Alevilik ya da Kızılbaşlık; yaşadığı tüm süreçler itibariyle ideal insana (insan-ı kâmil) ulaşmada geliştirdikleri felsefe bugüne kadar ulaşmalarını da sağlamıştır. Alevi toplumunun esas özelliği, kendini kültür ve inanç ortaklığında dile getiren bir tür ruhsal biçimlenme ortaklığına ulaşmasıdır. Başka bir deyişle buradaki şekillenme, zahir ile batının birlikte algılandığı bir tür manyetik kuzeydir. Bu şekillenmenin uzun bir tarihsel sürecin ürünü olduğunu da belirtmek gerekir.
İslam öncesi yapısı sürecinde, bir inanç ve öğretiye dönüşen Alevilik, ilk uygarlığın beşiği olarak anılan Mezopotamya’yı da içine alan ve yüzlerce uygarlığın geçtiği Anadolu’da son şeklini alarak olgunlaşmıştır. Bu yüzdendir ki çoğu araştırmacılar “Anadolu Aleviliği” kavramını kullanırlar. Alevilik, olgunlaşma süreci nedeniyle de farklı uluslardan (Türk, Kürt, Arap, Arnavut, Ermeni…) ve milliyetlerden insanların inanç ve öğreti tercihi olmuştur.
Aleviler, öğreti ve inançlarının anlam kazandığı Anadolu’da yaşamını sürdürebilmesi için yeni bir toplum anlayışını ortaya koymak zorundadır.
Bir hat olarak tanımlayabileceğimiz ya da kent yapılanması olarak belirlenen yeni ihtiyaçlara cevap veremeyen bir Aleviliğin özgün halini ileri kuşaklara aktarmada sorun yaşayacağı kesindir. Bugün Alevi inancı ve öğretisinin en önemli sorunlarından birinin de özgün halinin ileri kuşaklara aktarılmasıdır.
Peki o zaman, ne yapmalıyız?
Bu soruyu sormanın tam zamanıdır. Kapitalist modernitenin olanakları ve toplumsal birikimlere saldırıların en yoğun olduğu dönemde, Alevi inancının ve öğretisinin özgün halini korumak endişesi üst noktaya ulaşmış durumdadır. Artık nüfusunun tamamına yakını kentlerde yaşayan Alevilerin, kendilerini bekleyen sorunlarını çözme stratejilerini ortaya koymalıdır. Sınıfsal konumu gereği yaşadığı toplumlarla olan ilişkileri, kent içerisindeki politik ve ekonomik ilişkileri, eski sınıfsal konumlarının değişimi, diğer inançlarla yakın ilişkileri, asimilasyon araçlarıyla direk yüz yüze gelmeleri nedeniyle yaşadığı ekonomik düzenin inanç üzerindeki etkisine bakmak gerekir.
Kapitalizmin Kıskacında Alevilik
Aleviler nasıl bir ekonomik ve siyasi düzen içerisinde yaşamaktadırlar?
Günümüzün ekonomi bilimi, kapitalizmin yeni sürecinde varlığı ve sürdürülebilirliğini, “büyüme” ve “sürekli değişim” prensiplerine dayandığını belirtmektedir. Bu nedenledir ki yeni kapitalizm, sürekli olarak yeni ihtiyaçlar ve bunu karşılayacak ürünler yaratmak zorundadır.
Büyük ölçüde sermaye gelişimi ve değişimi nedeniyle “kapitalizm, yalnızca bir form içinde sürekli olarak kalmamış, toplumsal ilişkileri ve buna bağlı olarak ortaya çıkan kurumları da daima dönüştüren bir sistem olarak” gelişmesini sürdürerek “Kapitalist Modernite” olarak ifade edilen bir sürece evrilmiştir. Bu yeni durum, işçi sınıfı başta olmak üzere sınıfların konumlarında değişikliklere neden olmuştur.
Alevilerin de sınıfsal farklılaşması bu süreçte gerçekleşmiştir. Anamalcı sınıfın yeni kapitalist modernite düzeni olarak ifade edeceğimiz yeni ekonomi düzeni, sürekli olarak bir değişim ve dönüşümü yaşamaktadır. Kapitalizmin bu derece gelişimi karşısında, toplumcu devlet kuramı savunucuları hala bir sosyalist devletin var olabileceğini savunarak, değişime kapalı olduklarını ısrarla sürdürmektedirler.
