Buna rağmen bolca yalan duyarız; ekonomimiz çok iyi, derdimiz mevki makam değil milletimizdir, bizi kıskanıyorlar, Cumhuriyetten beri diri tutulan iç ve dış düşmanlar, ezan bayrak düşmanları, beka sorunu vs.
Yalana revaç gösteren ve kendisini doğruluktan uzaklaştıran her siyaset otoriterliği ve totaliterliği güçlendirip aldatmayı ve gerçeklikten kopmayı besler.
Yine ekonomimiz adil değil, bütçe harcamaları şeffaf gitmiyor, ileri demokrasi denilince akla gelen siyasal seçimlere bakıyorsunuz; sahtekâr iktidarlarla beceriksiz muhalefetin yarıştığı şeffaf ve adil olmayan süreçler…
Suç karnemizde çok kabarık; fuhuş, uyuşturucu oranlarında yüzde yüz artışlar, cinsel suçlar, çocuk istismarı, darp, gasp, hayvanlara şiddet gibi her türlü ahlaksızlığın tavan yaptığı ülkede cezaevleri siyasî suçlarla ve muhaliflerle dolu. Üstüne bunların maalesef toplum tarafından kanıksandığı ve toplumun bu durumu değiştirebilecek bir iradeden yoksun olduğu sır değil.
Bu durum da bugüne has değil, eskiden beri benzer şekilde devam ediyor. Cumhuriyet’in ilk yıllarında mesela takrir-i sükûn kararları ile bakıyoruz müthiş bir güç gösterisi var ve baskı rejiminin kurumsallaştırıldığı görülüyor. Daha ikinci meclis döneminde tüm milletvekillerin Mustafa Kemal tarafından tespit edildiği, muhaliflerin kadro dışı bırakıldığı gerçeği var. O tarihten bugüne Kürd’ün Türkü, Laz’ı, Çerkez’i ile koca toplum açlık ve korku sarmalında debeleniyor.
Kutsanan devlete, vatana, güvenliğe feda edilen sıradan halklar, haklar ve hürriyetler gerçeği ile yüzleşmediğimiz müddetçe anlamlı ve olumlu değişimleri deneyimlemek çok zor.
Tabi ki elimizde sihirli değnek yok. Olağanüstü kurtarıcılar ve mucizeler beklemek de doğru değil. Başarıya götürecek çare Kur’an’ın, Hz. Peygamber’in mesajlarını doğru anlamaktan, zamanın dilini iyi çözümlemekten ve iyi bir çabadan geçiyor. Vahyin mesajını, geleneği küstürmeden çağın ihtiyaçlarına uyarlayabilen denge insanı Said-i Nursi’ye kulak verdiğimiz zaman ‘urvetü’l-vüska’ dediğimiz kopmaz ve sağlam halatın doğruluk olduğunu öğreniyoruz. Başta siyaset erkanı ve dinciler olmak üzere toplumun tüm kesimlerinin yalandan uzaklaşıp doğruluğa el atması şarttır.
‘’Her şeyden evvel bize lazım olan nedir?’’ diye kendisine sorulduğunda Bediüzzaman’ın cevabı doğruluk olur. Ardından; Sonra ne lazım? denildiğinde cevabı yine sıdk olur. Daha sonra ne lazım diye sorulduğunda bu defa da yalan söylememek der! Dikkat ederseniz üç sorunun cevabı da aynı anlamdadır. Burada anlaşılması gereken şu ki; biz hepimiz yalandan uzaklaşıp doğruluğa el atacağız ve doğruluğa sarılacağız. Yılandan ve akrepten çekinir gibi yalandan çekineceğiz. Her sözün doğru olması dinî bir zorunluluktur. Hayatında yalanı olmayan bir zat olarak Hz. Peygamber doğruluk ile en yüksek mertebeye çıkmıştır. Onun etrafındaki arkadaşları sahabeler de başka değil sadece yalandan uzak durarak doğrulukla en yüksek mertebelere çıktılar.
Görmezlikten gelemeyiz; mukaddes Kur’an, ilk 12 yılda Mekki ayetlerle insanları hep tevhidle beraber güzel ahlâk ve adalet kriterlerine davet etmiştir. 10 yıllık Medeni ayetlerde ise iman, ahlâk emirlerine cuma namazı, oruç, örtünme, maddi cihad gibi ibadetleri eklemiştir. Özetle; Allah (c.c) namazı, orucu, cihadı vb. ibadetleri iman ve ahlâk barajını geçen ideal bir topluma yüklemiştir. Şunu da ilave edeyim: Mucize Kur’an’ımız iman edenlerden; sağcı-solcu, dinci-dinsiz demeden sadece “doğrularla beraber olmalarını” (Tevbe: 119) istemektedir. Demek ki farklı ırk, dil, mezhep, din vs. hepsini içeren nitelikli çoğulcu bir ümmet anlayışıyla; öncelikle yalandan uzak kalarak, doğruluğa, ilim ve bilime sarılarak var olan sefaletten, çürümüşlükten kurtulmanın ilk adımları atılmalıdır. Bu öncülleri hak, hukuk ve adalet kriterlerine sarılmak takip edecektir. İnsanlar için ortaya çıkarılan hayırlı ideal bir toplum bugün insanlık kavmine öcü olarak görünüyorsa hepimize geçmiş olsun.
Onun içindir ki Said Nursi’nin Hutbe-i Şamiye’deki en büyük mesajı yine yalandan uzak kalıp sıdka yapışmaktır. Ancak ümitle ve doğrulukla bu hastalıklarımızın üstesinden gelebiliriz. Elbette sürekli doğruluk ve ümitle beraber büyük çaba ve gayret lazım!