[vc_row][vc_column][vc_column_text]Dr. Sinan Alper ve Dr. Onurcan Yılmaz, çalışmalarınızdan bahsederek başlayalım. Sosyal Psikoloji alanında yaptığınız çalışmaların ve son olarak ‘Sağcılığın ve Solculuğun Psikolojisi: Farklı Dünyaların İnsanları’ adlı kitap çalışmanızın geribildirimlerini nasıl alıyorsunuz?
İkimiz de sosyal psikoloğuz ve diğer çalışmalarımızın yanında, siyaset ve ahlak psikolojisiyle ilgili çalışmalara ağırlık veriyoruz. Kitabımız Mart 2020’de çıktı ve tam da pandeminin içine doğmuş olmasına ve tüm aksiliklere rağmen ilk baskısı hızla tükendi. Sosyal medyada aldığımız geribildirimler genelde hep olumlu oldu. Temmuz ayında çıkan ikinci baskıyla beraber daha büyük bir kitleye, alan dışı insanlara da ulaşacağımızı düşünüyoruz.
Sağ ve Sol Ayrımı Kısmen Zihnimizin Çalışma Prensibinden Kaynaklanıyor
Kitapta da yer aldığı gibi, tarihsel olarak çıkışı ve gelişimi üzerinden asırlar geçmesine rağmen insanların hâlâ kendilerini sağ ve sol ideolojiler ekseninde bir yerde tanımlamaya yatkın oldukları görülüyor. Yerleşik kurumsal siyasetin, kamuoyu araştırmacılarının ve akademinin de bu kavramlar üzerinden toplumu okumaya ve kuramlar geliştirmeye iyice yatkınlaştığını görüyoruz. Bir doğrusal zeminin iki kutbu gibi algılanan ve farklı dünyaları yaşadıkları düşünülen bu toplulukların, yeni ideolojik hareketlere, sentez oluşturma çabalarına, kendilerini başka şekilde tanımlamaya açıklığını nasıl buluyorsunuz? Çoğu post-modern yönetimin bu karşıtlığı kullanarak zemin kazandığı bir ortamda daha bağımsız ve tüketilmemiş kavramlarla bir akademik bakış imkanlı mıdır?
Aslında ideolojileri tanımlamak için kullanılan bu ikili ayrım, kısmen bizim zihnimizin çalışma prensibinden kaynaklanıyor. Biz hemen her şeyi ikili ayrımlar üzerinden tanımlıyoruz: İyi-kötü, doğru-yanlış, kısa süreli-uzun süreli bellek, bilinç-bilinçdışı, dindar-ateist bunlara örnekler olarak alınabilir. Bunun da sebebi çok basit: Çevremizdeki dünyayı anlamlandırmak için onu basitleştirerek kategorilere ayırıyoruz. İdeolojilere geldiğimizde de bu ayrım sol-sağ olarak karşımıza çıkıyor ve bu her ne kadar meseleyi basitleştirmek gibi gözükse de, görgül (empirik) çalışmalar sayesinde bu ayrımın ideolojiye ait çok büyük bir çeşitliliği kapsadığını görüyoruz.
Nedir bu çeşitlilik? Bir grup (sağcılar), tehditlere, krize ve belirsizliğe daha fazla hassasiyet gösteriyor, diğer grubun (solcular) kafasında yaşadığı dünya ise çeşitliliklere daha fazla hoşgörülü ve terör, sistem istikrarsızlığı gibi tehditlerden biraz daha az etkileniyor. Bu eğilim sonucunda da sağa mensup kişiler kafalarındaki çevreye adapte olabilmek için değişimden çok fazla hazzetmiyorlar, bu yüzden toplumdaki gelenek neyse, onun devamını istiyorlar ve bunu korumak için gerekirse bunu bozabilecek azınlık gruplara (eşcinseller, ateistler) müdahale etmeye çalışıyorlar. Solcular ise çeşitliliğe daha toleranslı oldukları için, azınlık grupları daha çok sahipleniyor ve eşitlik, özgürlük söylemleri üzerinden siyasal hareketlerini sürdürüyorlar. Devrim başlı başına değişim isteğini belirten bir ifadedir aslında. Kabaca bu ikili bakış, ideolojileri birbirinden ayırt eden temel ayrıma karşılık geliyor. Ancak bu, ideolojilerin bu ayrıma indirgenebileceğini söylemek anlamına gelmiyor.
