İslami gelenek, kültür ve tarihi göz önüne aldığımızda, İslami-siyasi ve sosyal ortamda demokrasi sorunu farklı boyutlarda karşımıza çıkmaktadır.
Bir yandan, Batılı akademisyenlerin büyük çoğunluğu, Batı tipi demokrasinin İslam kültürüne ve siyasi pratiğine uygulanamayacağını savunmaktadır. Buna karşın, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’dan (MENA bölgesi) birçok araştırmacı ve akademisyen, Batı tipi liberal demokrasinin çerçevesine tam olarak oturmasa da İslami demokrasinin varlığını savunmaktadır. Bu noktada, Batılı demokratik değerlerin temelinin Yahudi-Hristiyan değerlere, İslami demokrasinin ise İslam hukukuna -yani şeriata- dayandığını göz ardı etmemek gerekir.
Müslüman fundamentalistler veya İslamcılar (Hristiyan ve Yahudi kökenli fundamentalistlerin karşılığı olarak) Fas’tan İran’a, Türkiye’den Sudan’a kadar geçerli olacak şekilde, ülkelerinin siyasi ve sosyal sistemlerinde en temel İslami değerlerin tanınması için mücadele veriyorlar.
Hristiyan fundamentalistlerin kendi toplumlarında Yahudi-Hristiyan değerlerine dayalı farklı siyasi modeller uygulaması gibi, çeşitli Müslüman fundamentalist gruplar da İslami dini değerlere dayalı birçok farklı siyasi uygulama modeliyle çalışmaktadırlar.
3 Tarzda Müslümanların Siyaseti
Aslında, nihai siyasi hedeflerine göre üç ayrı kategoride Müslüman fundamentalistleri tanımlamak mümkündür:
1) Mısır, Pakistan veya Tunus gibi çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde İslami devlet kurmayı hedefleyenler;
2) Suriye ve/veya Irak’taki gibi küresel bir Halifelik kurmak için mücadele edenler;
3) Keşmir veya eski Yugoslavya (Bosna-Hersek ve Kosova örnekleri) gibi gayrimüslim çoğunluklu ülkelerden/bölgelerden ayrılmak isteyenler.
Yine de tüm bu siyasi hareketlerin odak noktası aynıdır: Herhangi bir şekilde İslami bir devletin kurulmasında siyasi yönetim ve toplumsal düzen/ilişkiler için çerçeve oluşturmak amacıyla İslami temeller ve kaynaklar kullanmak.
2013 yılında Mısır’da Müslüman Kardeşler hükümetinin askeri darbe (‘’İsrail’’ ve ABD tarafından desteklendiği iddia edilen) ile zorla devrilmesinden sonra, Müslüman fundamentalistler demokrasi bayrağını devralarak, Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinde demokratikleşmeyi savunmaya ve (Batı yanlısı ve Batı destekli) ulusal-otoriter hükümetlere karşı durmaya başladılar.
İslami Devlet Tartışmaları
Devlet konusunda uzmanlaşmış İslam düşünürleri, “iyiliği emretmek ve kötülüğü engellemek” şeklindeki temel Kur’an ilkelerinden birinin, Şeriata dayalı ideolojik bir Müslüman devletinin kurulması için İslami gerekçe haline getirilmesi gerektiğini savunuyorlar. İyi ve kötü kavramlarının Şeriat tarafından belirlendiğini, dolayısıyla İslami devletin bu yasaya dayanması gerektiğini ileri sürüyorlar. Kur’an’ın devlet kurulmasını emrettiği iddiası oldukça tartışmalı olsa da Müslümanların ezici çoğunluğu buna inanıyor.
Bununla birlikte, dünya genelinde Müslüman nüfusun çoğunluğu, İslam’ın dini uygulamaların bir parçası olarak siyasi faaliyet gerektirdiğine inandığı için, İslam’ın hem devlet siyasetinde hem de kamu politikasında önemli bir rol oynamaya devam edeceği kesindir.
Demokratik İslami Yorum
Ancak son birkaç on yılda, demokratik teoriye ve İslam’ın siyasi geleneğine dayanan ‘İslami demokrasi’ ve ‘demokratik İslami siyaset’ kavramları ve fikirleri ortaya çıktı.
Kur’an-ı Kerim ve Sünnet, İslam siyaset düşüncesi ve yönteminin temel kaynaklarıdır.
Bu kaynaklar, İslami yönetimin üç temel özelliğini ortaya koyar: anayasa (esas, temel), istişare (tartışma) ve icma (uzlaşma, konsensüs).
