Toplumsal cinsiyet; ‘cinsiyet konumu’ veya ‘cins kimliği’ olarak da adlandırabileceğimiz, bireylerin biyolojik özelliklerinden bağımsız, bulundukları toplumda kadın-erkek arasında eşitsiz bir şekilde sosyo-kültürel olarak var edilmiş kimliklerini teşkil eden bir kavramdır. Bu kavram bireylerin sadece cinsiyetini değil, aynı zamanda cinsler arasında eşitsiz güç ilişkilerini de belirtir.
İlk olarak 1972 yılında Ann Oakley tarafından kullanılan “toplumsal cinsiyet” kavramı, kadın ve erkek arasındaki farklılığın biyolojik unsurların yanında toplumsal ve kültürel olarak oluşturulduğunu ve inşa edildiğini ifade eder.[1]Ann Oakley’e göre “cinsiyet”, biyolojik olarak erkek-kadın ayrımını anlatırken; toplumsal cinsiyet, erkeklik ile kadınlık arasındaki toplumsal bakımdan eşitsiz bölünmeye gönderme yapmaktadır. Fakat bu terimin kapsamı, ilk ortaya çıkışından beri, yalnızca bireysel kimliği ve kişiliği değil, ayrıca sembolik düzeyde erkekliğin ve kadınlığın kültürel idealleri ve stereotipilerini, yapısal düzeyde ise kurumlar ve örgütlerdeki cinsel iş bölümünü içine alacak kadar genişlemiştir.[2]
Biyolojik cinsiyetin getirdiği farklılıklardan yola çıkarak kadınlara toplumun öngördüğü, daha doğrusu dayattığı sınırları yok etmek adına toplumsal cinsiyet tartışmaları 20. yy’ın ilk yarısında başlamıştır. Bu bağlamda toplumsal cinsiyetin sınırları toplumdan topluma ve kültürden kültüre değişkenlik göstermektedir. Toplumdaki kadın-erkek arasındaki bu eşitsizliği yıkmak adına 20. yy’ın sonlarına doğru feminizm kavramı ortaya çıkmıştır. Feminizm genel anlamda kadınların ataerkil toplumlarda kendi varlıklarını ispatlamaya dayılı toplumsal bir harekettir.
Türk edebiyatını genel anlamda bir değerlendirmeye tabii tuttuğumuzda çoğunlukla sadece erkek şair ve yazarların eser verdiği bir edebi gelenek söz konusudur. Bunun nedeni ise edebiyat alanında yaygın olan ataerkil söyleme göre şekil almış ve sabitlenen kanon algısıdır.
Türk edebiyatını genel anlamda bir değerlendirmeye tabii tuttuğumuzda çoğunlukla sadece erkek şair ve yazarların eser verdiği bir edebi gelenek söz konusudur. Bunun nedeni ise edebiyat alanında yaygın olan ataerkil söyleme göre şekil almış ve sabitlenen kanon algısıdır. “Edebiyatta kadın var mıdır?” sorusu günümüzde hala bir tartışma konusudur. Hâlbuki edebiyat tarihinde divan edebiyatı döneminden günümüze edebiyatın farklı dallarında azımsanmayacak sayıda kadın şair ve yazar yetişmiş, erkek yazar ve şairlerden geri kalmayacak düzeyde eser vererek alana hizmet etmiş kadın isimler bulunmaktadır.
Bu çalışmamız kapsamında Tanzimat döneminden günümüze var olan kanon içinde yer al(amay)an kadın şairleri ve eril söylemin içindeki bocalamaları üstünde durmaya çalışacağız. Çalışmamızın alanda eril dile karşın dişil dili desteklemeye yönelik çalışmalar yapan akademisyenlere ve araştırmacılara katkı sağlamasını umuyoruz.
Klasik Kanon Algısını Bozmak
“Feminist eleştiri kuramı”, 1960’larda feminist hareketin edebiyata yansımasıdır. Bu kuram, eril bir dille yazılmış, ataerkil söyleme dayanan kadın okumalarına karşı geliştirilen radikal bir karşı okuma olarak tanımlanabilir. Bir başka deyişle feminist eleştiri, edebiyat yapıtlarında yer alan toplumun ataerkil söylemde kadının cinsel ve sosyal konumunu çözümlemek ve bu yapının değişimine katkı sunmayı amaçlamaktadır.