Kapitalist modernite düzenin “yeni toplumsal problemler” de üretmeye devam etmesi karşısında Marksist öğretinin yeterince proaktif ideolojik bir gelişme kaydedemediğini de görmekteyiz.
Marksizmin Yetersizliği ve Yeni Sorunlar
Bilindiği üzere artık zorun rolü tükenmiştir. Zor ile bir adım bile atılamaz. Marksizm, kapitalizmin bu çağdaki gelişimini durdurma çabası artık yetersiz kalmıştır. Kapitalizmin varlığı ve sürdürülebilirliği, “büyüme” ve “sürekli değişim” prensiplerine dayandığı halde Marksizm’e yapılamayan katkılar nedeniyle, bulunduğu durakta kapitalizme karşı konumlanmış düşünmektedir.
Yeni kapitalist düzen önümüze yeni sorunlar ortaya koymaktadır. Bu sorunları; inanç, ekolojik çevre, cinsiyet ayrımı, hiyerarşi, kent, yurttaşlık, demokrasi vs. şeklinde ifade edebiliriz. Kapitalist modernite, öz olarak yaşadığımız dünyayı olumsuz olarak etkilemekte, iklimsel değişiklikler, uluslararası sermayenin oluşturduğu oligarşik kurumlar, düzensiz ve sınıf farklılığına hizmet eden kentsel düzenlemeler tüm insanlığa karşı topyekûn bir yönelimi gündeme getirmektedir.
Geçmişin klasik sınıf farklılıkları artık ırk, cinsiyet, cinsel tercihler ve ulusal ve bölgesel farklılıklara dayalı hiyerarşik kategori şeklinde iç içe girerek yeni bir durum yaratmışlardır.
Tam bu noktada Aleviler nasıl bir düzen istemektedirler? Sorusuna bir ütopya ile cevap verilmiştir;
“Rızalık şehri”
Nasıl bir şehir? Şehr-i Rıza.
Canların bu şehrinde tartı yok, terazi yok, para yok, pul yok, vergi yok. Rızalık Şehri, toplumu “herkese ihtiyacına göre kazanç ve herkese yeteneğine göre iş’’ temel felsefesi egemendir.
Rıza şehrinde, şiddete yer yoktur. Mutluluk ve acılar paylaşılır, zorlama yoktur.
“Ben senin evinde kendi evim gibi oturabilmeliyim, sen benim eşyamı kendi eşyan gibi kullanabilmelisin. Çünkü bütün bunlar hepimiz içindir ve hepimizin malıdır…” diyen Şeyh Bedrettin’in yolu “yol” kabul edilir.
Rızalık şehri dedikleri, ütopyanın gerçekleşebilirliğinin ve günümüz dünyasındaki yeri nedir? sorularının sorulmasına neden olmaktadır.
Alevilerin temel yaşam felsefesine altlık oluşturan Rıza Şehri’nde tahakküm kavramının yeri yoktur.
Rızalık Şehri canları, insanın insan üzerinde tahakkümünü reddeder. Erkeğin kadın, yaşlıların gençler, bir etnik grubun diğeri, devletin toplum, bürokrasinin birey, bir sınıfın diğer sınıflar ve sömürgeci güçlerin sömürge halklar üzerindeki tahakkümünü kabul edilemez görmektedir.
Rıza Şehri tasarımında; insanlığın yaşamı anlamadaki bakışı, tüm özel mülkiyet reddeden bir tür insan kolektifliği gibi, komünaldir. Alevi toplumunun, toplumun yönetiminde canların yönetilmesinin yerini şeylerin yönetilmesi olarak algılanır. Bunun anlamı Kırklar Meclisi hukukunun koşullara uygunluğu sağlanarak tüm canların ortak akıl üretimine katılımları sağlanır.
Her canın rolü diğer canlara göre eşittir.
Canların üretimdeki rolleri elbette önemlidir ancak belirleyici değildir. Doğal/Ekolojik ve komünal yaşam olarak ifade edebileceğimiz Rıza Şehri, doğal yaşama dayalı doğal ve ortak bilinç, doğal yaşam merkezli demokratik yaşam ve örgütlülüğü esas almaktadır.
