Şerif Mardin AKP’nin kurduğu 20 yıllık din-siyaset ilişkisinin gücünü Türkiye’nin iki temel sorunuyla ilişkilendiriyordu: i) “Taşra Müslümanlığı” olarak tanımlanabilecek bir tür kültürün, kırsal hayat tarzına gömülü dini yaşama ve dinle ilişkilenme biçiminin güç kaybetmesi ve ii) Kemalizmin bıraktığı “merkez” ideolojisi boşluğu.[1] Toplumlar genellikle “vasatta”, yani ortalamada/merkezde buluşuyor ve taşra dindarları, bu toplumun 20. Yüzyıldan beri vasatını oluşturuyor. İdeolojik yerleşmenin üstüne, bir de sınıfsal yerleşme oturuyor; dini anlama/yaşama biçimi üretme, hayatta kalma, geçinme ve hayata karışma biçimiyle iç içe geçiyor. Osmanlı’da “reaya” denilen, yöneticiler, askerler ve ulema dışında kalan, büyük bir kısmı küçük mülkiyet sahibi köylüden oluşan “sıradan” ve Müslüman halkın yaşamı içerisinde din, örf ve sınıfsallığı birbirinden ayırt etmek neredeyse imkansızdı. Zürcher, bu tür bir “hayatın doğal akışına bırakılmış”, dolayısıyla merkezileşmemiş, denetlenmesi ve şekil vermesi zor bir Müslümanlığın toplumun ortalamasını belirlemesine yönetici sınıf tarafından izin verilmesinin tek bir sebebi olduğunu söylüyor: İmparatorluğun köylüyle kurduğu ilişki uzun bir süre ideolojik denetimden ziyade ekonomik denetim gerektiriyordu.[2] Köylünün üretim yapmak, toplumu beslemek ve vergi vermek gibi sorumluluklarını yerine getirmesini temin etmek yeterliydi. Köylünün ideolojik sadakatinin temin altına alınması ise İmparatorluğun güç kaybettiği, isyanların ve huzursuzluğun palazlandığı geç-İmparatorluk döneminin sorunuydu. Bu dönemde şımarık, eğitimli, kentli ve muhalif bir toplumsal sınıfın güçlenmesinin yarattığı tehdit karşısında; Müslüman köylünün sadakati son derece hayatiydi. Müslüman köylü için hayati olan ise, bildiğimiz hayatın bildiğimiz gibi akmaya devam etmesiydi. Bugün olduğu gibi.
İslam teolojisine dair aktarılan neredeyse ilk birkaç öğretiden biri İslam’ın “evrensel” olduğu. Bu, İslam’ın bir “dünya dini” olduğunu, tüm kültürler için anlaşılabilir ve yaşanabilir olduğunu ifade etmekle birlikte; temel prensiplerinin coğrafyaya göre değişmeyeceğinin de altını çizer. Bana kalırsa, İslam’ın bir o kadar da yerel ve “değişken” olduğunu hatırlamamız gerekiyor.
Zira, “sıradan” insanlar olarak dini evrensel ve küresel bir balonun içerisinde değil, kendi yerelliklerimizin sınırlarında, ailemizin, içine doğduğumuz kültürün, alışkanlıkların, anlatıların, sınıfsallığın ve toplumsallığın etkisinde yaşıyoruz.[3]
Burada yerelliği bir tür ölçek olarak değil, gerçek bir toplumbilim kavramı olarak kullanıyorum. İslam bir doktrin olarak sabit dursa da; sosyal bir gerçeklik olarak Müslümanlık farklılaşır, hareket eder, renk değiştirir. Örneğin, özellikle 11 Eylül saldırısından sonra, radikal ve militarist Orta Doğu İslam’ına karşı ılımlı “Türkiye Müslümanlığı” Batı tarafından “iyi örnek” olarak tanımlanmaya başladı. Ziya Gökalp de “Türk Müslümanlığı” ile “Arap Müslümanlığı” arasındaki farkın hoşgörü, züht ve akla uygunluk olduğunu söylüyordu. “Türk Müslümanlığı”na paralel olarak bir “Anadolu Müslümanlığı” da tanımlandı, bu yolla bir “millet” olarak Türklerin İslam’ın yayılmasına ve “medenice” yaşanmasına yaptığı tarihsel katkının altı çizildi. Taşra Müslümanlığı ise basitçe dini kimliklenmenin olduğu fakat siyasal konumlanışın olmadığı, dinin toplumsal yapının ve hayatın diğer bileşenleri ile iç içe geçtiği bir tür dindarlık olarak tanımlanabilir.[4]
İslam tarihinde “bedevi Müslümanlığı” olarak karikatürize edilen, “kaba” fakat dinde “samimi” köylüden tüm “medeniyetsizliğine” rağmen övgüyle bahsedildiğini, öyle ki Peygamberin “kocakarı imanı” olarak tanımladığı bu “kaba” fakat “samimi” din anlayışından en makbul dindarlık olarak bahsettiğini hatırlayalım. Köylü kadın din, inanç, amel ve bilgi üzerinde pazarlık ve müzakere (yani siyaset) yapmaz, hayatına temsilleri çok fazla sokmaz, öylece inanır ve öylece yaşayıp gider. Geleneksel kaynaklarda, bu “Alelade Müslümanlık” yaşlı ve köylü kadın prototipi üzerinden dinle kurulması gereken ideal ilişki olarak tasvir edilir. Diğer yandan, İslamcılık düşüncesinin başladığı yer tam olarak Alelade Müslümanlığın reddi oldu. Reformist kaynakları, Ali Şeriati’yi, Seyyid Kutub’u, Seyyid Hüseyn Nasr’ı, Hasan El-Benna’yı, Mevdudi’yi veya Fazlurrahman’ı okumaya başlamak en basit anlamıyla bidat, hurafe, örf ve alışkanlıklardan ibaret olduğu düşünülen “geleneksel” veya “kültürel” İslam’dan kopuşa işaretti.