Feminist eleştiri bu yönüyle hem ahlaki hem de sosyo-kültürel bir yön içermesinin yanı sıra, edebiyat araştırmaları içerisinde önemli bir araştırma alanı olarak da yer edinmiştir. Bunun nedeni ise, toplumda ataerkil söyleme dayanan yapılandırmada kadının hem sosyal hem de simgesel bir yapılandırmanın ürünü olarak tasvir ediliyor oluşudur. Feminist eleştiri bu noktada kendine düşen rolü üstlenmiş, kadının hem sosyal hem kültürel hem de simgesel olarak doğru şekilde tanımlanmasına katkı sağlamış,[3] edebi eserlerde kadına karşı koyulan kadını hor görme ve aşağılama tutumunu ortaya koymuştur.[4]
“Edebiyat kanonu” denildiğinde aklımızda canlanan ilk anlamı “klasik metinlerdir”. Kanon kavramının ve buna bağlı olarak “klasik metinler” dediğimiz algının nasıl ve kimler tarafından tanımlandığı, hangi yazarların kanona dâhil edildiği veya ötekileştirildiği üzerinde durulması gereken temel sorunlardan bir tanesidir.
‘Kanon’ terimi ilk olarak özgün ve buyurgan olarak addedilen İncil bölümlerini tanımlamak için kullanılmıştır. Sözcüğün dinsel çağrışımlar yapan terminolojisi daha sonra seküler eserler için kullanılmış ve bu kanonsal statü Dante, Milton, Shakspeare, Austen ve Dickens gibi klasik dönemden modern döneme kadar eser vermiş yazarlara atfedilmiştir. Bu yazarlar edebiyat tarihinde “klasiklerin yazarları” olarak saygı görmüş ve evrensel olarak beğenilen “tanınmış isimler” olmuşlardır. *[5]
Bu tanımdan hareketle bile kanonsal statüye sahip yazarlar arasında kadın yazar olarak sadece Austen’in anılıyor olması, kanonda kadının sesinin hangi düzeyde duyulduğuna dair bir fikir oluşturmamız için yeterlidir. Tek bir sav bu tanımı haklı çıkarmaz elbette, ancak 20. yy’a kadar uzanan edebiyat geçmişine göz attığımızda, erkek yazarların eserleri İlyada ve Odyseia’ya kadar uzanırken, kadın yazarların geçmişi Virginia Wolf’un Kendine Ait Bir Oda’sına kadar gidilebiliyor.*[6] Bu bağlamda düşündüğümüzde kafamızda birkaç soru canlanmaktadır; Wolf’a kadar gelen süreçte tarih boyunca hiçbir kadın yazar olmamış mıdır? Var ise eserleri neden tarih sayfalarına gir(e)memiştir?
Ataerkil söylemde bu tarz sorulara cevap aradığımızda karşılaştığımız cevap: “Kadın yazarlar esasen var mıydı ki biz göremedik?”. Wolf’un tabiriyle kadın yazarların “gelenek yoksunu”[7] olarak değerlendirildiği bir kanonda kadın yazarların neden kanon dışına atıldıklarının en çarpıcı cevabını yine Wolf Kendine Ait Bir Oda adlı eserinde vermiştir: “Shakespeare’in yazı yazmak isteyen çok yetenekli kız kardeşi Judith’in kendine ait bir odası yoktur. Üretkenliğini sergileyebileceği bir alandan yoksundur. (…) Her ne kadar ağabeyi kadar maceraperest ve hayalperest olsa da hayatta kalamaz. (…) Bir kış gecesi kendini öldürür ve şuan Elephant ve Castle dışında durdukları yerde, bir kavşakta gömülüdür”.[8] Kadın deneyimlerinin ve anlatılarının gömülü olmasının temel nedeni; erkeklere sunulan koşul ve şartlardan kadınların mahrum kalmasının yanı sıra kadınların kamusal alanın dışında tutulması ve buna paralel olarak onları edebiyattan da uzak tutmak arzusundan kaynaklıdır. Bu algıyı kırmanın yolu ezber niteliğinde var olan kanonu sorguya tabii tutmaktır.
