Demokrasi, vatandaşların aktif rol aldığı bir hükümet şeklidir. Vatandaşlar doğrudan ya da temsilciler vasıtasıyla hükümetlerde yer alabilirler. Demokrasi toplumdaki siyasi, ekonomik, dini, kültürel, etnik ve yasal eşitlik konularında öne çıkan bir anlayıştır. Yasal eşitlik, özgürlük ve hukukun üstünlüğü demokrasinin en önemli unsurlarıdır.
Çağdaş devletlere kadar tüm demokratik yönetimler bir kesimin kontrolündeydi. Ancak 20. Yüzyılda tüm yetişkinlerin oy hakkı kazandığı demokrasiler meydana gelmiştir.
Demokrasinin tarihsel olarak gelişim sürecinde şu örnekler anılabilir; Mağna Carta(1215), İngiliz Haklar Bildirgesi(1689), ABD Anayasası(1787), İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi(1789), Köleliği Kaldırma Yasası(1833) ve Fransa’da Erkeklerin Genel Oy Hakkı(1848) tarihi önemdeki bazı demokratik gelişmelerdir.
Demokrasilerde bulunması gereken temel özellikleri dört maddede özetleyebiliriz:
- Özgür ve adil seçimlerle hükümeti seçebilmek için siyasi düzen;
- İnsanların uygar yaşamda ve politikada etkin biçimde rol alması;
- Tüm vatandaşların insan haklarının korunması;
- Tüm vatandaşlara eşit şekilde uygulanan kanun uygulamaları
Demokrasinin geçmişi ve gelişiminden bazı örnekler ise şu şekilde:
- Demokrasi ilk olarak Milattan önce 5. yüzyılda ortaya çıkmış bir Seçme ve Seçilme Hakkı idi, ancak köleler ve kadınlar için bu hak yoktu.
- Bu Seçme ve Seçilme Hakkı, yani özgürlüğü, hiç durmadan belli aralıklarla ve tabii ki insanlığın gelişimiyle birlikte o da geliştirilmiş: Dünyada 1215; 1689; 1787; 1789; 1833; 1848 tarihlerinde.
- Nihayet Müslümanlarda/Osmanlıda Tanzimat Fermanı 1839; 1. Meşrutiyet 1876; Türkiye Büyük Millet Meclisi 1920; Kadınlara oy hakkı tanınması 1930 ve çok partili demokrasi 1946 tarihlerinde bir bakıma hep revize edilerek gelmiştir.
- Yüzyılda bugün anladığımız manada tüm yetişkinlerin oy hakkı kazandığı demokrasiler ortaya çıkmıştır.
Demokrasi ne bir tek millete bağlı bir gelişmedir, ne de artık sonuna gelinmiş bir idare sistemidir. Demokrasinin bu değişimi, insanlığın gelişmişlik düzeyiyle orantılı olarak hep geliştirilecek ve belki de zamanla insanlığa rehberlik edecek hale gelecektir.
Demokrasinin bugün geldiği seviye itibariyle, özellikle de İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile taçlanmış ve nerede ise, herkes artık bu beyannamede geçen maddelere vurgu yaparak hak aramaya çalışıyor.
Beyannamenin Metninde geçen hakların ilk beşi konumuzun bütünlüğü ve anlatmaya çalıştıklarımız daha anlaşılır olacaktır:
Madde 1- Bütün insanlar özgür ve eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar.
Madde 2- Herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya başka bir görüş, ulusal veya sosyal köken, mülkiyet, doğuş veya herhangi başka bir ayrım gözetmeksizin bu bildirge ile ilan olunan bütün hak ve özgürlüklerden yararlanabilir.
Madde 3- Yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır.
Madde 4- Hiç kimse kölelik veya kulluk altında bulundurulamaz, kölelik ve köle ticareti her türlü biçimde yasaktır.
Madde 5- Hiç kimseye işkence yapılamaz, insanlık dışı veya onur kırıcı davranışlarda bulunulamaz ve ceza verilemez.
Demokrasi serüvenine kısacak baktıktan sonra şimdi de İslam’ın temel başlıklarına bakalım:
İslam ve İnanç Özgürlüğü
- İslam dini, Allah tarafından peygamberleri vasıtasıyla insanlara gösterilen dosdoğru yoldur. (İslam akidesi)
- Hür iradeleriyle inanan akıl sahibi insanları, en doğruya ve ebedi mutluluğa ulaştıran ilahi yasalar bütünüdür.
