Sinematografiniz geçmişin kültürel mirasıyla, o mirasın aktarım koşullarıyla ilgileniyor. Karakterlerinizi sürekli kültürel bellekle yüzleşecekleri bir yolculuğa çıkarıyorsunuz. Murat Pay’ı sürekli bu mesele üzerinde durmaya sevk eden motivasyonu merak ediyoruz; neden kültürel bellek?
Bence bunun en geniş cevabı, dini bir terminolojiyle söyleyecek olursak “sevk-i ilahi”. İlk başlangıç itibariyle kültürel hafızayla ilgili meseleleri, kaygıları ele almak gibi bir derdim olmadı. Ama işimi düzgün yapmak istediğimde, sinemayla ilgili hayal ettiklerimi, ya da sezgilerimi, hissettiklerimi görüntü dünyasına, perdeye aktarmak gibi bir fikir ortaya çıktığında ister istemez kendimi öyle bir alanın içerisinde buldum. Sevk-i İlahi derken aslında kader anlamında da yolum her seferinde kültürel hafızaya uğradı, oralara gitmeden bu iş tamam olmaz gibi bir durumu kastediyorum. Ayrıca ilk pratiklerimin bu zeminden yürümesi, ilerlemesi de bunda belirleyici nihayetinde. Farklı filmler de yapabilirdim ama zihnimdeki sorular ve sinemayı burada, Türkiye’de, bu coğrafyada nasıl gerçekleştirebilirim meselesi beni kültürel hafızayla ilgili derin havuza itmiş oldu. Bunu avantaj-dezavantaj gibi tarif edemeyiz. Oldukça zor ve çetrefilli meselelerden bahsediyoruz. Dolayısıyla aşağı yukarı her filmimde bu konularla uğraşmak ve yüzleşmek durumunda kaldım. Kültür dediğimizde, hafıza dediğimizde Türkiye’de birçok belirsizlik söz konusu. Çok net, berrak cevaplar hemen ortaya koyamıyorsunuz. Coğrafyanın bir insanı olarak bundan beri değilim.
Benim tercihlerim bir noktadan sonra başladı. Şöyle düşündüm daha doğrusu: Bir film yapmak istiyorum. Bir film dili inşa etmek gerekiyor bunun için. Peki, ben ne yapmalıyım? Okuldan öğrendiğim görsel çözümleme metodları veyahut bu görsel çözümlemelerin anlam dünyasına dönük fikri altyapıları yetersiz geliyor -yetersiz demeyeyim, o da kendi içerisinde bir bütündür- bana yetmiyor. Yetmediğinde ister istemez başka arayışlar devreye giriyor ve arayışlarda gidebileceğim en yakın yegâne yer kültürel hafıza.
Aslında biraz mecbur kaldınız buna?
Öyle düşünüyorum, evet. Çocukluk ve gençlik yıllarımda Türk müziği ile ilgili birçok meseleye nüfuz edebilseydim veyahut Türk şiirine -bunu eski ve yeni şiiri kastederek söylüyorum-, mimariye, birçok bize dair kültürel meseleye derinlemesine dalabilseydim, bizim dediğimiz kültürel bakiye ile beraber gündelik hayatımı yaşayabilseydim, herhalde böyle arayışlara girmezdim diye düşünüyorum. Zaten onlar benim içimde yaşıyor ve bir şekilde onların tezahürlerini etrafta görüyor ve aynı zamanda filmlerimde de bunları kendiliğinden yansıtıyor olabilirdim. Dolayısıyla belki böylesi bir arayış ortaya çıkmazdı o zaman. Şu soruya geliyoruz: Niye böyle? Hepimizin yüzyıllardır tartışa geldiği Osmanlı sonrası Türkiye’nin yaşadığı hikâyeyi tekrar tekrar tefekkür etmeliyiz belki de.
Kültürel bellek benim için yanı başımda olduğunu düşündüğüm ama bir türlü onunla olması gereken bağın tesis edilemediği, iletişimin kurulamadığı bir havuz.
Yıllar evvel bir söyleşinizde kültürel hafızayla nasıl bağ kurulacağı konusundaki çıkmazı vurgulamak için ‘İçmem gereken bir su var orada, biliyorum. Susamışım da ama elimi ona götüremiyorum; çünkü o kabiliyetten yoksun hale gelmişim. Dolayışıyla evvela böyle bir kabiliyetten yoksunluğumun farkına varmam gerekiyor’ demiştiniz. Hayatımızın alabildiğine modernleştiği, tüketim toplumu alışkanlıklarının Türkiye toplumunun kılcal damarlarına nüfuz ettiği zamanlardan geçiyoruz. Ekonomik şartlar, sosyal yapı ve gündelik hayatın çerçevesi alabildiğine dönüşmüş bir halde. Peki, böylesi varoluş koşullarında geçmişin mirasını yaşanan hayatın içerisine taşımanın imkânı nedir? Şayet bu mümkünse hangi aktarım kanallarıyla? Sinema ne ölçüde bunun aracı olabilir?
