‘’Aklın uykusu canavarlar doğurur’’ der Francisco Goya. İnsanlık tarihine baktığımızda Goya’nın bu ifadesini haklı çıkaracak binlerce deneyimin yaşandığını söyleyebiliriz. Fakat bu canavarları ortaya çıkaran yalnızca aklın uykuda olması mıdır yoksa aklın işlevlerini yerine getirirken ve onu denetleyen mekanizmaların yetersiz kalması mı? Aklın ulaştığı neticeler sonrası ortaya çıkan eylemleri denetleyen mekanizmalar nedir? Sonuçları itibariyle somut sayılabilecek ve genel geçer ilkeleri içerisinde barındıran ‘hukuk’ ile bireysel anlamda denetimi sağlayan ‘din ve vicdan’ ilk akla gelen diğer mekanizmalardandır.
Hukukun konusu olan olayları gerçekleştirmek ve aynı zamanda dinen sorumlu olabilmek için bireyin akli yeterliliğe sahip olması gerekmektedir. Vicdan ise; akli yeterliliğe sahip olan bireyin eylemleri hakkında ahlakî değerlendirme yeteneğine sahip olmasıdır.
Bir davranışın doğru olup olmadığını aklımızla, ahlakî olup olmadığını vicdanımızla değerlendiririz. Farklı bir coğrafyada bize benzemeyenlerin yaşadığı bir travmayı ya da aynı yerde yaşadığımız “öteki”nin acısını yine vicdanımızla hissedip idrak ederiz.
Genel olarak tüm dinlerde, özelde ise İbrahimî dinlerde vicdan kavramı önemli bir yer tutar. Birey Tanrıya kulluğa ve itaate teşvik edildiği gibi aynı zamanda vicdanlı olmaya da teşvik edilir. Kur’an özelinde konuşmak gerekirse Allah, bireyin ibadetinin yanında ahlaksız tutum ve davranışlarının olmasını dindarlıkla bağdaştırmaz. Kitabi dinlerin, inananlarından beklediği adil ve vicdanlı olmalarıdır. Peygamberler tarihi yalnızca dinlerin sistematik anlamda ortaya çıkışlarını anlatmaz aynı zamanda peygamberlerin yaşadıkları toplumda vermiş oldukları adalet mücadelesini de anlatır. Hz. İbrahim’in Nemrut’a, Hz. Musa’nın Firavun’a, Hz. Muhammed’in dönemin Mekke eşrafına verdiği mücadele bu duruma örnek gösterilebilir. Yine bu adil olma mücadelesi sadece inananlar için verilmez, dine inanmayanlar da adil bir yaşama sahip olma adına inanlardan ayrı tutulmaz (Mümtehine: 8).
Thomas Bauer, Orta Çağ boyunca Müslümanların farklı kültürlerle bir arada yaşama ve onlara karşı adil olma konusunda olumlu bir tablo çizdiğini fakat günümüzde Müslümanların ortak yaşama kültürünün zayıfladığını ifade eder. Basit bir gözlemle Bauer’in günümüz Müslümanları için yaptığı bu eleştirinin son derece haklı olduğu anlaşılabilir. Kur’an (Maide: 8) farklı toplumlara adaletsizliği yasaklarken bugün öteki olarak görülen etnik ve dini gruplara yöneltilen gerek gündelik hayatta gerek medyada nefret dilini net bir şekilde görebiliyoruz.
“Benden önce yaşanılan Yahudi soykırımından, Bosna savaşından sorumlu değilim çünkü doğmamıştım fakat ben hayattayken kendi toplumumda yaşanılacak her türlü ayrımcılıktan sorumluyum” ifadeleri son derece haklı bir gerçeğe işaret eder. Çünkü birey yaşadığı topluma karşı sorumludur. Dindar birey ise hem insani hem de dini olarak topluma karşı sorumlu olduğu için kendisinden daha özenli olması beklenilir. Günümüz dini tecrübelerine baktığımızda dindarların bu sorumluluğu öncelemediklerini söyleyebiliriz. Burada dindar – muhafazakâr kavramları arasında bir ayrım yapmak yerinde olur sanırım. Dindar, hayatını dini ilkelere uygun yaşayan bireyken muhafazakâr yaşadığı toplumun geleneklerine bağlı ve bu yönüyle değişime dirençli kişidir. Türkiye toplumu için kullanılan yüzde doksanından fazlası Müslüman ifadesi yerine muhafazakâr denilmesi, muhafazakârlığın sadece dindarlığa işaret eden bir kavram olmadığının bilinmesi toplumun anlaşılması açısından daha anlamlı olabilir. Bu ayrımın önemli olmasının bir diğer sebebi ise dindar insanın iddiası olmasıdır: hesap verilebilir bir yaşantı ortaya koymak. İnançlı bir muhafazakâr dindarın bu amacını paylaşabilir ama genel olarak istediği, alıştığı bir yaşantıya sahip olmak onun için tatmin edici olabilir.