Bilimsel makalelerde bir kavramın operasyonel olarak tanımlanış şekliyle, bunun bir kitap aracılığıyla alan dışı insanlara tanıtılma çabası birbirinden farklı olmak zorundadır. Biz bu kitapta mümkün olduğunca teknik bir dilden kaçınarak, herkesin anlayabileceği bir söylem geliştirmeye gayret gösterdik. Bunu yaparken de mecburen ayrıntılardan taviz verdik. Oysa, bu ikili ayrım en basitinden sosyal ve ekonomik tutumlar üzerinden dörtlü bir ayrıma yol açmakta. Sosyal ideolojik tutumlar kişilerin gelenekleriyle ve kültürel değerleriyle ilgiliyken, ekonomik ideolojik tutumlar ekonomik sistemin nasıl işlemesi gerektiğiyle ilgilidir. Keza bu kavramların içeriği kültürden kültüre değişmektedir.
Örneğin, Amerika’daki liberaller Türkiye’de solculara karşılık gelmekte ve sosyal devleti savunmaktadırlar. Muhafazakârlar ise geleneklerin devamını savunurken, ekonomik anlamda da özel mülkiyeti ve devletin gücünün daha az olması gerektiğini savunmaktadırlar. Liberteryanlar ise sosyal anlamda liberallere benzerlerken, ekonomik anlamda muhafazakârlara benzemektedirler. Oysa Türkiye’ye geldiğimizde durum daha karmaşıktır.
[quotes quotes_style=”bpull” quotes_pos=”left”]Bir siyasal hareketin başarılı olabilmesi için, o kültüre özgü birtakım özelliklerin iyi okunup, o kültüre özel birtakım kodlarla kendilerini tanımlamaları gerekmektedir[/quotes]
Bu sorunun cevabı başka bir kitabın konusu olacağından, kısaca şöyle cevap verebiliriz: Biz bu kitapta bilimsel araştırmaların sonuçlarını rapor ettik ve bu bilimsel çalışmalar bazı konularda zaten kültürel farkların olduğu konusunda bize belli kanıtlar sunuyor. Dolayısıyla bu bulgulardan yola çıkarak şu söylenebilir: Bir siyasal hareketin başarılı olabilmesi için, o kültüre özgü birtakım özelliklerin iyi okunup, o kültüre özel birtakım kodlarla kendilerini tanımlamaları gerekmektedir. Örneğin, Ekrem İmamoğlu’nun, Mansur Yavaş’ın başarısının arkasında bu tür bir beceri yatıyor olabilir. İkisi de muhafazakâr/milliyetçi bir geçmişi olan ve sol kanat bir partiden aday olup başarılı olmuş siyasetçilerdir. Keza solcular içinde en başarılı kimdir denildiğinde herkesin aklına Ecevit gelecektir ve Ecevit’in popülaritesini arttıran önemli olaylardan birisi de Kıbrıs Harekatı’nın emrini vermiş olmasıdır.
Literatürde, halen tartışmalı olsa da sağda ve solda yer alan insanların benzer tutumlar gösterdiği, kültürel farklılıklara göre ideolojik grupların bağlamıyla birlikte özelleştiği bulgulardan söz edilmiş. Türkiye örneği için yorumlarsak, sağın ve solun görünürde birbirini iten karşıt pozisyonu yanında, birbiriyle benzeştiği, birbirini beslediği ve neticede beraber oluşturdukları habitusu ve etkileşimlerini nasıl değerlendirirsiniz? Solun esnekliğini ve yenilikçiliğini yitirerek inanca dönüştüğünü, sağın ise kutsallık, itaat, sadakat ekseninden uzaklaşarak bireysel ahlaki değerlere yaklaşma çabasını toplumda görebiliyor musunuz?
Burada anlattığımız eğilimler, kesinlikle kültürle ve değişen dünyayla etkileşim içerisinde hareket eden eğilimlerdir. Keza Türkiye bunun güzel bir örneğidir. Kendine solcu diyen Kemalistler, yer yer Cumhuriyet’in değerlerini ‘muhafaza’ etmeye çalışırlarken, kendilerine muhafazakâr demokrat diyen AK Parti Hükümeti, askerin siyasetteki rolünü azaltan birtakım ilerici hareketler yapmışlardır.