Dilek Direnç, Kadın Yazarlardan Eski Masallar Yeni Meseller*[9] adlı eserinde “edebi kanon” geleneğinin sorgulanması için öncelikle edebiyat ve ideoloji arasındaki ilişkiye dikkat çeker ve bu bağlamda edebiyatın da bir ideoloji olduğunu dile getirir. Direnç, edebiyatın kurumsal bir yapı ile ilgili olduğunu tartışırken, aynı zamanda “bir temsil dizgesi” olduğunu da unutmamamız gerektiğini dile getirmektedir. Çünkü edebiyat etkinliklerinin “yazmak kadar, yazılmış olanı okumak, değerlendirmek ve okutmak, özellikle okutarak eğitim kurumlarında ortak kültürün bir parçası haline getirmek” gibi birçok işlevi vardır. Bu bağlamda edebiyata karşı bakış açımızı değiştirmek ve alternatif söylemler oluşturmanın bir yolu kanona dâhil edilen edebi “geleneğin mirasçısı” olmak yerine, metinleri günümüz bakış açısıyla yeniden yorumlamaya tabi tutarak yeniden yazmaktır.
Kanonik metinlerin çağdaş kadın yazarlar tarafından yeniden yazılması, kanonu gerçekliğin yansıtıldığı bir aynadan ziyade, her açıdan farklı bir yansıması olan bir prizma haline getirir. Kanon kavramını eleştirel sorulardan ve değerlendirmelerden yoksun bırakmak, toplumsal cinsiyet, ırk, etnik köken ve sınıfsal ayrım gibi kavramların dışında tutmak onu durağan bir konuma hapseder. Erkek egemenliği üzerine kurulan kanonun ideolojisine direnen yeniden yazımlar, kanonun hem kadınlar hem de tüm ötekileştirilmiş kimlikler için bir anahtar olduğunun altını çizerler. *[10]
Kadın Şairlerin Eril Söylemde Konumlan(amay)ışı
“Kadın şair” olgusu, uzun yıllar eril söyleminin gölgesinde kalmıştır. Ayten Mutlu bunun nedenlerini şöyle açıklar: “Şiir ve kadın ilişkisi hep puslu aynaya yansıyan bir yüz gibi, flu kalmış. Kimi; ‘kadın niye şiir yazar ki, zaten kendisi şiir’ demiş, kimi; ‘ kadının beyinsel yapısı şiir gibi karmaşık bir işle uğraşması için uygun yapıda değil’ demiş, kimi; ‘kadının yaşantı biçimi ve kültürel gelişimi itibariyle…’ diye başlayan uzun tümceler kurmuş, kimisi de; ‘kadından şair olmaz!’ deyip kestirip atmış.”*[11]
Pek çok kadın için kalem tutmak türlü endişelerle boğuşmak ve küstahlığa ve deliliğe cesaret edebilmek anlamına gelir. Hele de önünüzde güç alabileceğiniz fazla kadın yazar örneği yoksa endişeler daha kısıtlayıcıdır.
Harold Bloom’un, Etkilenme Endişesi adlı kitabında şiirsel etkilenmeyi “evlat”, “oğulluk” ilişkisiyle tanımladığına ve Freudyen bir eğilimle edebiyat tarihinin merkezindeki mücadelenin güçlü eşitler (rakipler) ile baba ve oğul karşıtlığı arasındaki güçlü savaşa dayandığı savını ileri sürdüğüne dikkati çeken Gilbert ve Gubar’a göre bu ödipal savaş içinde yukarıda da belirtildiği gibi kadın yazara yer yoktur. Kadın yazarın yüzleşmek durumunda olduğu öncüllerin neredeyse hepsi erkektir ve ataerkil otoriteyi canlandırmakla kalmazlar, kadınları stereotiplere çevirerek kendi potansiyelleri ve kişilik tanımlarıyla kuşatırlar. Erkek şairin “etkilenme endişesi” olarak yaşadığını kadın şair “yazarlık endişesi” olarak hisseder. Yaratamayacağına yönelik radikal bir korku duyar, çünkü asla bir “ata”, öncü olamaz; yazma edimi onu izole edecek ve yok edecektir. Kadın, yazar olarak değil, olsa olsa “okur” olarak kimlik kazanabilir. Pek çok kadın için kalem tutmak türlü endişelerle boğuşmak ve “küstahlığa ve deliliğe” cesaret edebilmek anlamına gelir. Hele de önünüzde güç alabileceğiniz fazla kadın yazar örneği yoksa endişeler daha kısıtlayıcıdır.
