Din ve akıl kelimelerinin birbirleriyle irtibatlarını izaha geçmeden önce, onları kısaca tanıtmak istiyoruz. Din kelimesi, itaat, ibadet, örf, adet, bağ, hesap, hüküm, idare, mükâfat, ceza ve benzeri anlamlarda kullanılmaktadır. Din kelimesi, farklı dillerde, birbirlerine yakın anlamlar için kullanılmaktadır.*[1]
Bu kelime, türevleriyle birlikte Kur’an-ı Kerim’de seksen altı yerde geçmektedir.*[2] Din, bu ayetlerde başlıca yönetme, yönetilme, itaat, hüküm, tapınma, tevhit, İslâm, şeriat, hudut, âdet, ceza, hesap, millet ve benzeri anlamlarda kullanılmaktadır. Terim olarak din, akıl sahibi insanların, irade ve arzularıyla hayra götüren bir yol olarak takip ettikleri gidişattır.
İnsanlığın başlangıcından bu yana insanlar, üstün bir kuvvetin varlığına inanmayı, ona sığınarak güvenmeyi ve bu yolla mutlu olmayı hedeflemişlerdir. Dolayısıyla insanlar bu gayeyle tabiatüstü çeşitli şeylerin kutsallığına inanmışlardır. Bu nedenle felsefi açıdan din, metafizik yani fizik ötesi olarak kabul edilmiştir. Tevhit inancına göre ilk peygamber Âdemden (as.), son peygamber Hz. Muhammed’e (sav.) kadar gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin yolu, ilahi vahye dayanan hak dindir.
Akıl ise, düşünmek, idrak etmek, kavramak bağlamak, tutmak, engel olmak, bilgi elde etme gücüne sahip olmak ve benzeri anlamlarda kullanılan Arapça bir kelimedir. Istılah açısından ise akıl, varlıkların güzellik, çirkinlik, kemal ve noksanıyla ilgili özelliklerini idrak etme kabiliyetidir. Bir bakıma akıl, hayırlı olan iki şeyden hangisinin daha hayırlı olduğunu, şer olan iki şeyden hangisinin daha az şerli olduğunu kavrayabilme özelliğidir. Akıllı olmak, ahmak olmanın zıddıdır.*[3]
İnsan Deney ve Tecrübelerle Elde Edilen Akıldan Ancak Fıtri Akıl Yoluyla İstifade Edebilir
Her zaman için insana yarar sağlayan ve ilmi kabul eden en büyük kuvvet, hiç şüphesiz akıldır. Akıl, yaratılıştan insanda var olan fıtri akıl ve sosyal hayatta deney ve tecrübelerle kazanılan akıl olmak üzere iki kısım halinde değerlendirilmektedir. İnsan fıtri akla, manevi cevhere sahip olmazsa, sonradan deney ve tecrübelerle elde edilen aklın faydası olmamaktadır. Onun için Hz. Muhammed (sav.), ‘Allah, akıldan daha değerli bir şey yaratmamıştır’*[4] diye buyurmuştur. Tabii akla ilaveten sonradan deney ve tecrübelerle kazanılan akıl ise, insanı çeşitli kötülüklerden korur ve iyiliklere yönlendirir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ‘Ancak bilenler, akıl ederler.’*[5] Başka bir ayette de Yüce Allah, ‘Eğer bilmiyorsanız, ilim sahiplerine sorun’*[6] diye emir buyurmaktadır.
Akıl kelimesi, türevleriyle birlikte Kur’an-ı Kerim’de kırk sekiz defa geçmektedir*[7] ve Yüce Allah aklı tekrar tekrar gündeme getirerek onu gerektiği gibi kullanmayı emretmektedir.
İnsanlar, farklı inanç, arzu ve isteklere sahip olmalarına rağmen, akıl sayesinde bir araya gelip aralarında toplumsal uzlaşı ve barışı sağlamaktadırlar.
Yüce Allah, başka varlıklara vermediği aklı insanlara vermiş ve bununla insanları diğer varlıklardan üstün kılmıştır. İnsanlar akıllarını kullanarak dünyayı mamur hale getirmekte ve diğer varlıklardan yararlanarak onları idare etmektedirler. Kesin olarak bilin ki, her faziletin bir esası ve her edebin de bir kaynağı vardır. Hiç şüphesiz faziletlerin esası ve edebin kaynağı akıldır. Allah, aklı din için asıl kaynak ve dünya için temel direk kılmıştır. Yüce Allah aklı, dini yükümlülükler için şart koşmuştur. O, aklı olmayanı sorumlu kılmamıştır. İnsanlar, farklı inanç, arzu ve isteklere sahip olmalarına rağmen, akıl sayesinde bir araya gelip aralarında toplumsal uzlaşı ve barışı sağlamaktadırlar.