Siyasette şeriatı hayata geçirmek için mücadele eden tüm Müslümanlar, üç temel yönetim özelliğinin uygulanmasını ve ardından da Peygamberin geleneklerini uygulamaktan kaçınamazlar. Ancak bu grup, genellikle hem Şeriat hem de Sünnet kavramlarını dar tanımlarla tanımlamaktadır.
Medine Sözleşmesi
İslam siyasi düşüncesinin tarihsel gelişimi büyük ölçüde Hz. Muhammed’in Medine’de oluşturduğu anayasaya dayanmaktadır. Peygamber’in 622 yılında Mekke’den Medine’ye göç etmesinden sonra ilk İslam Devleti’ni kurduğu bilinmektedir. Sonraki on yıl boyunca Hz. Muhammed, hem Arabistan yarımadasında sayısı giderek artan Müslümanların lideri hem de Medine İslam Devleti’nin siyasi başkanı olmuştur. Uygulamada Medine’nin lideri olarak Hz. Muhammed, şehrin hem Müslüman hem de gayrimüslim sakinleri üzerinde yetkiye sahipti. Medine’deki yönetimsel gücünün siyasi meşruiyeti, birincil olarak İslam Peygamberi olma konumuna, ikincil olarak da Medine anayasasına (şehrin yönetim kuralları ve sosyal hayatı) dayanıyordu.
Hz. Muhammed, Allah’ın elçisi olarak tüm Müslümanlar üzerinde ilahi bir yetkiyle hüküm sürdü. Ancak Medine’de yaşayan Müslüman olmayanları ilahi bir emirle değil, Medine Anayasası’na (aslında bir sözleşmeye) dayanarak yönetti.
Bu anayasa, Medine halkının üç grubu tarafından kabul edilmişti:
1) Muhacirler – Mekke’den gelen Müslümanlar,
2) Ensar – Medineli Müslümanlar
3) Yahudiler – Medine’de ve çevresinde yaşayan bazı küçük Yahudi kabileleri.
Dolayısıyla, bazı Yahudiler, aslında İslami değerlere dayalı ilk devletin yönetim kurallarının oluşturulmasında yasama ortakları haline gelmişlerdi.
Hz. Muhammed’in Medine’de 622’den sonra oluşturduğu yönetim kuralları, hem siyasi ve sosyal yaşam üzerine yasal bir anayasa hem de bir sosyal sözleşme niteliğindeydi ve kısa sürede bu kurallar Ortadoğu ile Kuzey Afrika bölgesindeki tüm Müslümanlar için bir zorunluluk haline geldi.
Ancak şunu belirtmek gerekir ki, devlet ile vatandaşlar arasındaki ilişki modelini ortaya koyan sosyal/toplumsal sözleşme, tarihsel olarak iki İngiliz siyaset düşünürü olan Thomas Hobbes ve John Locke tarafından geliştirilmiştir. Bu sözleşme, devletin vatandaşları ile devlet otoriteleri arasında hayali bir anlaşma niteliğindeydi. Ancak devlete tabi olan halk bu anlaşmaya göre özgürdür ve ilke olarak, esasen egemen bireyler oldukları resmen ilan edildiği için herhangi bir hukuk kuralına uymak zorunda değildir.
Bununla birlikte, Erich Fromm’un 1941’de ilk kez yayınlanan Özgürlükten Kaçış kitabında tasvir ettiği gibi, devletin vatandaşları devlet yetkilileriyle sosyal sözleşmeyi “imzalayarak” kişisel egemenliklerini (bağımsızlıklarını) devlet adı verilen kolektif bir yapıya devrederler.
Hz. Muhammed döneminde Medine Sözleşmesi, toplumun en üst hukuki metni olan anayasa biçiminde kendini gösterir. Anayasa, bir toplumun kurulmasına ve işleyişine temel teşkil eden sosyal sözleşmenin şartlarını çerçeveleyen bir belge veya anlaşmadır. Medine Sözleşmesi, tıpkı Thomas Hobbes ve John Locke’un halk (vatandaşlar) ile yetki (devlet) arasındaki sosyal sözleşme olgusu hakkında yazdıklarına benzer şekilde, ilk İslam Devleti’nin kurucu belgesi olduğu için esasen anayasal bir işlev görmüştür.
Dolayısıyla Medine Sözleşmesi’nin hem bir sosyal sözleşme hem de bir anayasa olduğu söylenebilir. Ancak aynı zamanda bu anlaşmanın tek başına modern bir anayasa olarak hizmet edemeyeceği de açıkça kabul edilmelidir. Bunun nedeni, tarihsel olarak bakıldığında belirli bir belge olması (M.S. 7. yüzyıldan kalma, 18. yüzyılın sonundaki ilk modern anayasalara kıyasla) ve her şeyden önce kapsamının oldukça sınırlı olmasıdır.