Keza batıda solcularda daha fazla olan ‘zarar vermeme hassasiyeti’ (örneğin, engelli, yaşlı ve hasta gibi muhtaç olanlara bakım gösterme eğilimi), muhtemelen İslam’ın bir takım özelliklerinden dolayı, Türkiye’de sağcılarda daha güçlü çıkabilmektedir. Yine batıda solcularda güçlü olan adalet hassasiyeti, kendine sosyalist diyen ve İslamcı diyen gruplarda hemen hemen eşit düzeyde çıkmaktadır. Tüm bunlar, kültürün etkilerini gösteren görgül çalışmalara birtakım örneklerdir.
[quotes quotes_style=”bpull” quotes_pos=”left”]Çevre şartları zor, sürekli terör saldırılarının olduğu, kıtlığın kol gezdiği bir coğrafyada yaşıyorsanız muhafazakârlık sizin için uzun vadede de kısa vadede de daha adaptif olabilir. Keza böyle bir ortamda yaşayan bir solcuysanız, siz ‘aşırı’, ‘dinsiz’, ‘terörist’ gibi ifadelerle anılan bir kişi olabilirsiniz[/quotes]
Olumsuzluğa ve tehditlere karşı verilen tepkilere göre, sağın daha duyarlı olduğu, otorite ve düzen beklentilerinin güçlendiği; buna karşılık solun krizleri görece daha itidalli karşılayarak düzenin değişimi ve yenilikler ile çözümler aradığı çalışmanızda ifade ediliyor. Yıpratıcılık ve iyilik hali üzerinden incelersek, bu ayrışmanın uzun dönemli adaptif sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kitapta da belirttiğimiz gibi, ‘hangi ideolojinin daha adaptif olduğu sorusu’ndan ziyade, ‘bana çevreni söyle sana hangisinin daha adaptif olduğunu söyleyeyim’ yaklaşımının daha doğru olduğunu anlattık. Yani çevre şartları zor, sürekli terör saldırılarının olduğu, kıtlığın kol gezdiği bir coğrafyada yaşıyorsanız muhafazakârlık sizin için uzun vadede de kısa vadede de daha adaptif olabilir. Keza böyle bir ortamda yaşayan bir solcuysanız, siz ‘aşırı’, ‘dinsiz’, ‘terörist’ gibi ifadelerle anılan bir kişi olabilirsiniz. Ancak İsveç’te yaşıyorsanız, bu sefer sağcı olmak ‘gerici’ gibi negatif ifadelerle anılmanıza yol açabilir. Dolayısıyla yıpratıcılık da iyi oluş hali de çevre şartlarının nasıl olduğuna göre değişecektir.
İki Grubu Uzlaştırmak İçin Ahlaki Çerçeveleme Yapılmalıdır
Çalışmanızda ideolojilere yatkınlığımızın, ağırlıklı olarak biyolojik koşullara ve seçme imkânımızın olmadığı faktörlere göre belirlendiğini görüyoruz. Oysa bu konuda genel kanaat, bireylerin kendi deneyimlerinden çıkarımlarına, tercihlerine, çabalarına göre ideolojik bir konuma kendini yerleştirmesi fikri üzerinedir. Bireylerin, bilinç ve farkındalıklarına göre ideolojilerini seçme kapasiteleri ve esneklikleri ne kadardır?
Biyolojik koşullar tabii bizde bir eğilim yaratır ve minimum-maksimum sınırını çizer. Ancak bu sınırın içerisinde bizim dolaşma şansımız çoğu zaman vardır ve eğitim, tecrübe, aile yaşantısı, akran etkisi gibi bir takım çevresel etkenler burada bizler için önemlidir. Boy uzunluğunda ya da zekâda kalıtımın etkisi %80’lerin üzerindeyken, siyasal ideolojilere geldiğimizde bu etkiler %50’lerin altına inmektedir. Çünkü siyasal ideolojiler karmaşık bir takım sosyal tutumlara karşılık geldiğinden, bundan tek bir genin sorumlu olması gibi bir şey söz konusu değildir.