Bununla alakalı nihai cevaplar bulabileceğimizi, kolay çözümlerin olduğunu düşünmüyorum. Yani en azından şahsi tecrübem bu yönde. Buna trajedi mi denir emin değilim ama burada çıkmaz bir sokak var. Kültürel bellek benim için yanı başımda olduğunu düşündüğüm ama bir türlü onunla olması gereken bağın tesis edilemediği, iletişimin kurulamadığı bir havuz. Kimisi reddediyor -maalesef reddi miras coğrafyanın şu anki genlerinde sıkça geziniyor, kolaylıkla reddedebiliyoruz- ve bunun farklı dezavantajlarını yaşıyor. Tersinden kimi de kültürel hafızayı kabullendiğinde anladığı vehmine kapılıyor, onunla bir sorununun olmadığını düşünüyor, hatta onu seviyor. Bu durumda belki de kavradığı varsaydığı şeyin sadece bir hayal olduğunu fark edemiyor. Burada ikilemde kalma durumu söz konusu. Bir yandan onu istiyorum ama bir yandan ona ulaşamıyorum. Bir yandan ona ulaşmak için elimden gelen her şeyi yapmak istiyorum ama bir yandan büyük bir çaresizlik içerisinde sadece uzaktan bakmakla yetiniyorum. Bu sevgi-nefret ilişkisini de doğuruyor bazen. Diyorsun ki, o vakit ne yapacağım? Sahip mi çıkacağım, terk mi edeceğim? E tabi bugün yaşadığımız modern hayatın birçok düsturu bunun müsebbibi, bunu da ekleyebiliriz. Hülasa bu çıkmaz sokaktan nasıl çıkılır sorusuna benim verebildiğim yanıt şimdilik şöyle: Ortaya koyacağım film bu hali göz ardı etmeden bir cevap arayan, cevabı arayan soruyu içeren bir dil/form etrafında dolaşabilir. Yani filmin dili bunun zeminini bizzat içerebilir. Madem yapamama halinin vermiş olduğu gerginliği ve ortaya çıkardığı soruları zihnimde taşıyor ve bir cevap bulamıyorsam, o zaman belki bu hal, filmin dili olarak yoğrulabilir. Arayışın bizzat kendisinin bir film dili şeklinde tezahür etmesinden bahsediyorum.
Bizi Bu Filmi Yapmaya İten Duygu O Sahnede Gizli
Biraz ‘Miraciyye Saklı Miras’ filminiz üzerine konuşalım. Final sekansı Miraç mucizesini çarpıcı bir sembolizmle perdeye taşıyor. Kamera filminizin finalinde Nûmâniye Dergâhından yavaşça uzaklaşıyor ve bir süre sonra Dergâh artık modern bir şehir olan Bursa’nın panoraması içerisinde gözle görülmez hale gelmeye başlıyor. Ama bu yükseliş sırasında ses bandı devam ediyor ve ayini dinlemeye devam ediyoruz. Bu sekans geleneğin bir şekilde yaşamanın yolunu bulabildiği umut dolu bir final izlenimi bırakıyor, ama bir yönüyle de filmin bu kapanışı modernleşen hayatlarımızda geleneğin/eski kültürün yeri ne olabilir gibi çetrefilli bir soruyu da duyumsatıyor. Bir yönetmen için eserinin spesifik bir noktası üzerinde konuşmak güç olacaktır belki ama filminizin finalini sizden açmanızı isteyeceğim, çünkü bizi biraz arafta bırakıyor…
Senin başta da söylediğin gibi filmin herhangi bir yerine dair yorum yapmak hoşuma gitmiyor. Belki şöyle küçük bir şey ekleyebilirim: Bizi bu filmi yapmaya iten duygu orada gizli. O sahne bence de filmin en güzel yeri. Film yapma eyleminin çokça inandığım şöyle bir tarafı var. Biz senaryolar yazıyoruz, çok detaylı, her şeyi ince ince düşünüyoruz ama hayal ettiklerimiz hayatın kendi gerçekleriyle birleştiğinde veya çatıştığında veya uzlaştığında, film, hayal etiğimizin çok dışında şeylerle karşılaştırıyor bizi. Mesela o sahneyi zihnimde bir çıkış noktası olarak kodlamıştım ama sahne hayal ettiğimden daha yüksek bir duygu ortaya çıkardı. Aynı şaşkınlığı ben de yaşadığım için bu konuda benzer hisleri paylaşıyorum.
Kesinlikle umutsuz değilim, onu söylemek istiyorum. Hatta tam tersine… Bir şeyin varlığına dönük bir hissiyat taşıyorsam onun var olduğuna inanıyorum. Yoksa zaten yoktur. Hayatımda olmayanı var gibi kabul etmiyorum. Sadece var gördüğümüz neyse, onunla aramızdaki mesafemizi ölçmemiz gerektiğini düşünüyorum. Benim yapmaya çalıştığım şey de bu. Burada bir mesafe var, bu mesafe kimine göre kısa kimine göre uzun. Eğer ki gidilmek isteniyorsa bu mesafe ölçülerek gidilmeli. Yani herkes o mesafenin yolculuğuna çıkmayı göze alabilmeli; artık sırtına çantasını mı alacak, bir hafta mı 5 ay mı yürümesi gerekecek bilmiyorum. Kimisinin de derdi olmaz bir günde yürür gider belki. Burada çok tekdüze bir ulaşım yok gibi geliyor bana. O mesafeye dikkat çekmenin önemli olduğunu hissediyorum açıkçası.
