İman kelimesi, “emn” kökünden gelmektedir. Amel kelimesi ise, masdardır. Bilerek ve isteyerek yapılan fiil anlamındadır. Ahlak kelimesi ise, “hulk” ve “huluk” kelimelerinin çoğuludur. İman, insanda hiçbir kuşkuya mahal vermeyen inanç ve bir iradenin oluşması ve beyanıdır. Bunun gerçek olup olmadığı ise, amel ile ortaya çıkar. Kur’an’da imandan bahsedilince, genellikle hemen sonrasında amelden bahsedilir.
Ahlak ise amelin şeklini belirler; amelin imanın gerekleriyle uyum içinde ya da ona uyumsuz bir mecrada yürümesine kaynaklık eder. Ahlak kelimesi çoğuldur; dolayısıyla birden fazla ahlak çeşidinin varlığını ifade eder. İyi ve kötü ahlak gibi. İslâmî kaynaklarda iyi ahlaka, ahlâk-ı hamîde, ahlâk-ı hasne; kötü ahlaka ise, ahlâk-ı zemîme, ahlâk-ı seyyie gibi adlar verilmiştir. İyi ahlaklı olan bir kişi, kendi karakterinde mevcut olan erdemlerden dolayı, yaptığı iyi şeyleri, doğal hayatının bir gereği olduğuna inandığı için hiç zorlanmadan yapar. Kötü ahlaklı kişilerin yaptığı bazı iyi şeyler ise, ahlaki bir temele dayanmaktan ziyade, kibir, riya ve menfaat temini gibi kötü ahlak erdemsizliklerine dayalı olarak yapar.
Ahlakta olduğu gibi ameli de iki kategoride ele almak gerek; iyi amel ve kötü amel. İyi amel, İlahî emir ve yasaklarına aykırı olmayıp insanın ve toplumun yararına yapılan şeylerdir. Amelin bu türü genelde iyi ahlaklı kişilerin eseridir. Kötü amel de bunun tam tersidir; ilahi emir ve yasaklarına aykırı, insan ve toplum için zararlı olan şeylerdir. Bu amel çeşidi de genellikle kötü ahlaklı kişilerin eseridir.
Kişinin iyi ahlaklı veya kötü ahlaklı olduğunu belirleyen bazı temel karakteristik özellikler vardır. Güvenilirlik, doğruluk, takva, sabır, iffet, hilim, tevazu, sevgi ve merhamet gibi erdemli vasıflara sahip olan iyi ahlaklı insanlardır. Bunlar Allah tarafından Kur’an’da hep övülmüş ve kendilerine mükâfatlar vaat edilmiştir.
“Onlar bollukta da darlıkta da Allah için infak ederler (mal harcarlar), öfkelerini yenerler ve insanları bağışlarlar. Şüphesiz Allah iyilikseverleri sever.” (Ali İmran, 3/134)
Kötü ahlaklı kişilerin de kibir, nifak, hıyanet, bozgunculuk, tecessüs, gıybet, haset, israf ve cimrilik gibi belirgin özellikleri vardır. Bu özelliklere sahip olan kişiler Allah tarafından Kur’an’da hep yerilmiş ve kendilerine en şiddetli cezalar vaat edilmiştir.
“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez.” (Lokman, 31/18)
“Yine bunlar başkalarına gösteriş (riyakârlık) olsun diye mal verirler, Allah’a ve ahiret gününe inanmazlar. Yoldaşı şeytan olanın ne kötü yoldaşı vardır.” (Nisa, 4/38)
İnsanlık Onuru ve Ahlakiliği
Kur’an bütünsel olarak ele alındığında, kişi ve toplumun yaşam tarzının şekillenmesini belirleyen iki temel çizginin var olduğunu görüyoruz.
Bunlardan biri, insanlık onurunun esas alındığı ve her şeyin ona endekslendiği çizgidir. Allah, “Biz Âdem oğullarını onurlu kıldık.” (İsra, 17/70) mealindeki ayet ile “Ben bir halife oluşturacağım.” (Bakara, 2/30) ayeti, bu çizginin belirleyici unsurlarıdır. Bu iki ayet, Kur’an’ın bütünüyle birlikte ele alındığında, İslam dininde esas olan, Allah tarafından onurlandırılmış ve dünyada yaşatmak istediği yaşam tarzını hayata geçirmek için halife seçtiği, insandır. Allah tarafından yeryüzüne gönderilen bütün Peygamberler ve getirdikleri kitapların ana hedefleri de yeryüzüne halife olarak onurlandırılan insanların onursuz bir duruma düşmemesini veya düştüğü takdirde onları bu onursuz durumdan kurtarılmasını sağlamaktır.