Sibel Irzık ve Jale Parla kendileri tarafından derlenen Kadınlar Dile Düşünce: Edebiyat ve Toplumsal Cinsiyet’in önsözünde “bütün bir edebiyat geleneği içinde erkek yazarların hem sayısal açıdan hem de otorite açısından üstünlüğüne, kadın yazarların sonradan gelmişliğine, kenarda kalmışlığına” değinirler. Erkek egemenliği üzerine var olan ideolojilerin kadın varoluşunu “mahremiyet”, “sessizlik” gibi kavramlarla tanımlayarak onu “dil öncesi” bir alana hapsettiklerini belirtirler; kadınların yazma cüreti göstermeleri “kendileri hakkındaki sözleri kışkırttıkları, örtülü tutularak saflığın korunması gereken bir varlığı açıp sergiledikleri için çirkinleşip rezil oldukları anlamına gelir.”
Buna göre kadınlardan, edebiyat alanındaki varlıklarını toplumun beklentilerine göre biçimlendirmeleri istenmektedir. Aksi durumda dil öncesine itiliş aynı zamanda akıl dışına itilişi de beraberinde getirir.
Gilbert ve Gubar’a göre kadın edebiyatı, işe yaramaz kişisel hislerin coşkun enerjisi olarak küçümseniyor ve kadınlar bundan etkileniyor. “Kadının yazmaya çalışması absürt olmasa bile bu düşünce tarzı gösteriyor ki yine de bir şekilde hastalıklı ya da bugünkü deyişle söylersek nevrotik bir şey”. Gilbert ve Gubar, Virginia Woolf’un da Kendine Ait Bir Oda kitabında edebî emekleri konusunda alçakgönüllü olmayan, özür dilemeyen kadınların deli ve anormal görülmelerine değindiğinin altını çizerler. *[12]
Birbirini takip eden kuşakların kadınları, tıpkı Fatma Aliye ve Halide Edip’te olduğu gibi birbirlerine sadece edebi tecrübeyi değil kadınlıkla ilgili tecrübelerini de devrederler.
Hilmi Yavuz ise konuya bambaşka bir boyuttan bakar. Ona göre kadın şairlerin çoğunluğunun daha çok erkek meslektaşlarına özenerek ve erkek egemen üslubu kullanarak şiirler yazdıklarını ve bu durumun onları bir kadın üslubu oluşturmaktan uzaklaştırdığını ifade etmektedir. Yavuz, ayrıca, “Bunun temelinde kadın şairlerin kendilerini egemen şiir ortamında kabul ettirme endişesi vardır.” görüşünü de öne sürmüştür. Oysa sözlü kültürün egemen olduğu toplumlarda, bu kültürün taşıyıcısı genellikle kadınlar olmuştur. Fakat sözel kültürde varlığı yadsınamayacak olan kadın şair, yazınsal kültüre geçişte belirli ritüellerin toplum yaşamından yavaş yavaş silinmesini takiben bu konumunu yitirmiş, yaşamsal alanlarda olduğu gibi bu alanı da erkeğe terk etmek zorunda bırakılmıştır. Bu sistematik dışlanma karşısında kadın şair, ilkin varlığını kabul ettirme anlamında kendi sesinden, duyarlığından, söz dağarcığından ve şiirinden ödün vermek durumunda kalmıştır.
Başlangıçtan beri sözlü edebiyat dairesi içerisinde etkin bir rol üstlenen kadınlar, yazılı edebiyat söz konusu olduğunda ancak 19.yy’dan itibaren varlıklarını göstermeye başlamışlardır.
Dolayısıyla kadının şair kimliği, belli bir döneme kadar içinde bulunduğu sosyal statüye ve erkeklerin dünya görüşüne göre şiirler yazmanın ötesine geçememiştir. Başlangıçtan beri sözlü edebiyat dairesi içerisinde etkin bir rol üstlenen kadınlar, yazılı edebiyat söz konusu olduğunda ancak 19.yy’dan itibaren varlıklarını göstermeye başlamışlardır.
Erkek şairlerle kıyaslandığında kadın şairlerin sayıca çok az kaldığı görülür. Mevcut şaireler içinde, bütün ön yargılar, dedikodular, hafifsenmelere rağmen şiirde başarı gösterip kaynaklarda adından övgüyle söz edilenlerin sayısı daha da azdır.
Klasik dönem şiirine bir göz attığımızda, divan edebiyatı gibi bir dönemde sınırları, kuralları belli, şekilci, ne söylendiğinden çok, sözün nasıl kullanıldığının önemsendiği bir edebî dönem içerisinde kalem oynatan bir kadın şair olmak… Ya da kadına sosyal yaşamda belirli görev ve roller belirlemiş muhafazakâr bir toplumda şaire olmak… İster edebi ister toplumsal yönden bakılsın, her iki şekilde de “kadın şair olursa gör başına neler gelir”*[13] misali çoğu zaman linç edilircesine erkek söylemde eleştiriye tabii tutulur.