Dolayısıyla bu tür sosyal meselelerde, her zaman bireyin kendi seçiminin etkisi söz konusudur. Ancak bu seçimin özgür olduğunu söylememiz için bu özgürlüğün nereden geldiğini de açıklamamız gerekir.
Bizim seçimlerimiz, genlerden, çevreden bir şekilde etkilenmektedir ve bu çok kaotik bir yapıdadır. Bu etkileşimin tüm aşamalarını ortaya koyamıyor oluşumuz, bu etkinin olmadığı anlamına gelmemektedir. Dolayısıyla kişi kendi seçimiyle kendi kararını veriyor olsa da aslında burada belirttiğimiz şey, genler, anne ve babanın yetiştirme tarzı, yakın çevre, hatta anne karnındayken yaşadığı çevredeki kıtlık seviyesi gibi etmenler, bizim siyasal kararlarımızı farkına varmasak da etkilemektedir.
[quotes quotes_style=”bpull” quotes_pos=”center”]Halkı toplumsal adaletsizliklerin, bir sınır komşusuyla yaşanan gerginlikten daha önemli olduğuna ikna edebilirseniz, siyasi iklim de ona göre değişecektir[/quotes]
Akademik araştırmaların daha çok sağcılığı incelenmesi gereken topluluk olarak ele aldığı, sağcılığın anlaşılması, açıklanması gereken topluluk olarak görüldüğüne dair eleştirilere çalışmanızda yer verilmiş. Türkiye’de özellikle muhalif toplulukların çalışmalarında, yorumlarında, yayınlarında benzer eleştirel bir dil geliştirildiğini görüyoruz. Farklı toplumsal kesimlerin iletişimlerinin gelişimi, ortak bir zemini paylaşma bilinci ve toplumsal barışın temini için, sağa ve sağcılığa dönük bu yaklaşımın sonuçlarını nasıl değerlendirirsiniz?
Bu sosyal psikoloji alanında da çok tartışılan bir mesele ve bizce de geçmiş çalışmaların dilinde birtakım sıkıntılar var. Hatta bu eleştiriler belli noktalarda bilimi ilerleten eleştiriler ortaya koymuştur. Ancak genelinde kullanılan dil, siyasi açıdan doğru olmasa da daha önceden yapılmış bu çalışmalar bugün çok kolaylıkla tekrarlanmaktadır ve bu ilişkilerin çoğu hala geçerlidir.
Ancak bu farkları bilmemiz toplumsal barış açısından bize doğrudan bir katkı sağlamamaktadır. Bunun için yapılan çalışmalar, genel olarak iki grubu uzlaştırmak için ‘ahlaki çerçeveleme’ (moral framing) yapılması gerektiğini söylemektedir.
Örneğin, küresel ısınmanın varlığına bir sağcıyı ikna etmek istiyorsanız ‘Dünya’nın Allah vergisi özelliklerinin yitirilmesi’ söylemi üzerinden argümanınızı kurmanız gerekmektedir. Ya da bir muhafazakârı Kanal İstanbul’un yapılmaması gerektiğine ikna etmek istiyorsanız, sadece çevre söyleminden ziyade, ek olarak, ülkenizi sevdiğinizi ve bu kanalın ülkeye ekonomik açıdan büyük zararlar vereceği söylemi üzerinden hareket etmek zorundasınız. Bir solcuyu 2010 yılında yapılan anayasa değişikliğine ikna etmek istiyorsanız ise, Kenan Evren’in yargılanacağı söylemi üzerinden hareket etmek zorundaydınız.
Değişim İşinize Gelmiyorsa Tehlikeyi Ön Plana Çıkarmak Mantıklıdır
Çalışmanızda, belirsizliği gideremeyen, güvenlik ihtiyacını karşılayamayan ve sosyal ortamda ilişkisel çatışmanın tükenmediği sistemlerin değişime ve devrime karşı koyamayacağı belirtilmiş. Buna rağmen, Türkiye’de ve dünyada sistemlerin bahsedilen ihtiyaçları ehlileștirdiği, belirsizliği, tehdidi ve çatışmaları büyük ölçüde manipüle ederek yeniden kendilerine meşruiyet zemini bulduğu düzenler görüyoruz. Kendini yeniden var edebilen sistemlere karşı toplumların adaptasyon konusunda yavaş ve geri kaldığını düşündüğümüzde, toplum bozulan bu güç dengesini nasıl yakalayabilir?