Dünya, aklın verdiği isabetli kararlarla imar ve idare edilmektedir. İnsan için arzu edilen en faziletli şey, hiç şüphesiz akıldır ve insan için en zararlı olan şey ise, hiç şüphesiz aklın zıddı olan cehalettir. Ona göre insana verilen en büyük nimet akıl ve ona isabet eden en kötü musibet ise, cehalettir. Akıl sayesinde hakikatler anlaşılır, iyilik ve kötülük birbirinden ayırt edilir. Onun için akıl hakkında çeşitli felsefi ifadeler ve edebi şiirler yazılmıştır. Konuyla ilgili uzun uzadıya yazılmış bir şiirin ilk mısraının anlamı şöyledir: ‘İnsanın mali/maddi durumu yeterli olmasa da, aklı ona toplum içerisinde değer kazandırmaktadır.’*[8]
Din ve Akıl Aslında Birbirine Çok Yakın Olan İki Kavramdır
Tanımlarından da anlaşıldığı gibi din ve akıl, birbirine çok yakın olan iki kavramdır. Hatta bazen aynı anlamda kullanıldıkları da vardır. Zaman zaman akıl yanılabilmekte ve özellikle de nefsin etkisinde kalabilmektedir. Bu nedenle Yüce Allah başlangıcından bu yana insanların imdadına yetişmiş ve onlara doğru yolu göstermek için peygamberler göndermiş, onlar vasıtasıyla kutsal kitaplar indirmiş ve bir nevi aklı uyarmıştır. Bütün peygamberlerin ve bütün mukaddes kitapların hedefinde insanların akıllarını kullanmaları, onu hava ve hevesin/nefsani duyguların etkisinden koruma arzusu yer almaktadır. Dolayısıyla bütün ilahi dinlerin hedefinde aklı koruma yer almaktadır. Çünkü bütün peygamberlerin ve bütün mukaddes hitapların ana hedefi tüm insanların malını, canını, neslini/namusunu, dinini ve inancını korumaktır.*[9]
Hz. Ali (ö. 40/661) ne güzel söylemiş: ‘Servetin en büyüğü, akıldır.’ ‘Akıl olgunluğa erince, boş sözler yok olur gider.’*[10]
Aşağıdaki ayette haber verildiği gibi, bütün peygamberlerin, dolayısıyla bütün ilahi dinlerin hedefinde hak ve adaletin yerine getirilmesi bulunmaktadır. Ancak adaletin tecellisi neticesinde yukarıdaki değerler korunabilmekte, toplumsal uzlaşı ve barış sağlanabilmektedir.
‘Muhakkak ki biz, peygamberlerimizi çok açık beyanlarla gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için de beraberlerinde kitabı ve mizanı/adalet ölçüsünü de indirdik.’*[11]
Bu ve benzeri çeşitli ayetlerden anlaşıldığı gibi ilahi dinleri tebliğ eden bütün peygamberler, din ve aklı birleştirerek insanlara dünya ve ahiretin huzur, saadet ve mutluluğunun yolun göstermişlerdir. Sonuç itibariyle ilahi hükümler, dini metinler, Kur’an ayetleri, ancak sağlıklı aklın yorumlarıyla gerektiği gibi anlaşılabilmektedir.
Prof. Dr. Nurettin Turgay*
Kaynaklar
[1] Ebû Abdirrahman el-Halil b. Ahmed el-Ferâhîdî, “deyene”, Kitabu’l-Ayn, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arab’î, Beyrut tsz., s. 312; Cemaluddin Muhammed b. Mukerrem İbn Manzûr, “deyene”, Lisânü’l-Arab, Dârü’l-Fikr, Beyrut 1994, XIII, 166 vd.; Luvis, Ma’lûf el-Yesûî, “deyene”, el-Muncid fi’l-Luğati ve’l-A’lâm, Daru’l-Meşrik, Beyrut 1986, s. 231.
[2] Muhammed Fuad Abdulbaki, deyene” el-Mu’cemu’l-Mufehres li Elfâzi’l-Kur’âni’l-Kerîm, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut tsz., s. 267 vd.
[3] el-Halil b. Ahmed, “akale”, Kitabu’l-Ayn, s. 664 d.; İbn Manzûr, “akele”, Lisânü’l-Arab, XI, 458 vd.; Luvis, “akele”, el-Muncid fi’l-Luğati ve’l-A’lâm, s. 520.
[4] el-Hüseyn b. Muhammed er-Rağıp el-İsfahânî, “akele”, el-Müfredât fî Ğarîbi’l-Kur’ân, Kahraman Yayınları, İstanbul 1986, s. 511; Muhammed Abdurrauf el-Münâvî, Feyzu’l-Kadîr Şerhu’l-Camii’s-Sağîr, Matbaatu Mustafa Muhammed, Mısır 1938, V, 444; hadis no: 7901.
[5] Ankebût Suresi: 29/43.
[6] Nahl Suresi: 16/43.
[7] Abdulbaki, Akele” el-Mu’cemu’l-Mufehres li Elfâzi’l-Kur’âni’l-Kerîm, s. 468 vd.
[8] Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Habib el-Mâverdî, Edebu’d-Dünya ve’d-Din, thk. Mustafa es-Sekkâ, Şirketu Mektebe ve Matbaati Mustafa el-Bâbî el-Halebî ve Evlâdihi, Mısır 1973, 19 vd.
[9] el-Gazzali, el-Mustasfa, I, 288: eş-Şatıbi, el-Muvafekat fi Usuli’ş-Şeria, II,8 vd.; el-Amidi, el-İhkam fi Usuli’l-Ahkâm, III, 252; Ebu Zehra, Kur’an Nizamı, s. 61; Mustafa Baktır, İslam Hukukunda Zaruret Hali, Ankara 1981, s. 177 vd.; Eskicioğlu, İslam Hukuku Açısından Hukuk ve İnsan Hakları, s. 280 vd.
[10] Manastırlı Rıfat Bey, Dört Halifeden İnciler, Beyan Yayınları, İstanbul 2017, s. 43, 44.
[11] Hadîd Suresi: 57/25.
* Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı öğretim üyesi (emekli).
Nurettin Turgay hâlihazırda tefsirle ilgili çalışmalarını sürdürmektedir.