Mesela bir şey söyleyeyim size bu finalle alakalı; buradaki müzik yavaş yavaş devam ediyor ve jenerikte başka bir müzikle birleşiyor. Final sekansındaki müzikal makamla jenerikte devreye giren müzikal makam birbirine tam uyumlu. Hayal ettiğimizin dışında olan şeylerden bahsetmiştim size; mesela bu birleşmeyi de hesap ederek yapmadık. Filmi çekerken bir yola çıkıyoruz ve öyle inanıyorum ki, o yolun getirmiş olduğu ya da bize dayattığı, bizden kaynaklı bazı mutlak anlayışlardan sıyrıldığımızda bunun bize sunduğu büyük imkânlar ve zenginlikler ortaya çıkmaya başlıyor ve şaşırıyoruz. O yüzden seyirci kalmayı önemsiyorum bir film karşısında. Kendi filmim için de aynı şey geçerli; bir filmimde seyircinin gözyaşı döktüğünü düşünüyorsam, ben de kendi filmimi seyrederken gözyaşı dökerim büyük ihtimalle. Sonuçta film benim dışıma çıkıyor ve müstakil varlığıyla beraber hayatın içerisinde yer ediniyor; dolayısıyla insanlarla iletişim kurmaya başlıyor. Ben de her zaman yapan kişi olarak kalmıyorum ki; sıradan bir insan olarak seyirci konumuna dönüyorum film yapmadığım zamanlar. O yüzden seyirci olarak buna cevap vermeye çalıştım. Ama final sekansının anlamına dair tabii ki kafamda birçok şey var ve haklısınız, insan kendi filmine dair çok fazla bir şey söyleyemiyor ya da söylemek istemiyor. İkisinden birisi…
Tabii ki ben ‘Türkçe düşünen’ bir film yapıyorum. Bu düşünme şeklim bir sanat eserinde anlam bulabiliyorsa zaten insan türüne de hitap edebilir demektir.
Batı dışı sinema Satyajit Ray’dan Mecid Mecidi’ye değin yerel bir estetiği evrensel ölçülere taşıma çabalarına sahne olmuş. Siz de bu kültürel havzanın sorularıyla ve anlam dünyasıyla şekillenen bir biçem arayışının, yerli/mahalli bir sinema estetiğinin peşindesiniz Sinematografinizin geldiği noktada böylesi mahalli bir dile/estetiğe ulaşabildiğinizi düşünüyor musunuz? Ya da buna ulaşabilmenin imkânı var mı gerçekten?
Aslında yerellik evrensellik gibi ölçütlerin sanatı icra eden insanlar için geçerli kıstaslar olduğunu düşünmüyorum. Yani ben yerel olsun diye veyahut evrensel olsun diye bir şey yapmıyorum. Sanat eserinin elbette bir iddiası vardır, ama bu iddia ve içerik o kişinin kendi anlam dünyasıyla beraber hayat bulur. Burada bazen kişilerin politik idealleri öne çıkabilir, kimilerinin dini duyguları öne çıkabilir. Kiminin farklı duyguları… O yüzden yerellik-evrensellik meselesinden ziyade yaşadığım coğrafyanın veyahut sahip olduğum, varsaydığım kimliğin anlam dünyasının gerekliliklerini, sorularını içimde taşımak istiyorum, taşımağa çalışıyorum ve buradan doğan bir film için gayret ediyorum. Samimiyetimi buraya saklıyorum. Bunun bugün olmazsa yarın insan türüne -insana bir tür olarak bakarsak- din, milliyet, dil fark etmeksizin hitap edeceğini düşünüyorum. Çünkü sinema benim diğer insanlarla iletişim kurabileceğim yegâne alan. Tabii ki ben ‘Türkçe düşünen’ bir film yapıyorum. Bu düşünme şeklim bir sanat eserinde anlam bulabiliyorsa zaten insan türüne de hitap edebilir demektir. Yani ikisi aynı anda gerçekleşiyor. Yerellikten evrenselliğe varmak ya da evrensellikten yerelliğe gitmek gibi bir yolculuk değil aslında. Bir sanat eserinden bahsediyorsak ve bu eserin insan türüne hitap etme kabiliyeti varsa, eser zaten hem yerelliği içerir, hem de insan türüne hitap etmesi itibariyle evrenselliği. Ayrım yapmıyorum. Açık konuşmak gerekirse bu tip ayrımlar biraz da bulunduğumuz kültürel coğrafyanın derin kompleksleriyle alakalı bence. Mimar Sinan bir camisini ortaya koyduğunda ‘yerelden çıkarak evrensele ulaştım’ diye düşünmemiştir. Meseleyi anakronik bir bağlama çekmek istemem, ama bir sanatçı duyarlılığı söz konusu ise şayet, bu tip ayrımların ve kaygıların son derece çiğ ve basit olduğunu düşünüyorum. En azından bana anlamlı gelmiyor.
Gerçek sanat eseri insan türüne ulaşma anlamında tüm bu yerellik evrensellik tartışmalarını aşan bir şey o zaman?