- Din Allah’ın emirlerini Ruh-ul Emin/Cebrail(as) vasıtasıyla, Hz. Muhammed(sav) kalbine duyurulan ilahi vahiy/bilgilerdir. (bkz. Bakara 97; Şuara 193)
İslam dininin içtimai/sosyal iki ana temel unsuru vardır:
Birincisi; İnanmak veya inanmamak, ahlak ve ona bağlı olarak bütün şahsi ibadetler.
İkincisi ise; birinci şıkkın dışında kalan hayatın bütün alanlarıdır, yani insanî ilişkiler ve haklardır.
İnanç konusunda Kur’an, her inanca buna bağlı olarak da farklı ibadet türlerine, hatta farklı inançlara saygılıdır ve açıkça vurgu yapmıştır.
Bu konuda Kur’an’da geçen bazı ifadeler şunlardır;
- Dinde zorlama yoktur; çünkü doğru ile yanlış iyice birbirinden ayrılmıştır. (Bakara 2/256)
- Eğer Rabbinin kanunu ‘Yeryüzünde herkes iman edecektir’ şeklinde olsaydı; zaten herkes o zaman ister istemez iman ederdi. Şimdi Ey peygamber! (İlahi kanun bu olmadığına göre) senin, bütün insanlığı imana zorlamaya hakkın var mı? (Yunus 10/99)
- Ve de ki (bu) hak Rabbinden gelmiştir: Artık dileyen inansın; dileyen inanmasın/inkar eden olsun. (Kehf 18/29)
- De ki Ey insanlar! ‘Rabbinizden gelen gerçek şudur: Doğru yolu seçen de kendisi bilir; zararlı yolu seçen de. Çünkü ben üzerinizde vekil değilim.’ (Yunus 10/108)
- Ey Muhammed! Biz onların ne dediklerinin farkındayız; ancak senin görevin onları zorlamak değil; sadece Kur’an aracılığıyla o günü insanlara hatırlatmaktır. (Kaf 50/45)
- Kime zulmedilir, o da karşılık verip hakkını alırsa; buna hiçbir şekilde dokunulamaz. Asıl üzerine gidilmesi ve dokunulması gerekenler; dünyada haksızlık ve taşkınlıkla insanlara zulmeden kimselerdir. (Şûra 42/41,42)
Kur’an’da daha nice ayet aynı meseleye vurguda bulunur. Yine bu ayetlerde öne çıkan önemli yaklaşım “Allah Yolu” olarak nitelenen kavramın inanç, inançsızlık ve buna bağlı olarak ibadet özgürlüğü ve insan hakları olduğu şeklinde ifade edilir.
O halde bu ayetlerde geçen ifadeleri özetleyelim:
- Dinlerde hiç kimsenin başka birini bir dine/dinsizliğe zorlamaya hakkı yoktur.
- Allah’ın, yeryüzünde herkes mutlaka bir inanca zorlanmalıdır diye peygamberlere bir emri yoktur.
- Peygamberler kimseyi dine zorlayamazlar, yalnızca davet ederler.
- Dileyen inanır, dileyen inanmaz; burası bir sınama yeri, bir imtihan dünyasıdır, ceza veya mükâfat yeri değildir.
- Peygamber kimsenin başında vekil değildir; herkes bu imtihan dünyasında kendisi sorumludur.
- Kur’an, Tevrat ile İncili onaylıyor.
- Sizinle savaşanlarla sizin de müdafaa hakkınız vardır.
- Haksız yere saldırıya uğrayanları korumak için savaşın.
- Eğer düşman ‘saldırmazlık anlaşmasını’ bozarak size saldırırsa siz de karşılık verin.
- Eğer “Allah Yolunu” savunmasız bırakırsanız, manastırlar, havralar ve camiler gibi tarih boyunca Allah’ın adının anıldığı yerler yıkılıp giderler.
- Allah’ın yeryüzündeki kanunu: “Suçlunun/insan haklarını ihlal edenlerin cezalandırılmasıdır” ve bu kanun hiç değişmemelidir.