Durkheim’in sosyolojik yaklaşımında birey aslında içinde yaşadığı toplumun aynasıdır. Bireysel farklılıklar görülse de toplumun değer yargıları bireyi kuşatır. Türkiye söz konusu olduğunda dini grupların davranış örüntüleri üzerinde Durkheim’in teorisinin yanlış olmadığını görebiliyoruz. Tabi bunun temel sebepleri arasında bireyselleşmenin yeterli düzeyde olmaması da yer alır.
Bu tanımlardan sonra Türkiye’deki dini hayata baktığımızda birbirinden farklı dini yorumlara sahip bir çeşitlilik görmekteyiz. Bazıları bağımsız bir dini algıya sahipken, bazılarının bir dini gruba bağlı dindarlık pratiğine sahip olduğunu görüyoruz. Dini gruplar birçok alanda inisiyatif alarak liderlerinin ya da cemaatlerinin dini duruşunu anlatan yorumlarda bulunabiliyorlar. Bu alanlar siyasetin seyri gibi konular olabildiği gibi, insan hak ve özgürlükleri, azınlık hakları, Kürt meselesi, kadının çalışması ve toplumsal hayattaki yeri gibi konular olabiliyor.
Dini grupların yorumları kadın hakları, ekonomi (genelde bankalar özelde faiz) ya da haremlik selamlık gibi konularda değişkenlik gösterebiliyorken özellikle Kürt meselesi ve azınlık hakları gibi konularda büyük oranda benzerlik gösteriyor. Bu anlamda daha tutucu/muhafazakâr (conservative) bir tablo çizdiklerini söylemek yanlış olmaz.
Aynı şey bağımsız bir dini hayatı tercih edenler için de geçerlidir. Tabi bu durum dindarın yaşantısını tartışma konusu haline getiriyor. Çünkü inandığı ilkelerde adil olmak, vicdanlı olmak gibi Tanrı’nın rızasını kazanmasını sağlayacak temel taleplere aykırı bir deneyim göstermiş oluyor. Peki bu değiştirilebilir bir durum mudur? Jenerasyon değiştikçe anlayış değişecek midir? Özellikle Z kuşağı ile ilgili yapılan anketler bize pek de iç açıcı şeyler söylemiyor. Önceki kuşaklara göre farklı kültürlerle bir arada olmak konusunda çok daha fazla alternatife sahip olmalarına rağmen onların da benzer conservative yaklaşımda oldukları görülüyor.
Kısmen negatif bir tablo çizdikten sonra bu durumun değişebileceği pek inandırıcı gelmeyebilir fakat mümkün. Örneğin Türkiye’de dindar kadınlar uzun süredir dini grupların aksine bağımsız ve özgürlükçü bir dil geliştiriyor. Önceleri ferdî bir çabayla var olan ve türlü tehlikeleri göze alarak -Konca Kuriş örneğinde olduğu gibi- kitabi bir dindarlık deneyimi yaşamaya çalışan kadınlar günümüzde farklı platformlar altında bir araya geliyor. Bireysel özerklik kazanılmış bir şekilde bu platformların veya grupların üyesi oldukları için de statik değil, zamanın ruhunu yakalamaya çalışan söylemler geliştiriyorlar. Dindar kadınların bu mücadelesi sadece Türkiye’de değil Müslümanların yaşadığı her coğrafyada kendine yer bulabiliyor. Bazen toplumu dönüştürme konusunda başarılı örnekler olabildiği gibi -Musavah, bireysel anlamda ise Fatima Mernissi, Amine Vedud- söylemlerine yaşadığı toplumda hayat hakkı tanınmayıp göç etmek zorunda kalan isimler de söz konusu -Asma Barlas örneği- olabiliyor. Fakat bu göç bir son değil çünkü gidilen yerlerde benzer şekillerde mücadeleye devam edildiğini görüyoruz. Türkiye için de son derece acı kayıplar olmasına rağmen dindar kadınların toplumu değiştirecek ve kitabi bir dindarlık söylemi geliştirecek derin bir çabanın içerisinde olduklarını söylemek mümkün. Önceleri dindar camiada görmezden gelinirken günümüzde yapılan tartışmaların öznesi olarak konuya dâhil olabildiklerini görüyoruz -Havle Derneği örneği-. Bu dönüşüm sadece inananlar için değil herkes için özgürlükçü söylemlerin ve reflekslerin geliştirilebilmesi adına umut vericidir.