Ben böyle düşünüyorum. Şiirden örnek verilebilir. Şiirin asıl yaşadığı yer o şiirin doğduğu yerdir. İsmet Özel’i Türkçe düşündüğü ve Türkçe yazdığı için daha iyi anlayabilirim, bir Amerikalı benden daha iyi anlayamayacaktır. Ama İsmet Özel şiirinin tercüme edilemezliği, onun sadece Türkçede kaldığı anlamına gelmez. Bir sanat eseri ortaya çıktığında bunun yerel-evrensel vs. gibi kaygılarla değerlendirilmesi bana ilkel geliyor. Gerçek bir sanat eseri tüm insan türüne hitap eder. Eğer hitap etmiyorsa ortaya çıkan sanat eserinde sorun var demektir. Bununla yüzleşmeliyiz o zaman. Yani ‘benim işim çok yerel kaldı o yüzden seyredilmiyor’ gibi değerlendirmeleri inandırıcı bulmuyorum. Biliyorsunuz Türkiye’de tam tersi durumlar da var; mesela Türkiye’de yönetmen bir film yapıyor, uluslararası alanda çok büyük başarılar gösteriyor, o filme evrensel etiketini hemen yapıştırıyoruz, ama Türkiye’de hiç kimse seyretmiyor. O zaman evrensel ama yerel değil mi diyeceğiz? Bunun şöyle somut bir yansıması olduğunu da söyleyebiliriz; gerçekten Türkiye’de, Türkiye’nin meseleleriyle ilgili, Türkçe düşünerek bir iş yaptığınızda bunun Dünya nazarında beklendiği kadar alkış almayabileceğini, ilgi görmeyebileceğini öngörebilirsiniz. Günün sonunda beni bütün insanlar seyretsin ya da az insan seyretsin diye yola çıkılmaz zannediyorum.
Kendimizi Anlayabileceğimiz Yeterli Verilerin Bu kültürel Havzada Yaşadığına İnanıyorum
Ayırt etmeden bu coğrafyanın kültürel birikimiyle yüzleşmek istediğinizi söylüyorsunuz. Özellikle edebiyat ve sinemadaki esin kaynaklarınızı merak ediyorum. Geçmişin mirasıyla yüzleşmek deyince akla ilk olarak Ahmet Hamdi Tanpınar geliyor. Nasıl bakıyorsunuz Tanpınar’a?
Esin kaynaklarımı doğrudan söyler miyim bilmiyorum. Kendi kültürel havzamızla alakalı bir şeylere bakmaya başlayınca bazen kendimi çocuksu bir heyecan içerisinde buluyorum; oradan oraya gelip gidiyorum ve değişik bir sarhoşluk haline bürünüyorum. Dolayısıyla konuyu bu çok iyidir, bu çok kötüdür gibi bir denkleme yerleştiremiyorum. Ama şunu söyleyebilirim, aşağı yukarı son beş senedir roman ve şiir başta olmak üzere Türk edebiyatı ağırlıklı okumalar yapıyorum. Kendimizi anlayabileceğimiz yeterli verilerin Türkiye coğrafyasında -Osmanlıyı da dâhil ederek-, bu kültürel havzada yaşadığına inanıyorum. Zaten ancak bunlara vakit ayırabiliyorum.
Sinemada da ilk başta daha çok Batının, Avrupa’nın veya Doğu’nun farklı kaynaklarıyla muhatap iken, zamanla -bu tabii biraz film yapma sürecinden sonra daha da belirginleşti- kendi coğrafyamın ürettiklerini öncelemeye karar verdim. Onlarla sadece güzel çirkin boyutuyla değil, her yönüyle yüzleşmek, tanış olmak, konuşmak ve tartışmak istedim. Dolayısıyla, kültürel coğrafyamın birikimini geniş bir şekilde kuşatmaya çalışıyorum şu an. Osmanlının son dönemi ve Cumhuriyetin başı itibariyle Türk şiirine özel bir ilgi gösteriyorum. Eski şiir ve yeni şiir de dâhil buna. Hatta bahsettiğiniz hafıza ve benzeri meseleleri Türkiye’de en iyi, en yakından takip edebileceğiniz alanın sinema değil şiir olduğunu düşünüyorum. Şiir serüvenimizin böyle bir imkâna elverdiğine inanıyorum.
Cumhuriyetin ilk dönemindeki sanatçılar eski kültürü de bilen, onunla bir bağ kurmayı başarabilmiş insanlardı. Nazım Hikmet’ten tutun, Ahmet Haşim’e ve A. H. Tanpınar’a varıncaya kadar bu sanatçılar bir aracı rolü üstlendiler belki, bir takım şeyleri Cumhuriyet Dönemi edebi alanına taşımayı başarabildiler sanki.
Bence de öyle. O yüzleşmeler biraz detaylı çalışılsa rahatlıkla gözlemlenebilir. Romanın bir başlangıcı var bu topraklarda, çok önceye gidemiyorsunuz, ama şiir bizde zaten vardı ve şiir bizde güçlü devam etti. Şiir damarı zayıflamadı. Dolayısıyla güçlü olduğunuz yerde kültürel sürekliliği gözlemlemek daha kolay. Buna binaen şiirin sürekli ilgi alanımda olduğunu söyleyebilirim. Roman tarafında da farklı isimler hep gündemimde.