Kur’an’da Sosyal Hayatın Bütünlüğü
Bu alanla ilgili konular, çok daha az ve sade, aynı zamanda sonsuza dek yoruma açık hükümlerdir ve Hz. Muhammed’de öyle uygulamıştı. Çünkü Kur’an Ona hitaben ‘’Her konuda arkadaşlarınla beraber anlaşarak ve görüşerek(şura) karar al…” diye buyurmuştur. Nitekim Halifeler de ilk önce her konuda Kur’an’a müracaat ediyorlardı, Kur’an’da bulamazlarsa Hz. Peygamberin sözü olduğu kesinlik kazanan hadislere bakıyorlardı. Hadiste de bir hüküm bulamazlarsa, aynen Hz. Peygamberin yaptığı gibi “danışma” mekanizması devreye giriyordu ve böylece rey ile bir sonuca ve içtihada varıyorlardı.
Nitekim aynı içtihat/kanun yapma çalışmaları daha sonra da devam etti. Fakat ne oldu ise, Abbasi devletinin orta döneminde yeni içtihatların yasaklanmasıyla oldu. Her asırdaki âlimlerin sadece kendi dönemleri için yaptıkları “kanunlar ve aldıkları kararlar” iken ve her asırdaki şartların değişmesiyle o içtihatların değişmeleri gerekirken, maalesef daha sonra meseleyi tam kavrayamayan ve sathi düşünenler tarafından kendilerine kadar gelen o içtihatları sonsuza dek geçerli ve değişmez “hukuk ve kanun” olarak ele aldılar. O kadar ki “en büyük âlim” ölçüsü, o eski görüşleri ve yorumları “en çok toplayan ve bir araya getiren; ya da o eski metinleri en çok okuyan ve ezberleyen kimseler” oldu. Hâlbuki hem Kur’an’da hem de hadislerde geçen ve inanç esasları dışında kalan pek çok konuda hem sahabeler hem de daha sonraki âlimler “zaman, mekân ve şartlar” değiştikçe “hükümlerin” de değişebileceğini ifade etmişler ve uygulamalarıyla da bunu göstermişlerdir.
Nitekim Kur’an’ın somut kavramlarını metodolojik hale getiren Usûlü’l Fıkıhta çok önemli şöyle bir asıl/metot kabul edilmiştir: “Bir hüküm, illeti/gerekçesi var olduğu sürece geçerlidir; illeti ortadan kalktığı zaman da hüküm ortadan kalkar”[1] Kur’an’ın somut kavramları ile bu asıl bir arada mütalaa edildiği zaman karşımıza şöyle bir sonuç çıkıyor: Kur’an ve sahih hadislerde geçen her yasak ya da emir zamana göre farklılıklar arz edebilir. Yasağın veya emrin gerekçesi devam ettiği sürece yasak/emir de devam eder ama gerekçe/sebep ortadan kalktığı zaman o hükümlere tekrar bakılır.
İslam Hukuku denilen Fıkıhtaki bütün yasaklar ve emirler gibi, Kur’an’daki hükümlerinde; zaman, mekân ve şartlar değiştikçe veya gerekçeleri ortadan kalktıkça hükümleri de değişebilir, her toplum kendi asrı için Kur’an’la yeni açılımlara başvurabilir.
Demek ki İslam dini, aslında inanç esasları ve Kur’an’ın soyut kavramları dışında kalan bütün konularda toplumlara kendilerine kanun yapma ve karar verme yetkisi vermiştir. Ama zamanla ‘içtihat’ kapısını kapatanlar, maalesef teorik olarak kabul ettikleri, yazdıkları eserlerinde yer verdikleri ve talebelerine okuttukları bu metodu bir bütün olarak uygulamaya koyamamışlar ve geçmiş toplumların, kendileri için yaptıkları kanunları daha sonraki asırlar ve toplumlar için sonsuza dek geçerli ve değişmez kabul etmişler.
İşte günümüzde Kur’an ve Hz. Peygamberin anladığı ve kendi hayatında toplumuna uyguladığı İslam, bu içtihatlara indirgendiği için dünya toplumlarına ve devletlerine bu yanlışı anlatılamaz olmuştur. Çünkü insanlar Kur’an dışı bu içtihatlara ve bu içtihatlara göre hüküm veren Müslümanlara bakarak İslam demokrasiye aykırıdır hükmüne varıyorlar.