Tanzimat dönemine gelindiğinde, kadınlar lehine bazı gelişmelere tanık olsak da Tanzimat’tan günümüze kadar varlık gösteren edebi akımlar içinde kadın yazarlar ve şairler ne yazık ki yer alamamıştır. Bunun nedeni, edebi akımların birleştiği edebi grupların aynı zamanda birer sosyal muhit olması olarak açıklanabilir. Servet-i Fünûn, Fecr-i Ati, Beş Hececiler, Toplumcu Gerçekçiler, Yedi Meşaleciler, Garip Akımı ve İkinci Yeniciler arasında kadın şaire rastlayamayız. Bunda erkek meslektaşlarının kadın şairlere olumsuz bakış açılarının payı olduğunu da söyleyebiliriz.
Türk edebiyatında kadın olarak yazar olmaya niyetlenmenin zorlukları, yalnızca edebiyat tarihinin geçmiş zamanlarına ait bir mesele değildir. Tanzimat sonrası edebiyatta görünür olmaya başlayan kadın yazarların edebiyatın ‘baba’ları tarafından onaylanmaları gerekliliği 1960’ların özgürlükçü ortamında dahi geçerliğini korumaktadır. Bu dönemin pek çok kadın yazarının yazılarında, söyleşilerinde edebiyat ve eleştiri dünyasına egemen olan eril zihniyetin kadın yazarın önüne çıkardığı engellerden, küçümseyici tavırdan ve cinsel nesne olarak değerlendirme eğiliminden söz edilmektedir. Her yazarın kendinden önceki kuşakla, ‘usta’larla ve hâlihazırdaki rakipleriyle girdiği bir mücadelesi olduğu ve bir “yazma endişesi” taşıdığı düşünülebilecek olsa da kadın yazarların yazma endişelerinin hem geçmişle hem de yaşadıkları zamanın eril dilin hâkim olduğu egemen edebiyat ortamıyla mücadeleyi gerektirdiği, dolayısıyla bir çifte zorluğu barındırdığı göz önünde tutulmalıdır.
Tanzimat döneminde Batılı manada başlayan tahkiye içinde kadın şair ve yazarlarımızın bugün erkeklerle yarışacak durumda olmaları biraz da yeni tahkiye türünün her iki cins için de yeni deneniyor olmasıyla ve Tanzimat döneminde kadın sanatçıların toplum içinde daha fazla seslerini duyurmalarına olanak sağlanmasıyla açıklanabilir. Kızlara yönelik okulların açılması, kadınların dernek faaliyetleri içinde yer almaları, dergi ve gazetelerde kadın şairlerin eserlerine de yer verilmeye başlanması, kadın şairler açısından olumlu gelişmelerdir.
Gerek sosyal yaşamda gerekse sanat dünyasında yer alan kadın profili, Cumhuriyet döneminde de değişmez. Kadın şairler sayı olarak 1990’lı yıllarda, 80’lere oranla daha fazla edebiyat dünyasına dahil olmuştur. Bunda, kadınların giderek daha da bilinçlenmesinin ve gelişen teknolojik imkânlar sayesinde kadınların seslerini daha fazla duyurabilmesinin etkisi olduğu düşünebilir.