Tanpınar, okuduğum, takip ettiğim, sorularını ve ortaya koyduğu cevapları merakla tartıştığım bir isim. Tanpınar’ı tam anlayabildiğimi iddia etmiyorum kesinlikle ama zevk alarak okuduğum bir sanatçı, eserlerini de önemsiyorum. Bazen onun açtığı gedikte dikkatimi çeken şeyler oluyor. Bazen yetersiz kaldığını düşündüğüm noktaları not ediyorum. Gelgitler tabii ki var hep. Nihayetinde benim için özel birisi. Bazı eserlerine ara sıra dönüyorum da. Özetle beslenebileceğim, uğrayabileceğim duraklar bir hayli fazla, bunu söyleyebilirim; Tanpınar bunlardan bir tanesi.
Bizim ürettiğimiz, Türkçe üretilen her şey benim ilgi alanıma giriyor. Bunların hiç birine sırtımı dönmeden, zamanım elverdiğince -tabii ki belli bir sıralama dâhilinde ve benim anlam dünyamla karşılıklı kurulan bir hiyerarşiyle- muhatap olmaya, kavramaya çalışıyorum. Bazen dönemsel de olabiliyor; bir yazar bir dönem çok dikkatimi çekiyor. Genelde bir yazarı okuduğumda tüm kitaplarına bakmaya çalışıyorum, dolayısıyla yazarın dünyasına girdiğimde her şey onun dünyasına dönüşüyor benim için; bu sefer de onun dünyasından çıkmak, kaçmak istiyorum. Yani bir yazarın dünyasına hapsolmak iyi gelmiyor. Ama o dünyaya misafir olmak da hoşuma gidiyor.
Mahallilik öncelikle başlı başına bir kimlik. Öyle bir kimlik ki içerisinde sınırları çizilmiş anlam dünyalarını, fikir dünyalarını içeriyor ve aynı zamanda dışarıya karşı da bir varoluş bilinci taşıyor.
Ayşe Şasa mahalli geleneğin sinemamızda hangi ifade biçimleriyle yankılanabileceğini tartıştığı bir yazısında ‘sinema tekniğinin temeli, toplumsal kültürdür. Her toplum ya da uygarlık birimi sinema tekniğinin ana çekirdeğini -sinematografisini- kendi sosyal kültürünün işlevlerine uygun olarak geliştirmek durumundadır. Bizimki gibi çok özgün bir uygarlık zeminine sahip ülkelerde bu özellikle böyledir, böyle olmalıdır’ der ve müzikteki tek sesliliğe denk bir mahalli kompozisyon anlayışı önerir. Sinemamızda Şasa’nın bahsettiği estetik dönüşüme yaklaşabilen bir dönem var mı? Özellikle Yeşilçam sineması mahalli estetiğinin imkânları açısından nasıl bir menzil ortaya koyabilmiştir sizce?
Öncelikle Allah rahmet eylesin. Ayşe Hanım gerçekten bereketli ve doğurgan bir zihindi. Herkesle de bunu paylaşmak konusunda son derece cömert bir kişiydi. Ayşe hanımın bazı söylediği hususların açılması, tartışılması, eksikliklerinin, fazlalıklarının konuşulması gerekiyor muhakkak. Mahallilik meselesini ben şöyle değerlendiriyorum: Mahallilik öncelikle başlı başına bir kimlik. Öyle bir kimlik ki içerisinde sınırları çizilmiş anlam dünyalarını, fikir dünyalarını içeriyor ve aynı zamanda dışarıya karşı da bir varoluş bilinci taşıyor. Yani dışarıyla iletişim kurabiliyor ve kendi varoluşsal kimliğine yüksek bir özgüven aşılıyor. Mahalliliği biraz böyle anlıyorum. Mahalliliği yerellik gibi düşünmüyorum. Yani mahallilik benim nazarımda coğrafi sınırları aşan, fikri düzeyde bir kimlik belirlenimi. Kimliğin oluştuğu korunaklı çerçeveye de mahalle diyoruz zaten.
Mahalli için kültürel kimliğin organik olarak yaşatıldığı yer diyebilir miyiz?