Bütün semavi dinlerde olduğu gibi İslam dini de iyi ahlaklı bireyler ve bu bireylerden meydana gelecek iyi ahlaklı bir toplumu hedeflemektedirler. Hiçbir din sadece bazı ibadetleri insanlara yaptırmak üzere gelmediği gibi İslam dini de böyle bir hedef için gelmemiştir. İbadetlerin meşrulaştırılmasının hikmeti dahi bu amaca yöneliktir. Kâinatta var olan her şey hiç durmadan aralıksız bir şekilde Allah’a ibadet etseler, onların bu ibadetlerinden ötürü Allah’ın azametinde bir zerre kadar artış olmaz. Aynı şekilde isyan da etseler, yine de Allah’ın azametinden bir zerre kadar küçülme olmaz. Allah’ın hiç kimsenin ibadetine ihtiyacı yoktur. Allah’a muhtaçlık kavramını izafe etmek Allah’ı inkarla eşdeğerdedir.
“Şüphesiz namaz, (insanları) kötülüklerden ve azgınlıklardan alıkoyar” (Ankebut, 29/45) mealindeki ayet, Allah’ın kendisine yapılmasını istediği namaz ibadetinin, gerektiği gibi kılınması halinde, insanı kötülüklerden ve azgınlıklardan alıkoyma özelliğine sahip bir ibadet olduğunu, dolayısıyla insanlara son derece yararlı olduğunu ifade ederek ibadetin bu amacını açıkça ifade etmektedir. İnsan ve insanlık için yararlı olan her şeyi din emreder ve zararlı olan her şeyden sakındırır ve din bu çerçeve içindeki yaşamın sürdürülmesidir. İşte bu, iyi ahlaklı yaşamdır, aynı zamanda buna dini yaşam da denilebilir.
Dünyanın neresinde insanlık onuru ayaklar altına alınmış, insan, hayvan ve camid eşyalara ibadet edilir duruma gelinmiş ise, orada bir peygamber ortaya çıkmış ve insanlığı bu ayıptan kurtarma mücadelesi vermiştir. Nitekim İslam peygamberi Muhammed (as), peygamber olmadan önce Mekke ve çevresindeki durum insanlık açısında içler acısıydı. Hâkimiyet tamamen kötü ahlaklı kişilerin elindeydi ve bunun sonucu olarak: Taş ve tahtalardan yapılmış üç yüzden fazla put Kâbe’nin içine yerleştirilmiş, Allah’ın değer verdiği insanlar, bu putlara tapar duruma gelmişlerdi. Allah’ın hür olarak yarattığı insanlar, iktidar savaşlarıyla köleleştirilerek, hayvan sürüleri gibi pazarlara getirilip satışa çıkarılıyorlardı; köleleştirilmiş insanlar bir mal gibi alınıp satılıyordu. Kabileler arasında yüzyıl devam eden haksız savaşlar devam ediyordu ve bunun önünü kesecek aracılar da yoktu.
İşte insanlık böylesi bir durumdayken, insanlar içinde en iyi ahlaka sahip olan Muhammed (as) “Şüphesiz sen yüce bir ahlaka sahipsin” (Kalem, 68/4) Allah tarafından insanlığı bu durumdan kurtarmak ve layık oldukları bir yaşama kavuşturmak için peygamber olarak görevlendirildi.
Bu bağlamda denilebilir ki, İslam dininin birincil hedefi, insanların hiçbir etki altında kalmadan, sadece Allah için dini tercihini yapabilecek bir ortamın oluşmasını sağlamaktır. Böylesi bir ortamda düşünce ve ifade hürriyeti başta olmak üzere, insanların Allah dışında hiçbir şeye ve kimseye köle olmadan özgür bir toplumun içinde, iman edip etmeme konusunda tam özgür bir birey olarak yaşamasını ve insanlık onurunun zedelenmemesini sağlamaktır.
Müteaddit ayetlerden anlaşıldığı gibi, insanlar iman etme konusunda tamamen özgürdür, inanıp inanmaları onlarla Allah arasında olan ve olması gereken bir şeydir. İmanın Allah indinde onlar için bir artı değeri vardır. Fakat dünyadaki yaşam ile ilgili olarak onlara bir artı değer vermez. Haklarda herkes eşittir.
