Ondokuzuncu yüzyılın önemli düşünürlerinden Karl Marx, insan ve toplumu yorumlarken bütün ilişkilerin temelinde alt yapı olarak tanımladığı ekonomiyi görür. Marx için ekonomik uğraşlar ya da alt yapı, üst yapıyı belirleyen temel unsurdur.
İnsanların huzur içinde yaşayabilmesi, sınıfsız bir toplumun oluşturulabilmesine bağlıdır. Sınıfsız ve sömürüsüz toplumun oluşturulabilmesi ise kapitalist ekonomiye karşı etkin bir mücadele verilerek gerçekleştirilecektir.
İnsanlığın gündemine girdiği andan beri tartışma yaratan, en önemli kavramlardan biri olan kapitalizm ve kapitalist ekonomi biçimlerine modern öncesi çağlardan itibaren rastlanılabilir. Fakat modern öncesi dönemde dinsel ve siyasal erkin bu ekonomi biçimi üzerinde etkin olduğu ve kapitalizmin denetlenebildiği görülebilmektedir. (Marshall, 2020)
Kapitalizm Çıkmazı
Ondokuzuncu yüzyıl ve sonrasında ise kapitalizmin bağımsızlığını ilan ederek bütün otoriteleri karşısına aldığı bir versiyonuyla karşılaşmaktayız. Kapitalizmin bu başarısı, onunla ilgili pek çok yorumun yapılmasına sebep olmuştur. Örneğin Karl Marx kapitalizmi, sömürü düzeninin sorumlusu olarak görürken Max Weber, püriten bir dindarlığın kapitalizme ruh verip onu yücelteceğini savunur. Kapitalizmi açıklayan, eleştiren ya da savunan yorumlar hız kesmeden devam ederken karşımıza çıkan en bariz gerçeklik; onun her şeyi metalaştırabilmesi ve tüketime hazır hale getirebilmesidir. Kısacası kapitalizm, her şeyi endüstriyelleştirme gücüne sahiptir ve devamlılığını da buna borçludur.
Her şeyin merak edildiği, anlaşılabilir kabul edildiği post modern çağın imkanlarını kapitalizm sonuna kadar kullanır.
Merkantil kapitalizm ve sanayi kapitalizminin ortak üretimi denilebilecek bu süreç aşkın/transandantal kavramları da içine alıp yeniden yorumlanmasına sebep olmuştur. Bunun en yaygın örneklerini görsel sanatlar ve moda da görebiliriz. Özellikle görsel sanatlardaki bu yeniden üretim önemlidir.
Sinema ve Dindarların Temsil Alanı
Post modernizmin, her türlü yaşam pratiğini değerli ve kabul edilebilir ilan etmesiyle birlikte daha önce görsel sanatların önemli bir kolu olan sinemada olumsuz bir fenotiple temsil edilen dindarlık, fenomenolojik olarak adlandırılabilecek bir tarzda temsil edilmeye başlanmış, dindarların talepleri yer yer dikkate alınmaya başlanmıştır. Zira bütün üst anlatıların sarsıldığı ve göreceliliğin kıymetinin arttığı bir çağda dindarlık da bundan nasibini almış ve kendine bir temsil alanı bulabilmiştir.
Tabi burada üç büyük din olarak kabul edilen Hristiyanlık ile Yahudilik ve İslamiyet arasında ayrım yapmak gerekiyor. Hristiyanlık modernizmi ortaya çıkaran etmenlerden birisi olarak bu ideolojide kendine yer bulabilmişken özellikle gündelik hayata müdahale eden ve yön veren uygulamaları ile Yahudilik ve İslamiyet modernist anlatının favorisi olamamış, dolayısıyla sinemadaki temsilleri de olumlu bir imaj oluşturamamıştır.
Her ne kadar modernitenin etkilerinin devam ettiğini gözlemlesek de günümüz sinemasında post modernizmin de etkisiyle olumlu temsiller görebiliyoruz.
Birkaç örnek vermek gerekirse; biri Müslüman diğeri ise Yahudi olan iki kadın öğretmenin arkadaşlık ilişkilerinin anlatıldığı Arranged (2007) filmi ile kapalı bir cemaat özelliği gösteren Ortodoks Yahudilerin gündelik hayatının anlatıldığı Shtisel(2013), Menashe (2017), Unorthodox(2020) gibi yapıtlar ve ikinci kuşak Müslümanların Amerika’daki hayatlarının anlatıldığı Ramy (2019) dizisi, sinemada
Yahudi ve Müslümanların temsilleri ile ilgili değişimi örneklendirmektedir. Bu tür eserler, dindarlığın entegrasyonu mu yoksa endüstriyelleşmesi mi tartışmalarının gölgesinde artmaya devam ediyor. Bu yapıtlar, bazen dinin inanları tarafından ortaya konulurken bazen de gösterge bilimsel yöntemle dışarıdan inşa edilmektedir.