Oya Batum Menteşe gelinen noktayı şöyle değerlendirir: “Günümüzde, edebiyatın erkek-egemen marjinal, başarısız ve etkisiz olduğu günlerden, kadın ve erkek yazarın aynı şekilde evrensel olabileceği anlayışa gelindi. Kalemin erkekliği temsil ettiği günlerden, sayfanın kadın yaratıcılığını temsil ettiği günlere gelindi.” *[14]
Tanzimat’tan Cumhuriyet’e uzanan süreçte gerek medeniyet değiştirme, gerekse imparatorluktan millî devlete geçme süreci, kadın dünyasının bu değişimlere ayak uydurması açından apayrı yoğunluklarla katlanır. Ancak değişim başlamıştır ve kadınlar birbirlerine açtıkları yolu devrederler. Bu anlamda birbirini takip eden kuşakların kadınları, tıpkı Fatma Aliye ve Halide Edip’te olduğu gibi birbirlerine sadece edebi tecrübeyi değil kadınlıkla ilgili tecrübelerini de devrederler. *[15]
Edebiyatta önemli bir varlığı teşkil eden kadın şairlerinin güncelliğini ve evrenselliğini koruyan eserlerinin tanınması ve tanıtılması ihtiyaç duyulan bir konudur. Bu aynı zamanda edebiyatta kadın duyarlılığının ortaya çıkarılması açısından da önemlidir. İlerleyen yıllarda hem nicelik hem de nitelik açısından büyük bir atılım gösteren kadın şairlerin edebiyattaki konumu ve etkileri bu doğrultuda yürütülecek araştırmalar için değer niteliği taşımaktadır. Bu noktada tematik araştırmalarda kadın şairlere ait biyografik unsurlar büyük ölçüde yol gösterici olacaktır. Yüzyıllardır kendilerine yüklenen edilgen konumdan sıyrılarak hayatı, toplumu ve bireyi kendi diliyle anlatma cesareti gösteren kadın şairlerin edebiyatta oluşturdukları ortak miras kadın söylemidir.
Akademik çalışmalar içinde yer alan kadın araştırmacılara bu bakımdan bir görev ve sorumluluk düştüğü açıktır. Üniversitelerde, özellikle de edebiyat bölümlerinde yapılan faaliyetlerde, kadın yazar ve şairlerin gençlere tanıtılması sağlanmalıdır. Böylece, kadının toplum hayatındaki yeri pekişirken, kadın yazar ve şairler edebiyat dünyasında olmaları gereken yerde temsil edilebilirler kanaatindeyiz. Medeni milletler seviyesinde olabilmenin ölçütlerinden biri de, muhakkak kadına verilen değer ve duyulan saygıdır. Bu bağlamda, kadın şairlerin seslerini daha fazla duyurabilmeleri için, öncelikle kadınlar lehine yaklaşımların yerleşmesi gerekir.
*Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi, Yeni Türk Dili ve Edebiyatı Doktora Öğrencisi
KAYNAKÇA
- 1 Kirman, M. Ali, Din Sosyolojisi Terimleri Sözlüğü, 2. Baskı, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2010
- 2 Marshall, G., Sosyoloji Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 1999
- 3 Sakallı, C., Günümüz Edebiyat ve Eleştiri Kuramları, Anı Yayınları, Ankara, 2016
- 4 Humm, M., Feminist Edebiyat Eleştirisi, Say Yayınları, İstanbul, 2002
- 5 Stevens, C., The Literary Canon, Literary, Encyclopedia Dergisi, 2021
- 6 Çallı, K. Neslihan, Kanonun Ezberini Bozmak: Çağdaş Kadın Yazarların Kaleminden Hikaye’nin Öteki Yüzü, Pasajlar Dergisi, Sayı: 02, Mayıs 2019
- 7 Direnç, D., Kadına Destan Yazmak, Kadını Tarihe Yazmak: Ayla Kutlu ve Kadın Destanı, Bilgi Yayınları, İstanbul, 2014
- 8 Wolf, V., Kendine Ait Bir Oda, Kırmızı Kedi Yayınları, İstanbul, 2012
- 9 Direnç, D., Kadın Yazarlardan Eski Masallar Yeni Meseller, Ege Üniversitesi Basımevi, İzmir, 2008
- 10 Çallı, K. Neslihan, Kanonun Ezberini Bozmak: Çağdaş Kadın Yazarların Kaleminden Hikâyenin Öteki Yüzü, Pasajlar Dergisi, Sayı: 02, Mayıs 2019
- 11 Mutlu, Ayten, Puslu Aynadaki Yüz veya Antik Çağdan Günümüze Kadın ve Şiir, Vadi Yayınları, Ankara, 2006
- 12 Aydın, H., Toplumsal Cinsiyet ve Estetik Özerklik Bağlamında Türk Edebiyatında Delilik ve Kadın, Doktora Tezi, Ankara, İhsan Doğramacı Bilkent Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyat Bölümü, Aralık 2014
- 13 Pala, İ., Âşinâ Güzeller, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1998
- 14 Tağızade K., Nesrin, Edebiyatımızın Kadın Kalemleri, Vadi Yayınları, Ankara, 2006
- 15 Argunşah, H., Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Kadın Yazarlar ve Kadınlarla İlgili Konular, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Kadın Edebiyatçılar Sergisi ve Sempozyumu, Mart 2016