Biraz öyle denebilir evet. Kendiliğinden olması önemli. Yeşilçam sineması buna çok iyi bir örnek kanaatimce. Eğer Yeşilçam sinemasına detaylı bakılırsa -ki ben seviyorum Yeşilçam sinemasını- iyi filmler de yapıldığı görülür. Yeşilçam dünyasını ayrı bir kapı gibi düşünelim. Çok fazla Yeşilçam sineması kapısından girersen, o dünyanın dışındakileri sevmeyebilirsin. Ama onun dışında, diyelim ki Avrupa ve Amerikan sinemasının kapısından çok girersen Yeşilçam dünyasını sevmeyebilirsin. Temel gerekçelerinden biri, ikisinin de kendince ayrı dünyalar kurabilmeleri. Mesela bugün Türk sinemasında Yeşilçam’ın sahip olduğu özgüven, beceri ve özerklik yok bence. Türk sinemasının kapısından girdim diyemiyorum. Ama Yeşilçam sinemasında Türk sinemasının kapısından giriyorum, diyebiliyorum; onun neşesi hem ses olarak etrafımda geziniyor, hem kültürel birikim olarak… Kültürel birikimin eksik mi, fazla mı veya nasıl yorumlandığı farklı meseleler; bunlar malzemeyi yoğurmakla alakalı şeyler. Ama bizzat malzemeyi içermesi ve bunları özgüvenli bir şekilde yapının içine koyabilmesi itibariyle Yeşilçam sinemasının özgün bir yerde durduğu söylenebilir. Dolayısıyla Yeşilçam’da bulduğumuz eksiklikler, hep ‘bir şeye göre’ eksik olacaktır. Eğer Yeşilçam sineması bağlamında bakarsanız, onlar eksiklik olarak görülmeyebilir. Bu yönüyle Yeşilçam Türk sinemasında derin izler bırakmıştır. Bunu kabul etmek lazım evvela.
Maalesef 80’lerden sonra Yeşilçam’a da bir reddi miras yapıldı. Biraz ideolojik kaygılarla yapıldı, neyse ki bu tavır sonradan yumuşadı. Fakat araya bu mesafe girdiği için Yeşilçam sinemasını anlamak da zorlaştı. Yeşilçam’ın ortaya koyduğu özgünlüğün izlerini oldukça ehemmiyetli buluyorum. Takip edilmesi, anlaşılması, değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum… Bugün Türk sinemasının buna ihtiyacı var. Avrupa ve Amerikan sinemasından beslenen, film izleyerek film yapmayı öğrenen sinefil addebileceğimiz bir sinemacı kuşağımız var. Burada doğal bir seyir var, bunu kabul etmekle beraber sinemayı bizzat hayatın kendisinden öğrenilerek yapılması gereken bir eylem gibi kodladığım için, film dilinin böyle teşekkül ettiği bir örnek babında Yeşilçam sinemasını önemli bir yere koyuyorum.
Bugün İçin Türk Sineması Dediğimizde Daha Çok Tematik Ortaklıklardan Bahsedebiliriz Film Dili Ortaklığından Bahsedemeyiz
Yeşilçam geleneğinin günümüz Türk sinemasına taşınamadığını mı düşünüyorsunuz?
Bunu tam bir kopuş gibi düşünmemek lazım belki. Mesela son 5 yılda dizi sektörü sanki Yeşilçam’ın yeniden canlanması gibi bir etki bıraktı. Bugün bazı insanlar dizilere yüz çeviriyor, burun kıvırıyor, küçümsüyor ama bence hiç de küçümsenmemeli. Dizi sektörünün Yeşilçam’ın izinde yeniden canlanmasını bilinçli ve organize bir durum gibi görmüyorum. Halkın beğenileri, isteklerini dikkate aldıklarında kendilerini böyle bir akışın içinde buldular. Yeşilçam sinemasının da en önemli özelliği buydu; halk, sinemanın hangi istikamete gideceğini belirlemişti. Burada halkın bütün beğenilerini ve zevklerini kutsayamayız tabii ki ama netice itibariyle halkın beğeni dünyası bu sinemaya yansıdığı için bahsettiğimiz özgün ve özerk boyut meydana çıktı. 1990 sonrasının Türk sineması radikal bir dönüşümle kendisini bu coğrafyanın birikiminin yansıdığı Yeşilçam sinemasından koparıp Amerika ve daha çok Avrupa’nın sanat sinemasının kollarına eklemlemek istedi. Bu bir niyetti ve belki de ayakta kalmak için bir yöntemdi, bilemiyorum. Aralarından iyi işler de çıkmıştı ama bize özgü bir dünyanın kurulduğu veya buranın meselelerinin yerli yerinde konuşulduğu tartışıldığı işler olarak hissedemedik bu sinemayı. Tabii ki toplumun sosyolojisini, psikolojisini filmlerine dahil ettiler, bundan tamamen bağımsız da diyemeyiz muhakkak, ama bir film dili olarak, tercihleri itibariyle bir kopuş olduğunu düşünüyorum.
Bugün için Türk sineması dediğimizde daha çok tematik ortaklıklardan bahsedebiliriz, film dili ortaklığından bahsedemeyiz. Bence bu mühim bir ayrım. Türk sineması deyince aklımıza, yabancılaşma, kent, taşra gibi motifler geliyor, ama bunlar çok zahiri planda kalan şeyler, malzemeler. Film dili itibariyle ortak nokta neredeyse yok; 1990 sonrasının sinemacılarına bakarsanız hepsi ayrı telden çalıyor gibi görünür. Kapıdan girmek derken kastettiğim buydu. O bağlamı içeren dünya sineması örneklerinde siz farklı malzemeleri yoğuran yönetmenleri görseniz de sanki aynı kapıdan girmişsiniz hissine kapılabilirsiniz. Amerikan sineması böyledir. Avrupa sineması farklı ülkeler içerisinde bölünerek de olsa böyledir. Güney Amerika sinemasında böyle özellikler vardır. Bizde biraz eklektik bir durum var ve bu özgün bir film dili oluşumunu engelliyor.