İslam Dünyasında Sinema
İslam/Müslümanlar söz konusu olduğunda genelde görsel sanatlar, özelde ise sinemaya yönelik -Kur’anî bir yasaklama olmamasına rağmen- tevhide aykırılık, putperestlik ya da şirk korkusuyla hukuken haramlık iddiasında bulunulmuştur. Buna rağmen İslam dünyasında sinemaya yönelik haramlık iddiasına itiraz eden isimler olmuştur.
Bunlardan Suriye doğumlu sinemacı Mustafa Akkad, İslam mesajını modern araçlarla anlatmak için yola çıkmış isimlerden hatta belki de en önemlilerinden birisidir. Akkad, uzun uğraşlar sonucu bir senaryo hazırlar ve bu senaryonun bütün Müslümanlar tarafından kabul edilmesini bekler. Ancak Mustafa Akkad’ı çok zor zamanlar bekler. Çünkü mezhep mücadeleleri sonrasında birbirinden farklı sahabe
tasavvurlarına sahip olan Müslümanlara, bu senaryoyu kabul ettirmek pek de kolay olmaz. Bu noktada bütün İslam dünyasının tabiri caizse gönlünü hoş edecek bir senaryo hazırlar ve önüne konulan sinemanın haramlığı iddialarına karşı her türlü savunusunu yaptıktan sonra film çekimlerine başlar. Fakat film çekimlerinin bitmesine yakın Suudi Arabistan’ın tehditleri sebebiyle çekimler duraklatılır. En nihayetinde devrik Libya lideri Kaddafi’nin desteğiyle film çekimleri tamamlanır.
1979 yapımı The Message (Çağrı) filmi, Akkad’ın tam da istediği gibi İslam mesajının modern araçlarla ifade edilmesini sağlamıştır. Sinema çalışmalarına devam eden Akkad, El-Kaide tarafından uğradığı saldırı sonrasında hayatını kaybeder. Elbette ki bu saldırıya uğramasındaki en büyük etken sinemadır. Akkad kadar olmasa da İranlı yönetmen Mecid Mecidi de benzer tepkilere maruz kalır. Özellikle Sünni dünyanın eleştiri oklarına hedef olan Mecidi’nin Allah’ın Elçisi (2015) filmi, peygamberin filmde gösterileceği şayiasıyla sert bir direnişle karşılaşır. Bütün bu tehdit ve yıldırmalara rağmen Müslüman yönetmenlerin kendilerini ve inançlarını anlatma mücadelesi devam etmektedir.
Bir İdeolojik Araç Olarak Sinema
Şurası bir gerçektir ki sinema kadar ideolojik araç, son derece azdır. Sinemanın ideolojik olması ne demektir ve neye sebep olmaktadır? Daha da öncesinde ideoloji ne demektir? Türkçeye fikirler bilimi olarak çevrilebilen ideoloji; “ahlak, ekonomi, politika alanını içeren, tüm insani entelektüel çevreye açıkça hükmetmek amacıyla, bir terminoloji ve entelektüel tasarı” şeklinde tanımlanabilir. (E. Karaçay Arın, 2020).
Karl Marx, maddi üretim araçlarını elinde bulunduranların aynı zamanda manevi ya da zihinsel üretim araçlarını da elinde bulundurduğu yorumunda bulunarak ideolojiyi sınıf temelli bir yaklaşımla ele alır ve ideolojik çarpıklığın kaynağını, yönetici sınıfın çıkarlarına uygun olması gerektiği ile açıklar. (Y. Bulut, 2011). Bu noktada kitle iletişim araçlarının ve dolayısıyla sinemanın, egemen sınıfın çıkarlarından bağımsız düşünülemeyeceği açıktır.
Bu yönüyle sinema, egemen sınıfın çıkarlarına uygun fenotip üretmede de en önemli araçlardan biri olmuştur.
Sinema filmlerini; fenomenolojik, sosyolojik, türsel, tarihsel, auteurist ve ideolojik olmak üzere farklı yaklaşımlarla değerlendirmek mümkündür. (E. Karaçay Arın, 2020). Bu yazıda ağırlıklı olarak ideolojik değerlendirmeye yer verilmiştir.
İdeolojik film eleştirisi için ise 6 farklı yaklaşımın öne çıktığını söyleyebiliriz.
Bu yaklaşımlar; Hollywood hegemonyasına ilişkin çalışmalar, feminist araştırmalar, ırk konusuyla ilgili araştırmalar, sınıf araştırmaları, postkolonyal araştırmalar ve Queer kuram şeklinde sıralanabilir. (M. K. SANCAR, 2021). Yazıda adı geçen sinema eserlerinin, ırksal konular ve sınıf araştırmaları ile ilgili olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Türkiye Özelinde Sinema da İmgeler
Türkiye özelinde düşünüldüğünde Cumhuriyetle birlikte kadın ve erkek için makbul fenotipler üretilmeye çalışılmıştır. Makbul fenotiplerin dışında kalanlar ise negatif anlamda folklorik öge olmanın ötesine geçememişlerdir. Örneğin kendi ayakları üzerinde durabilen güçlü ve özgüvenli kadın temsilinde başörtülü bir kadın göremeyiz. Başörtülü kadınlar ya hizmetçi ya da ailenin geleneksel örtünme biçimine sahip büyüğü olmak durumundadır. Makbul erkek formatı ise yakışıklı, modern giyimli ve İstanbul Türkçesine sahip olmak zorundadır. Belirgin bir ağız ile rolünü gerçekleştirenler sempatik olabilirler, aksi durumda ise kötü karakter rollerinde kendilerine yer bulabilirler. Fakat hiçbir zaman jön ya da başrol olamazlar. Tabi bu okuma, Marx’ın yorumuna uygun egemen sınıfın çıkarlarına hizmet eden sinema için geçerli bir yorumdur.