İslam ve Demokrasi Tartışmaları
Hâlbuki hem Demokrasinin hem de İslam’ın bu geçen ana bentlerini ve izahlarını tetkik ettiğinizde aralarında ne bir çelişki ne de birbirini reddeden madde göremiyorsunuz. O halde demokrasinin en temel manifestosu olan ve nerdeyse bütün insanlığın üzerine ittifak ettiği inanç ve ifade özgürlüğü, adalet ve hukuk karşısında herkesin eşit olması, en büyük hipermarket olan dünyadan ihtiyacı kadar istifade etmesi ve her toplumun kendini idare etme hakkı, insanlığın nüfus kütüğünün bir olduğu, dolayısıyla bütün insanların aslında gerçekten kardeş olduğu kabul gören nihai bir hükümdür.
Siz bir platformda ya da diyalogda İslam’dan bahsettiğiniz zaman, Müslüman olmayanlar -hatta pek çok Müslüman bile- hemen “Peki ama Hangi İslam ya da Hangi Müslüman?” diye size sorar. Müslüman birinin demokrasi kavramını kullanması ne İslam’ın yetersizliğinden ne de demokrasinin üstünlüğünden dolayıdır. Demokrasi ile çelişmeyen, insanı hayatın tepesine koyan, hak ve adaleti esas alan, inanç ve ifade özgürlüğünü dinin temel hükümlerinden kabul eden, her toplumun kendini idare etme hakkını savunan ve uygulayan, bazı toplumların başka toplumları esir almaya karşı çıkan bir anlayış, İslam’ın kendisidir.
Hz. Muhammed bir peygamber olduğu gibi, daha sonra kendi döneminde bir yönetici ve idareciydi. Bundan dolayı Kur’an’da bulunmayan ve kendi toplumunun idaresi için gerekli olan bütün kararları ya kendisi -az da olsa- re’sen alıyordu ve öngördüğü gibi uyguluyordu ya da Kur’an’ın dediği gibi kendi arkadaşlarına danışarak bir konuda beraber karar veriyorlardı. Çoğu zaman da bu ikinci şıkkı tercih ediyordu. Çünkü o dönemde Araplar arasında devlet, kanun veya anayasa gibi daha sonra geliştirilen kavramlar yoktu. Çünkü Arap toplumunda, okuma-yazma oranı düşüktü. Ne zaman peygamberlikle tanışıp Müslüman oldular, o zaman Kur’an’a ve Hz. Peygamberin sözlerine hemen sarıldılar ve birçok sahada dünyaya örnek teşkil edecek bir toplum meydana getirdiler.
İçtihat Müessesesi
İşte bu gelişmeler ve kalkınmalar yapılırken bitmez tükenmez bir içtihat ve kanun yapma zarureti hâsıl oluyordu ve idare için gerekli olan bütün müesseselere teorik olarak bütün bir fikir alt yapısına zemin hazırlanma aşaması yaşandı. Hatta bu altyapı o kadar güçlendi ki, gerek Kur’an ve hadisin yorumu sonucu olsun, gerekse Yunan felsefesinin meydana getirdiği fikri dalgalandırma sürecinde dini koruma adına yapılan çalışmalar sonucu olsun yüzlerce kitap ve denemeler yazıldı. Hatta İslam’ın üzerinden 400 yıl geçmeden -bugünün ifadesiyle- anayasa veya hukuk diyebileceğimiz fıkıh ve kelam ilimleri teşekkül etti ve İslam hukukuna bu dinamizmi kazandıran “içtihat” müessesesi, Abbasi devletinin ortalarına doğru yasaklanmasına rağmen de fiilen yüzyıllar sene daha devam etti.
İçtihat sonucu meydana gelen bu büyük ve çok çeşitli miras olan fıkıh ilmi, her asrın âlimlerinin/hukukçularının o asır için yaptıkları kanunlar ve aldıkları kararlar iken ve her asırdaki şartların değişmesiyle o içtihatların değişmeleri gerekirken, maalesef daha sonra meseleyi tam kavrayamayan ve sathi düşünenler tarafından kendilerine kadar gelen o içtihatları sonsuza dek geçerli ve değişmez “hukuk ve kanun” sandılar.
Kur’an ve Sünnet bütün canlılığıyla orta yerde durmasına rağmen süreç böyle gelişti. Bundan sonra beklentimiz ve müracaatımız zamanın ruhuna göre güncellenmesi gereken bir anlayış olmalıdır.
[1] Mevsuatu Mustalahat, a. g. e. 1/801.