Bu yolun yolcuları -dini inancı olsun veya olmasın- iyi ahlaktan nasibini alan insanlardır. Bu anlayışta, büyüklük sadece Allah’a mahsustur, Allah tarafından yaratılan hiçbir varlık yüce ve dokunulmaz değildir. (21/23; 45/37; 59/23) Her fert Allah dışında hiç kimseye eğilmeyecek ve Allah’ın çizgisine uygun olmayan hiçbir şeyde hiç kimseye itaat etmeyecek. Allah bu yolun yolcularına emirlerde bulunur ve bunun dışında bir yolun olmadığını net bir biçimde söyler. (6/151, 152, 153; 7/33)
Peygamber Hakemliğinde Medine Örneği
Peygamberlik dönemi hala devam ediyorken Medine’de, Medine Sözleşmesi çerçevesinde oluşturulan yönetim, İslami yönetimin ilk örneğidir. Bu yönetim biçimi çok toplumlu ve çok inançlı bir yönetim olduğu herkesin malumudur. Bu yönetimle Muhammed(as) dahil hiçbir kişiye krallık veya hükümdarlık gibi bir yetki verilmemiş ve hiç kimseye dokunulmazlık tanınmamıştır. Adalete ve kişi haklarına önemle yer verilmiş, toplumsal ve inançsal farklılıklara kendilerini özgürce ifade etme ve idare etme hakkı tanınmış ve Medine toplumunun tamamı bir ümmet olarak isimlendirilmiştir. Ortak savunma ve güvenlik mekanizmaları oluşturulmuş, ihtilafların çözümünde Muhammed(as) hakem olarak kabul edilmiştir.
Medine’de oluşturulan yönetim barışı esas alan İslami bir yönetimdi. İslam’ın ilk yıllarından hicret olayına kadar, savaş müminlerin gündemine hiç gelmemiş, hicretten sonra Medine’ye hicret etme imkânına sahip olmadığından dolayı Mekke’de kalan Müslümanlara, inançlarından döndürülmesi için, yapılan işkencelerden dolayı şahadetler meydana geldikten sonra gündeme gelmiş ve savaşa şartlı izin verilmiştir (Hacc, 39). O da sadece bu cinayetleri işleyenlere karşı misilleme amaçlı verilen bir izindi. Bu esnada Medine çevresindeki Müslüman olmayan kabilelerle hiçbir olumsuzluğa girilmemiş, aksine bazı kabilelerle saldırmazlık, diğer bazılarıyla da karşılıklı yardımlaşma anlaşmaları yapılmıştır. Kur’an’da bunların yaptıkları dinden döndürmeye yönelik öldürülmeye kadar varan işkence ve tehcir olayı, fitne olarak değerlendirilmiş, savaşın nihai hedefi de bu tür fitnelerin tamamen ortadan kaldırılması ve din edinmenin sadece Allah için olacağı özgür bir ortamın yaratılması olarak gösterilmiştir (8/39; 2/193, 217).
İslam’da savaş bir ihtiyaç veya hedef değil, bir zorunluluktur. Peygamber döneminde üç büyük savaş gerçekleşmiş, bunlardan üçü de savunma savaşıydı.
Tek saldırı savaşı için yapılan Tebuk seferi, elçinin öldürülmesi ile ilgili bir misilleme harekâtıydı ve sıcak temas yaşanmadan sona ermiştir.
“Allah’ın elçisinde sizin için, en güzel bir örnek vardır.” (33/21) bu ayetle bu yaşam örneğinin tüm müminler için en güzel bir yaşam örneği olduğu net bir şekilde ifade edilmektedir.
Diğeri de üstünlük anlayışını esas alan, iktidarcı, hegemonyacı bir çizgidir. Bu çizgi üstünlük anlayışına dayalıdır. Dolayısıyla zulüm ile başlar ve büyüyerek Firavunlaşmaya doğru gider. Allah bütün insanları eşit ve özgür yaratmıştır. Üstünlük mücadelesi eşitliği kabul etmemekle başlar. Dolayısıyla başlangıçtan itibaren Allah’ın eşitlikçi yaratılışına karşı bir mücadeleyi başlatmış olur, haddini aşar ve hem Allah’ın hem de başkalarının sınırına tecavüz etmiş olur. Toplum daha başlangıçtan itibaren zalimlik ve mazlumluk kavramlarıyla yüzleşir. Zalimlik de mazlumluk da insanlık onurunu rencide eden olgular olduğu için, İslam her ikisini de reddeder. İnançlı ve iyi ahlaklı kişiler asla bunu kabul etmezler ve etmemelidirler. Zalim Allah’ın lanetine maruz (7/44), mazlum da zalimin zulmüne maruz olur. İşte kavga tam da buradan başlar.
