Devlet ya da -Hobbes’un kavramsallaştırmasıyla- Leviathan, nasıl ortaya çıkmıştır?
Genel kanıya göre insanlar, avcı- toplayıcılıktan yerleşik hayata geçince öncesine nazaran büyük bir güvenlik sorunuyla karşılaştılar. Güvenlik sorununu çözmek için de özgürlüklerinden feragat ederek geleneksel devlet kurumunu oluşturdular. Bu kurum, tarih boyunca sosyal, dini ve en önemlisi de ekonomik ilgilere göre değişkenlik göstererek farklı formlara evrilmiştir. Günümüz kapitalist devlet örgütlenmesinin yanında tarihte, sosyalist ya da teokratik devlet uygulamalarına da rastlanabilmektedir. Üretim araçları ve bireysel hak ve özgürlüklerin sınırları ile yurttaş sorumlulukları bu devlet uygulamalarında değişkenlik gösteren temel unsurlardır denilebilir. Bu noktada geleneksel devletin/Leviathan’ın, gücün paylaşımına karşı çıkması değişmeyen tek unsur olabilir.
Farklı devlet modellerinin uygulanması, sosyal bilimler alanında çalışan araştırmacıların bu konuya eğilmesine sebep olmuştur. Devlet modelleri üzerine düşünen isimlerden biri de Wael Hallaq’tır.
Yazarın teokratik devlet ya da özel anlamda İslami devleti tartıştığı “İmkânsız Devlet: Modern Çağda Bir İslam Devleti Niçin Mümkün Değildir?” isimli eseri bu yazının konusunu teşkil etmektedir. Eserde anlatılanlar üç bölümde ele alınarak sonuç kısmında değerlendirilecektir.
A) İslami Devletin Paradigması
Hallaq’a göre İslami bir devlet, modern tanımına uymaz. İslami devletin temsil ettiği değerlere göre böyle bir tanımlama yapabilmek imkansızdır. Ona göre modern devleti ortaya çıkaran dinamiklerle, İslami devlet dinamikleri birbirinden tamamen farklıdır. Modern devleti zaman üstü bir kavram olarak ele alan İslamcı düşünürleri de eleştiren Hallaq için, modern devlete böyle yaklaşmak anokranizmi doğurur.
Aynı zamanda modern devlet demek ulus devlet demektir. Ulus devletin, dini “karantinaya almaya çalışmasına” da Müslümanların karşı çıkacağını söyler.
Hallaq’ın, ulus devlette din için “karantina” ifadesi, çağımızın önemli düşünürü Habermas’ın, kamusal alan teorisinde yer alan, farklılıkların paranteze alınması düşüncesini negatif olarak çağrıştırmaktadır. Habermas’ın iletişimsel eylem bağlamında farklılıkların paranteze alınması teorisinin, olumlu bir sonuç ortaya çıkarabileceği öngörülürken, dinin karantinaya alınmasının inananları rahatsız edeceği ve nihayetinde sosyal huzuru bozacağı yorumu yapılabilir.
Modern devletin, İslami devlet anlayışıyla çeliştiği iddiasını öne süren Hallaq’ın en temel argümanı şöyledir: Müslüman toplumlarda ulus devleti oluşturan süreçler, doğal ve kendiliğinden değildir, ağırlıklı olarak postkolonyal milliyetçi elitlerin, kolonyal deneyimden öğrendikleri benzer iktidar yapılarını sürdürmeleri şeklinde ortaya çıkmıştır. Kolonyalizm sonrası yönetimlerin baskıcı olduklarını söyleyen Hallaq için şeriat her ne kadar bu ülke yönetimlerine entegre edilmeye çalışılsa da baskıyı arttırmanın aracı olmaktan öteye gidememiştir. Hatta bu ülkelerdeki şeriat deneyimlerini perişan olarak tanımlar ve ilham vermekten çok uzak olduğunu vurgular.
Hallaq’ın selefiliği çağrıştıran önerisi tam da burada devreye girer: Modern İslami tecrübe tamamen görmezden gelinmeli ve onun yerine, paradigmatik bir fenomen olarak var olduğu kolonyalist dönem öncesi yüzyıllardaki müstakil varlığına odaklanılmalıdır. Bu da bütünüyle eurocentrik (Avrupamerkezcilik) özellikler barındıran modern devletten yüz çevirip İslami devlet paradigmasının temelinde olan ahlaki eğilimi esas almakla gerçekleşecektir.
İslami devlette egemenlik ve mülkiyet sadece Tanrıya aittir; çünkü o her şeyin tek gerçek sahibidir, bireyin her türlü malikiyeti ise metaforik ve sonuç olarak gerçek dışıdır. Hallaq’ın mülkiyeti vatandaş için gerçek dışı ve metaforik olarak tanımlaması anarşist felsefenin “mülkiyet hırsızlıktır” aforizmasını akla getiren bir detay olarak karşımıza çıkıyor. Bir yandan öze dönüşü savunması itibariyle selefiliğe, diğer yandan bazı özellikleri itibariyle anarşizme benzeyen Hallaq’ın imkânsız devleti, eklektik bir yapıya sahip bir imaj uyandırmaktadır.