Dünyadaki birçok ülkede, özellikle Ortadoğu gibi istikrarlı bir barış ortamının sağlanamadığı yerlerde, halkın tehlikede olduğuna dair algıdan yararlanıldığı doğru. Eğer sistemin köklü bir değişim geçirmesi işinize gelmiyorsa, sizin açınızdan yapılacak en mantıklı şey tehlikeyi ön plana çıkarmaktır. Bu sayede güvenlik politikalarına ağırlık verilebilir, yeniliklere dair öneriler riskli görülür ve dikkate alınmaz, grup kendi içine kapanır ve yabancılara karşı olumsuz duygular yükselişe geçer.
Sadece algı boyutunda değil, gerçekten de fiziksel olarak bir tehlike (savaş, terör gibi) varsa bu süreç kendi kendini yenileyebilir ve ‘dört tarafın düşmanlarla çevrili olduğu’ algısı çok uzun süre devam ederek siyasi iklimi derinden etkileyebilir. Bu süreci durdurmanın ve tersine çevirmenin birkaç yolu olabilir. Bir tanesi, insanların önem verdikleri konularda bir eksen kayması yaratmaktır. Örneğin, halkı toplumsal adaletsizliklerin, bir sınır komşusuyla yaşanan gerginlikten daha önemli olduğuna ikna edebilirseniz, siyasi iklim de ona göre değişecektir. Bunu yapamadığınız durumlarda da sistem kendi kendine iflas ederek yerine bir başkasını bırakabilir.
Kitapta da ayrıntılı anlattığımız gibi, sistemi meşrulaştıran ideolojiler insanların epistemik, varoluşsal ve ilişkisel ihtiyaçlarını karşıladıkları için kalıcı olurlar. Bu ihtiyaçları karşılayamadıkları zaman da insanlarda tatmin edilememiş bazı ihtiyaçlar doğacak, dolayısıyla bu ihtiyaçları karşılayabilecek yeni dünya görüşlerine zemin hazırlanacaktır. Ancak bu tarz durumlarda, örneğin, sağdan sola kayma gibi değil de var olan sağ ideolojinin bir başka sağ ideolojiyle yer değiştirmesi gibi süreçler yaşanabilir.
Kriz dönemlerinde ve insanları ölümle burun buruna getiren olaylarda sağcılığın yükseldiği, hatta solcuların dahi sağcılaşabildiği bulgularıyla, halen içinde olduğumuz pandemi dönemini değerlendirirsek, nasıl bir birey-toplum-devlet ilişkisi okuyabiliriz? Bu bağlamda pandeminin sonuçları toplumları ve sistemleri ne boyutta değiştirebilir?
Bazı değişimler olacağı muhakkak, ancak bunun ne yönde olacağı bağlama göre değişecektir. İnsanların canının derdine düştüğü, ölüm korkusunun yoğun yaşandığı bir ortamda sağcılaşma beklemek çok yanlış olmaz. Zira kitapta da anlattığımız gibi, sağcı dünya algısı tehlike tarafından tetiklenmekte ve tehlikeli bir dünyada yaşamaya daha uyumlu gözükmektedir.
Maske takmak, sık sık el temizlemek gibi enfekte olmamak için alınan önlemler de iğrenme tepkimizi sürekli gündemde tutuyor. İğrenmenin de tehlikeye karşı adaptif bir tepki olduğu ve sağcılıkla kısmen de olsa ilişkili olduğunu gösteren çalışmalar vardır. Ancak diğer yandan, salgının ekonomik etkilerini azaltmak için devletin ekonomiye müdahalelerinin artması, tedaviye ve aşıya ücretsiz erişim talepleri gibi gelişmeler de toplumsal adaleti, bakım verme ve zarardan koruma ahlaki hassasiyetlerini gündemde tutmakta, bu tarz gelişmeler de siyasi iklimi sola doğru ittirmektedir. Dolayısıyla farklı boyutlarda hem sağa hem de sola doğru kayma yaratabilecek faktörler mevcuttur. Bunların hangisinin daha baskın geleceğini zaman gösterecektir.[/vc_column_text][/vc_column][/vc_row]