Geçen zaman içinde alternatif sinema biçimlerinin ortaya çıktığını söylemekte fayda var elbette. Burada akıllara bir soru geliyor: Türkiye’de değişen siyasi iklime paralel olarak fakat yine egemen sınıfın çıkarlarına uygun bir fenotip mi üretiliyor yoksa alternatif sinema biçimi yönetmenler arasında yaygınlaşıyor mu? Zor bir cevabı olduğu bariz olan bu soru yönetmenler ve ayrıca sosyal bilimlerle uğraşanlar tarafından yanıtlanmayı bekliyor.
Türkiye Sinemasında ‘Dindar’lık Tasvirleri
Türkiye özelinde yakın sinema tarihine bakıldığında dindarlığın sinemada temsilinin değiştiği görülebilir. Yeşilçam’da ağırlıklı olarak güvenilmez, iki yüzlü ve antipatik şekilde tasvir edilen dindar profilinin yakın zamanlarda fenomenolojik bir tutumla yeniden yorumlandığı söylenebilir.
Yakın tarihte önemli yönetmenlerin ortaya koyduğu bu profillerden bahsetmekte fayda var. Mesela Nuri Bilge Ceylan’ın Ahlat Ağacı (2018) filminde iki ayrı imam karakteri söz konusudur. Bunlardan biri Yeşilçam tasavvuruna yakın bir tipolojiye sahipken diğeri sosyal olaylarla ilgili, kültürlü, donanımlı bir imaj ortaya koymaktadır. Cenk Ertürk’ün Nuh Tepesi (2020) filminde ise hurafelerden uzak kalmaya çalışan, bunun için cemaatini karşısına almaktan çekinmeyen, insanları olduğu gibi kabul eden bir imam profili vardır. Bu yapıtların arasında belki de en ilginci olarak adlandırabileceğimiz Tolga Karaçelik’in Kelebekler (2018) filmindeki imam karakteridir. Birbirinden kopuk yaşayan üç kardeşin, babalarının ölüm haberini almaları üzerine köylerine dönüşünü anlatan filmde, septik bir imam karakteri gösterilmektedir. Şüpheci yaklaşımı ile ön plana çıkan imam, cemaatten kendisini anlamalarını, aşkın olana karşı şüphe içerisinde olmasının normal bir durum olduğunu ifade eder. Onur Ünlü’nün tartışmalara konu olan İtirazım Var (2014) filminde ise Holmesvari cinayet çözen, bağlama çalıp deyiş okuyan, cesur ve bilgili bir din görevlisi profili çizilmektedir.
Bütün bu film değerlendirmeleri sonrasında yukarıda sorduğumuz soruyu yinelemekte fayda var: Türkiye’de, değişen siyasi iklime paralel olarak fakat yine egemen sınıfın çıkarlarına göre bir fenotip mi üretiliyor yoksa alternatif sinema biçimi yönetmenler arasında yaygınlaşıyor mu?
Öyle sanıyorum ki Türkiye toplumu, farklılıkları fenomenolojik bir perspektiften görmeye ihtiyaç duymaktadır.
Zira bu sorunun cevabının bütünüyle alternatif sinema biçiminin yaygınlaşması olmadığı, yaşadığımız sosyo-politik iklimden anlaşılabiliyor.
Bütün bunlara rağmen her şeyin görsele aktarıldığı, insanların birbiriyle ekran üzerinden iletişim kurduğu bir dünyada, sinemanın uzağında kalmak ve kendini sağlıklı anlatamamak dindarların en büyük eksikliklerinden biridir. Daha önce yalnızca dindar topluma yönelik didaktik örneklerden uzaklaşıp sinema evreninin anlaşıldığı bir tutum içinde olunması daha doğru olacaktır. Bunu sağlayabilecek şey ise zeitgeist*’a uygun bir yaklaşımla sinemada ya da daha genel olarak görsel sanatlar dünyasında kayda değer ürün ortaya koyabilmektir.
*zamanın ruhu, bir çağın duygu ve düşünce biçimi (editör notu)
Ek Okuma Önerileri:
İdeoloji Ve İdeolojik Eleştiri Paradoksunda Sinema, Ece KARAÇAY ARIN
Politik Sinema Ve İdeoloji: “Kes” Filminin İdeolojik Eleştirisi, Mustafa Kemal SANCAR
İdeolojinin Tarihçesi, Yücel BULUT
Resim ve Sûret Mes’elesi, Ahmet Hamdi AKSEKİLİ
Sosyoloji Sözlüğü, Gordon MARSHALL, Çevirmen: Derya Kömürcü.