Zalim ve Mazlum Olmamak
Zalim, kendi hegemonya alanını genişletmek için amansız mücadele eder, üstünlüğünü daha fazla güçlendirmek için daha fazla zulüm yapar, mazlum da hem dinini hem onurunu korumak için bir mücadele çabası içine girer. Çünkü sessiz kalmak yapılan zulme destek anlamındadır, bu da aynı zamanda bir çeşit zalimliktir.
Halkı Müslüman olan ülkelerin yöneticileri maalesef bu ikinci çizgi üzerinden yönetmeye çalışıyorlar. Hiç birisi Allah’ın peygamberine verdiği yetkilere razı olmamış, her yönetici yalnızca Allah’ın konumu olan, layüsel (sorumsuzluk) konumunu seçmişler. Bunlar, insanların özgürlüğü, huzuru ve adalet içinde yaşamasını esas almıyor, belli kişi ve çevrelerin mutluluğu ve daha fazla güçlenmesi ve hükümranlığını esas alıyorlar. Bu, Allah’ın ve peygamberlerin yolu değil Tağut’ların (haddini aşmış olanların) yoludur.
Allah, kendi peygamberi ve eşref-i mahlûkat olan Muhammed(as)’e hitaben, şöyle buyurmuştur: “Sen onların üzerinde bir zorba değilsin” (50/45)
Müminlere hitaben de şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya itmesin” (5/8)
Adalet; İman-Amel-Ahlak Bütünlüğü
“El-Adl” Allah’ın sıfatlarından biridir. Bu manada Allah adildir, zulmü ve zalimleri sevmez. Onun için de İslam’a göre, zulüm haram sayılmıştır. (60/8; 7/29; 16/90; 4/148; 42/40)
İslam dini adalet ölçülerini çok geniş tutmuştur. Din, vicdan ve ifade hürriyetine karşı çıkılmadıkça, aynı vatanda beraberce yaşama kabul edildikçe, kim olursa olsun; onlara iyilik etmek, kendilerine adaletli davranmak gerektiğini ortaya koymuştur. Kur’an’da: “Allah adaletli davrananları sever” (60/8) ve “Zalimler için dost ve yardımcı yoktur” (22/71; 40/18) buyrularak, adil olmayanlara yardım edilmemesi gerektiği de vurgulanmıştır.
İman, amel ve ahlak arasındaki ilişki, birbirlerini destekleyici, tamamlayıcı ve olmazsa olmaz ilişkilerdir.
Belki her iyi ahlak sahibi, mümin olmayabilir, ancak her mümin, iyi ahlaklı olmak zorundadır. Bununla birlikte amel-i salih imanın belirleyicisi olduğu için her müminin amelinin salih olması bir zorunluluktur. Müminler de zaman zaman günah işlemek suretiyle kötü ameller işleyebilir, ama bu, onun hayatının bir parçası haline gelmemelidir; tövbe edip ondan kurtulmayı becermelidir.
Dinler Allah tarafından insanlara barış, özgürlük, eşitlik ve adalet getirmek için geldiği halde, halkı Müslüman olan ülkelerin her çeşit kötülüğün yaşandığı ülkeler haline gelmeleri, İslam’ın ortaya çıkardığı ve İslam’dan kaynaklı bir sonuç değil, İslam Peygamberi Muhammed(as)’ın vefatından kısa bir süre sonra, İslam’ı esir alan Müslüman kılıklı İslam düşmanlarının, esir aldıkları İslam’ı istedikleri gibi konuşturup istedikleri şekli vermek suretiyle oluşturdukları İslam sentezinin ve onu yöneten kötü ahlaklı kişilerin çıkardığı bir sonuçtur.
Böylesi bir fitneden kurtulmanın tek yolu, Allah’ın kelamı Kur’an’ın ve İslam peygamberi Muhammed(as)’in Medine Sözleşmesiyle uyguladığı birlikte yaşam projesine geri dönüp, hak ve adalet mücadelesi vermektir.