Müslümanlığı bu dünyaya dair bir tür sorumluluk olarak, yani aynı zamanda politik bir kimlik olarak kuşanmak, Şeriati’nin “dine karşı din” olarak bahsettiği ikilemde “hakiki Müslümanlık” ile buluşmaya tekabül ediyordu.
Bu tür bir “bilinçli Müslümanlık” artık dini diğer anlatılar, gelenekler, alışkanlıklar ve yerleşmiş toplumsallıktan ayırır. Bu, her ne kadar reformist, toplumun sorunlarına karşı duyarlı ve sosyal adalet taraftarı bir İslam anlayışının yaygınlaşmasını kolaylaştırsa da, yerelde “alelade” yaşanan basit Müslümanlığı tasfiye etmesi sebebiyle pek çok riske de gebeydi.
Şerif Mardin meşhur merkez-kenar analizinde[5]; Osmanlı siyasetinin tüm siyasal gücü kendisinde toplayan merkez ile herhangi bir meşru gücü olmayan fakat üreten, çalışan, vergi veren, savaşa giden, hatta bu savaşlarda hayatını veren reaya/kenar/taşra arasında cereyan ettiğini söylüyordu. Önce CHP, sonra DP ve AP, şimdi de AKP’nin siyasetteki göreli başarısında eğitimsiz ve yoksul “Anadolu” köylüsünün rolü olduğu tartışma gerektirmiyor. 14 Mayıs – 28 Mayıs seçimlerinin ardından da, Kemal Kılıçdaroğlu’nun yaptığı “Erdoğan’ı eğitimsiz köylüler, beni eğitimli kentliler destekledi” açıklaması Mardin’in çizdiği taşra çerçevesinin Türkiye siyasetini anlamak için hala kolaylaştırıcı olduğunu gösteriyor. Diğer yandan, 2000’lere kadar daha “ılımlı” siyasetlere eğilimli olan taşranın giderek daha “sert” siyasete rağbet göstermesi ile taşranın normalinden uzaklaştığına da tanıklık ediyoruz. Bugün toplumun “ortalama” Müslümanı oldukça siyasileşmiş ve aleladeliğini kaybetmiş durumda. Savunma sanayi, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet eşitliği ve Batı emperyalizmi gibi esasında sıradan vatandaşın gündelik hayatına doğrudan yakıcı bir şekilde değmeyen pek çok meta-politik konu bizzat “Müslümanlık” kimliğinin bir dışavurumu olarak yeniden üretiliyor. Türkiye’nin siyasal tarihinin seyri içerisinde öngörülebilir olsa da AKP Türkiye’sinin ürünü olan bu “yeni” dindarlığın taşranın sıradan dindarları üzerindeki tahrifatını görmek, bugün yeşil sermaye ve bir grup seçkinin günahlarına sıkışmış AKP analizlerine de ferah bir pencere açacak.
[1] Türköne, M. & Önder, T. (2021) Şerif Mardin: Türkiye’de Din ve Siyaset. İstanbul: İletişim Yayınları.
[2] Zürcher, E. J. (2008) Modernleşen Türkiye’nin Tarihi. İstanbul: İletişim Yayınları.
[3] Okumuş, E. (2006) İslam’ın Yerel Bağlamları. Değerler Eğitimi Dergisi, 4(11), 69-100.
[4] Aktay, Y., (2002). Farklılık Politikaları ve Türkiye Müslümanlığı. İslamiyat Dergisi , vol.5, no.4, 41-55.
[5] Mardin, Ş. (1973). Center-Periphery Relations: A Key to Turkish Politics? Daedalus, 102(1), 169–190.