Yine de anlaşma, orijinal İslam siyasi ilkelerine ve toplumsal değerlerine dayalı bir devlet kurmak isteyen herkes için takip edilecek temel bir ilke olarak hizmet etmeye devam etmektedir.
Uzlaşı ve Biat
İcma (uzlaşı), tıpkı anayasa gibi hem İslam demokrasisinin hem de demokratik bir İslam siyasetinin temel direğidir ve İslam’ın tarihsel temellerine dayanır.
Başka bir deyişle, icma, Hz. Peygamber’in Medine şehir devletini tüm sakinlerinin icmasına dayanarak yönetmesiyle birlikte Medine Anayasası’nın/Sözleşmesi’nin önemli bir ilkesiydi. Peygamber aslında şehri yönetmeye davet edilmiş ve siyasi yönetim yetkisi, halk ile yapılan sosyal sözleşmeye dahil edilmiştir. Kısacası, Medine Sözleşmesi, Medine şehir devletinin siyasi ve sosyal yönetimi için icma ve iş birliği ilkesini ortaya koymuştur.
Biat etme süreci (biat), yönetimin yetkilendirilmesinde önemli bir kurumdu. Amacı, yönetilenlerin (halkın) icmasını resmileştirmekti. Bu kurum birçok toplumda mevcuttu. Bir yönetici, resmi ve doğrudan biat etme süreciyle kendisine tabi olması gerekenlerin rızasını almada başarısız olursa, yetkisi tam olarak meşrulaştırılmamış sayılıyordu. Ancak, bu rıza sürecinin arkasında, aslında otorite ile vatandaşlar arasında bir icma veya anlaşma politikası vardı. Arap kültüründe bu, İslam’dan önce var olan eski bir gelenekti, ancak diğer birçok gelenek gibi İslam geleneklerine de dahil edildi. Peygamber’den sonra biat süreci, erken dönem İslam Halifeleri tarafından da uygulandı. Halifenin gücünü ve toplum üzerindeki yetkisini meşrulaştırmak amacıyla, ilkel bir seçim kurulu biçimiyle Halifeyi aday gösterdikten sonra gerçekleştiriliyordu.
Bununla birlikte, çok sayıda vatandaşı olan devlet gibi siyasi toplumlarda, seçimlere dayanan aday gösterme süreci temelde eski bir Arap biat geleneğinin modern bir versiyonudur. Başka bir deyişle, geleneksel biat kurumunun yerine seçimlerin (oy pusulalarının) konulması, biat etme sürecini basitleştirip evrensel hale getirebilir ve bu nedenle modern seçim türleri aslında İslami ilke ve geleneklerden bir sapma ya da İslam karşıtı değildir.
Şura ve Demokrasi
İslami otoritenin üçüncü ve son temel ilkesi istişaredir (Şura). Bu kavram, birçok İslam aliminin gözünde İslami siyasetin demokratik temelleri için kritik bir kanıt haline geldi. Onlara göre demokrasi ve şura eş anlamlıdır.
Kur’an’daki istişare emri, Müslüman alimler tarafından iki şekilde yorumlanır: tavsiye niteliğinde veya zorunlu olarak. Ancak her durumda, bir şekilde saygı duyulması gereken ilahi bir yaptırımdır.
Demokrasiyi savunan Müslümanlara göre, bu ilahi emir herkes tarafından saygı duyulması zorunludur. Ancak (Batı) demokratik geleneklerinden korkan Müslümanlar, bu ilahi emri sadece bir öneri olarak ve dolayısıyla tüm Müslümanlar tarafından saygı duyulmasının zorunlu olmadığı şeklinde yorumlarlar.
Birinci grup, Peygamber’in bile istişareler yoluyla kolektif ve demokratik karar alma uygulamasının önemini vurgulayan önemli bir gelenek bıraktığını savunur. Nihayetinde istişare yetkisinin, İslami siyasi gelenekleri içinde tercih edilen bir hükümet formu olduğunu iddia ederler.
Sonuç olarak; hem İslami kaynaklar hem de İslami gelenekler, demokrasinin lehine sosyal adalet, ekonomik refah ve dini özgürlük gibi İslami öğretiler üzerine kurulu otoritenin ürünlerini sunma gücü olması için yeterli kanıt sunmaktadır.
Aslında bir din olarak İslam, demokratik süreçlerin önünde bir engel değil, demokrasinin, hoşgörünün ve adaletin kolaylaştırıcısı olabilir ve bazı durumlarda da öyledir. Nitekim demokrasi, hem İslami değerlerle hem de İslami tarihsel tecrübeyle içkindir.
Vladislav B. Sotiroviç
Al Mayadeen İngilizce Portalından
Hemhâl için çeviren: Ozan Polat