Eserleriniz aşkın bir sinemasal arayışın nitelikli örnekleri. Ayşe Şasa da yıllar evvel Türk sinemasının birbirine karşıt gibi görünen İslamcı ve Batıcı eğilimlerin metafizik bir arayış noktasında birleşeceklerini, buna yönelik bir temayül gördüğünü söylemişti. Yazının üzerinden geçen 30 yıla yakın zamanda Ayşe Hanım’ın bu öngörüsü ne kadar gerçekleşti? Türkiye’nin kültür-sanat hayatını, dolayısıyla sinemasını da bir ölçüde belirleyen dikotomiyi aşkın bir sanat arayışı noktasında aşabilmenin olanağı var mı? Ya da aşmak gerekir mi? Bu kültürel gerilimin Türk sinemasına, kültür ve sanat hayatına belirli bir dinamizm kattığını söyleyebilir miyiz?
Bu gerilimin tabii ki bir hareketlilik kattığını söylemek mümkün. Ayşe Hanım vefat ettikten sonra, bugün bahsettiğiniz metafizik arayışlar yahut hedefler çok hızlı bir biçimde gündeme girdi. Ama şunu da göz ardı etmeyelim, ciddi bir dünyevileşme ve sekülerleşme de yaşandı. Şu an Ayşe hanımın bahsettiği mesele bu başlık eklenerek tartışılmalı. Ciddi bir dünyevileşme, sekülerleşme söz konusu; Bu durum Müslümanca hayat yaşadığını söyleyenler dahil herkes için geçerli. Dolayısıyla bunun filmlere bir yansıması var.
Gelecekte bunun bir film dili olarak Türk sinemasında yer edip etmeyeceği konusunda bir şey diyemiyorum. Ama uzun vadede film yapmak üzere adım atacağım/atmak istiyorum. Neler yapacağımı ben de kestiremiyorum. Nasıl yapacağımı zaten sürekli düşünüyorum. Bu konuda net bir cevap veremeyeceğim. Metafizik arayış bitmeyebilir, bunu kabul ediyorum. Metafizik arayış belli bir kemâlâta vararak ana zemini oluşturabilecek mi sorusunu bugünkü hızlı dünyevileşme ve sekülerleşme süreciyle beraber tekrar ele almak gerektiği kanaatindeyim. Burada parlak bir resim çizmek yerine ayakları yeri basan değerlendirmelerin peşinde iz sürmek daha faydalı olabilir.
Batı sinemasında Bresson’un, Dreyer’in bir nebze Pasolini’nin, Doğu sinemasında ise Ozu’nun Mecidi’nin temsil ettiğine benzer bir aşkın/metafizik sinema arayışını burada sinemasal bir damar olarak kurabilmenin, belki de bu arayışın kendisini bir kültürel vasat haline getirebilmenin imkânını merak ediyorum aslında?
Ortada duran Yeşilçam örneği bunun mümkünlüğünü gösteriyor. Ama daha önce söylediğim gibi bugünkü Türk sinemasında film dilinden ziyade temalarda ortaklıklar var. Yönetmenlerin film dili itibariyle -kendimi de bundan uzak görmüyorum- hep ayrı tellerden çaldığını, Dünya sinemasının çok farklı örneklerinden tesir aldıklarını ve eklektik olarak sinemalarına bunu yansıttıklarını düşünüyorum.
Bir film ortaya çıkarırken, bir tema seçerken bunu kime seyrettirmek istiyoruz? Bu temayı neden böyle yoğuruyoruz? Bunların cevaplarını hakkaniyetli bir şekilde tespit etmek lazım.
Sinemamızda kimi zaman self-oryantalizm diyebileceğimiz bir eğilim kendini belli ediyor. Belirli temalar işleniyor ve filmin imge dünyası Batılı izleyicinin Doğuya dair tahayyülüne hitap eden imajlarla donatılıyor. Bu tavrın nedenleri ve işlevi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bunun bilinçli yapıldığını zannetmiyorum; sorun da bu belki, bilinçli olmaması. Ama derinlerde yatan kompleksler bizde böyle bir bilinç akışı ortaya çıkarıyor maalesef. Bununla yüzleşmekte fayda var. Bir film ortaya çıkarırken, bir tema seçerken bunu kime seyrettirmek istiyoruz? Bu temayı neden böyle yoğuruyoruz? Bunların cevaplarını hakkaniyetli bir şekilde tespit etmek lazım soruna cevap verebilmek için. Türkiye’de sinema yapanların böyle bir çabası var mı bilmiyorum. Etrafımda bu çaba içerisinde olan bazı arkadaşlar var, ama yeterli mi emin değilim. Çünkü bu bir bedel ister, bedel ödersiniz bunun için. Bu bedel eğer ki seyredilmemekse, seyredilmeyeceksiniz. Festivale gitmemekse, festivale gitmeyeceksiniz. Veya görülmemekse, görülmeyeceksiniz. Bunu kabullenmek kolay bir şey değil bu arada. Sinema biliyorsunuz şaşalı, insanların kendisini olduğundan büyük görebildiği ve bundan hoşlandığı ortamlar aynı zamanda. Yine de her şart altında -kendi kanaatim bu tabii- Türkçe düşünerek iş yapmaya gayret ve devam etmek önemli. Açık konuşmak gerekirse beni şu kadar insan seyredecek veya şu festivaller kabul edecek gibi meseleler gündemimden uzak. Ama bazı Türk filmlerini seyrederken o derin komplekslerin filmlerde gezindiğini gördüğümde üzülüyorum.