Bu şehir de cinsiyetçi anlayışın yeri yoktur. Sömürüye izin verilmez. Alevi yaşam felsefesi akrabalık dahil her türlü hiyerarşilerin potansiyel olarak ortadan kaldırıldığı ve insanlık temeline dayalı özgür bir ülke ve toplum gayesini esas alır.
Toplumsal Özgürlük Esastır
Rızalık Şehri’nin insanları ”toplum olmadan insan var olamaz, esas olan kişisel özerklik değil toplumsal özgürlüktür” şeklinde ifadesini bulan toplumculuk her zaman yaşamın vazgeçilmezidir.
Rıza şehrinin insanları, yaşadığımız süreçte her şeyin ve tüm ilişkilerin metalaştırıldığı bilinciyle burjuva sınıfının ve özel mülkiyetinin tüm kurumlarına karşı inanç ve öğretinin toplumsallığını korumak ve geliştirmek üzere, hiyerarşiyi ve tahakkümü sömürü düzeninin nedeni olarak tespit ederek sınıf bilincini üst noktaya çıkartmıştır.
Rızalık Şehri’nde, zulme rıza göstermek ile zulüm eşanlamlıdır.
“Rızasız bahçenin gülü derilmez” diyen Neşet Ertaş ile…
Güzel aşık çevrimizi
Çekemezsin demedim mi?
Bu bir rıza lokmasıdır
Yiyemezsin demedim mi?
Erelim Ali sırrına
Çıkalım meydan yerine
Can-ı başı hak yoluna
Koyamazsın demedim mi?
Pir Sultan, Ali Şahımız
Hakka ulaşır rahımız
On iki imam katarımız
Uyamazsın demedim mi?
Pir Sultan Abdal ise Rızalık makamının ve sürecinin bir yol erine yol bilen olarak sırrı hakikate ulaşmanın güçlüğü belirtilirken; ulu ozan, ikrar verip toplumsal yaşamda topluma yön veren yol ehli olmayı, yani cevri-cefa çekmeyi, Ali’nin sırrına ermeyi, Can-ı başı hak yoluna koymayı ve On İki İmam katarına uymayı Rıza Şehri’nin yol eri olabilmenin zorluğuna ve olmazsa olmazına da işaret etmiştir.
Rızalık Şehri’nde yaşayan Kızılbaş/Alevi yol erinin, uymak zorunda olduğu toplumsal ahlaki öğretinin özünü oluşturan kişinin toplumla barışık olması yani “eline, diline, beline” sahip olması, gök kubbe altında yaşayan tüm insanlara bir gözle bakması yolun esasını teşkil eder.
Şehr-i Rıza’da canlar; Şeriata, Tarikata, Marifete, Hakikate ve makamlarına inanırlar.
Sırrı Hakikat’e ulaşmanın yolunun bu şehirde kalmak olduğunun da bilincindedir.
Kişinin kendisi ile barışık olması yani Pir-Mürşit önünde kendi özüyle hesaplaşması, nefsine göre değil, yol ve erkân ölçülerine göre davranışta bulunması; sabırlı, hak, vicdan ve adalet sahibi olması; yol kardeşine, yol erkan’a göre davranması; onlardan malını esirgememesi, paylaşımcı olması, yârin yanağından gayri her şeyin ortak olduğunun bilincinde olması; gözünün gördüğüne “görmedim” ya da görmediğine “gördüm” dememesi; kulağının duyduğuna “duymadım” ya da duymadığına “duydum” dememesi; ikrar verdiği meydandan, pirden, rehberden, musahipten rızasız ve habersiz/gizli işler yapmaması; sövene ve dövene (edepsize, zorbaya, zalime) kul olmaması; haksızın kapısına varmaması; zalimin kapısında adalet dilenmemesi, iç hukuka uyması ve yol sırrını saklaması…
Sonuç olarak; Alevi/Kızılbaş inancı ve öğretisinin yaşam ütopyasının şehri olarak tanımlanan Rıza Şehri’nde yaşayan her can, her yol eri ve yol bileni “Sırr-ı Hakikate” yani ideal insana ulaşmanın çabası ve kaygısı içerisindedirler. Uzun bir tarihsel sürecin ürünü olan ve bir tür ruhsal şekillenmeye neden olan yarattıkları iç hukuk ve toplumsal ahlak, Alevi öğreti ve inancın özgün halinin ileri kuşaklara aktarımına da olanak sağlayacaktır.