Uygun görürseniz size Ayşe Şasa’yı sormak istiyoruz. Birçok insan gibi sizin de üzerinizde iz bırakan bir sinema mütefekkiriydi. Sizin kişisel serüveninize nasıl bir etkisi oldu? Bize biraz tanıdığınız Ayşe Şasa’dan söz eder misiniz?
Ayşe hanımın ben de bıraktığı en önemli iz -sinema özelinde konuşuyorum- şu: Türk sinemasının bizzat kendisine yüzümü döndürmeme sebebiyet vermesi. Onunla belirli periyodlarda filmler seyrederek film okumaları, filmler üzerine konuşmalar yapıyorduk ve her seferinde Ayşe hanımın geçmiş ve bugün tecrübesini karşılaştırarak, iç içe sokarak nasıl bir enerji ortaya koyduğuna şahit oldum. Bunun ben de bir iz bıraktığını düşünüyorum. Sinema alanında böyle zihinler maalesef fazla yok. Ayşe hanımın birinci özelliği büyük bir tecrübeyi barındırması, ikincisi geldiği yer itibariyle yaşadığı tecrübeye eleştirel bir gözle bakabilmesi. Ve aynı zamanda tekrar yüzünü bugüne döndürüp bazı tespitler yapabilmesi. Yani bu manada bir sinema düşünürü gibi hareket etmiştir.
Hikâye Anlatma Geleneğine Sahip Bizim Gibi Toplumların Dizilerde Bu Kadar Başarı Göstermesi Manidar
Son olarak dizileri konuşmak istiyorum sizinle. Dünya’da ve Türkiye’de çeşitli dijital mecraların da etkisiyle diziler iyice hayatımızın gündemine yerleşti ve geçmişte roman ve sinemanın yüklendiği işleve benzer şekilde günümüzde temel bir anlatı biçimine dönüşmeye başladı. İçlerinde hakikaten çok nitelikli örnekler var. Hem Türkiye’de hem de Dünya’da gündemde olan bu dizi fenomenine nasıl bakıyorsunuz? Bu gelişme sizce sinemayı nasıl etkiler?
Bunlar doğru tespitler. Sinemayı biraz tahtından edebilir. Şöyle düşünün; bir 10, 15 sene önce sanat sinemasının elde ettiği başarıların seyirci nezdindeki yankısı bugün benzer koşullarda ve başarılarda aynı seviyelerde tezahür etmiyor. İzleme alışkanlıkları değişti. İzleme alışkanlıkları film yapma alışkanlıklarını da değiştiriyor bu arada. Film yapan bir insan olarak bunu da gözlemliyorum. Hülasa dizilerin önümüzdeki yıllarda parlak dönemlerini yaşamaya devam edeceğini öngörüyorum ve hatta benim gibi sinemacıların ana akım diziler olmasa da mini dizi projelerine gireceğini tahmin ediyorum.
Zanaatla sanatın pekiştiği, aynı zamanda düşünceyle derinleşebileceği bir imkân da sunabilir diziler. Bugün sinemacılar olarak bizim en büyük sorunumuz sinemanın zanaat tarafında bir süreklilik yakalayamamamız. Mesela film çekimlerinin son haftasında zanaat açısından iyice kıvrak hale geldiğimiz bir evrede birden film bitiyor ve bir daha ancak 3-4 sene sonra setlere inebiliyoruz. Sinema işi zanaatı çokça kapsıyor ve sadece düşünerek olmuyor. Düşüneyim de düşüneyim diyemezsiniz. Gayet somut bir iş bu… Dolayısıyla dizilerin bu bahsettiğim zanaat boşluğunu doldurmaya dönük bir teklifi var. Bu teklife zamanla birçok yönetmen evet diyecektir kanımca. 1990 sonrası sinemamız zanaat boşluğunu daha iyi doldurabilseydi, film diliyle alakalı yaşanan açmazları daha az konuşuyor olabilirdik belki de.
Sinema devam edecek tabi ama film yapmak eskisi kadar kolay olmayacak. Film yapmanın çok daha konforlu bir eylem biçimi haline dönüşeceğini tahmin ediyorum. Bunlar biraz benim öngörülerim; nasıl gelişmeler olur bekleyip göreceğiz. Keskin bir şekilde diziler sinemanın yerini alacak diye de söyleyemeyiz. Ama dizilerde de kurmaca bir dünya kuruluyor her halükarda. Bugün biz biliyoruz ki bazı diziler sinema kalitesinde çekiliyor. Diziler bir anlatı biçimi ve bir hikâye anlatma geleneğine sahip bizim gibi toplumların dizilerde bu kadar başarı göstermesi manidar. Bölümlü anlatmak, hikâyeleri günlere, haftalara bölmek belki de o kadar kötü bir şey değildir!