Hallaq, batılı araştırmacıların “doğulu despotizm” ifadesini büyük bir yanılgı olarak kabul eder. Zira İslami devlet anlayışında sultan/hükümdar yasa koyucu değil uygulayıcıdır. Yasalara tabiiyeti itibariyle ortalama bir yurttaştan farklı değildir. Yönetici kendi yapmadığı bir şeriatı uygulamakla görevlidir. Dolayısıyla hükümdarın meşruiyeti bu sorumluluğu yerine getirdiği sürece söz konusudur. Aynı zamanda şeriat, bir yöneticiye ya da herhangi bir politik güç biçimine hizmet etmez çünkü o şekilde tasarlanmamıştır. Şeriatın sorumluluğu halka, kitlelere, yoksullara, mazlumlara ve tüccarlara zorluk çıkarmadan kervana katılanlara hizmet etmektir.
Hallaq, İslam hukukunun/şeriatın, sosyal değişimi de göz ardı etmediğini ve bünyesinde bulunan toplumların hukukî anlayışlarını gözeterek uygun olanları kabul ettiğini, bunun ise hukuki anlayışta esneklik ve uyuma imkân verdiğini söyler.
Bu yönüyle İslami hukuk sadece derinlemesine demokratik değildir, aynı zamanda modern devletin ve onun hukukunun anlayamayacağı şekilde insancıldır.
B) İslami Devlette Haklar ve Sorumluluklar
“Her yeni doğan çocukla yeni bir dünya doğar. Kısmetse, her yeni doğan çocuk bir saldırgan olacak.” Carl Schmitt’e ait olan bu söz, modern devlette yurttaşın birincil görevini, devleti için kendini feda edebilmesi olarak görür. Modern devletin müstakil varlığı, vatandaşını “şiddete karşı koruduğunda değil, onu silahlı kuvvetlerine çağırdığında tamamen belirmiştir.”
Dolayısıyla modern devlet ile yurttaşı arasında kurulan temel bağ budur ve bu bağ, her yurttaşta potansiyel olarak mevcut olmalıdır. Modern devlete öldürme ya da vatandaşlarını kendi yararına öldürtme izni atfedildiği görülmektedir ki aslında bu modern devleti ortaya çıkaran batılı paradigmaya da zıttır. Onun özü, kutsal kitapta yer alan “öldürmeyeceksin” emridir. Buna rağmen modern devleti ortaya çıkaran mazinin pek de Tanrı’nın buyruğuna uygun hareket ettiğini söylemek mümkün değildir. “Söz konusu insan hayatıysa, şüphe yok ki devletten daha çetin bir alacaklı hiçbir zaman var olmadı.” ifadesi modern devleti ortaya çıkaran yaklaşımlardan sadece biridir.
Modern devlette yurttaşın gerektiğinde devlet için ölme/öldürme sorumluluğunu, temel yurttaşlık görevi olarak yorumlayan Hallaq, İslami devlette yurttaş ve devlet arasında böylesi bir fedakarlığı(!) nasıl değerlendirmektedir?
Şüphesiz buradaki en önemli kavram cihattır. Genelde kutsal savaş olarak çevrilen cihadın iki türü vardır: zorunlu ve tercihe bağlı. Savunma maksatlı cihat, zorunlu ve bireysel bir yurttaşlık görevi olarak tanımlanır. Fakat bu sadece işgale uğrayan bölgelerdeki yurttaşları ilgilendiren bir zorunluluktur, devletin bünyesinde yaşayan bütün bireyleri ilgilendiren bir sorumluluk değildir. Ebeveynin izninin olmaması ya da bireyin borcunun varlığının ise bu sorumluluğu ortadan kaldırabildiğini görüyoruz. Dolayısıyla Hallaq’ın İslami devletinde vatandaşın devlet için ölme/öldürme sorumluluğu yoktur. Yine modern devlette var olan zorunlu askerlik ve benzeri uygulamaları da doğru görmez. Çünkü İslam inancının kimse için -Tanrı uğruna bile- yaşamayı ve ölmeyi emretmediğini savunur.
Müslüman fakihler, -istisnasız- cihadın önemli bir yükümlülük olduğunu belirtirken ona dünyalık yükümlülüklerin üzerinde bir yer vermemişlerdir. Cihat bir devlet yasası değil, ihlal edilip edilmemesi vicdani bir mesele olan, ahlaka dayalı bir talimatlar bütünüdür ve ikincisi, cihat bütün yetişkin Müslümanlar için zorunlu görülse bile, sorumluluk ahlaki olacaktır ve bu sebeple şeriatta, sevaptan mahrum kalma tehlikesi dışında, savaşa katılmayı reddetmekten ötürü yazılmış dünyevi bir ceza yoktur. Hallaq’a göre bu durum, modern devletin asker kaçaklarına ve askere kaydolmayı reddedenlere yönelik cezalandırıcı önlemlerinden son derece farklıdır.
Hallaq, Milliyetçiliği, modern devletin üyelerini yeniden yaratan ve tarihi hükümsüz kılıp yeniden tarih oluşturan bir metafizik olarak tanımlar.
Ona göre ulus-devlet milliyetçilik olmadan hayatta kalamaz. Milliyetçiliğin ve yurttaşlık bilincinin pekiştirilmesi için modern devlet, bazı kurumlar yaratmıştır. Bunlar arasında birincil olan kurum okuldur. Okul, bireyin modern devleti içselleştirmesini sağlar. Okulu, bu bilincin yükümlülüklerini denetleyen polis/güvenlik kurumları ve sonrasında sağlık sistemleri takip eder. Bu sayede yurttaşlık bilincine erişmiş bireyin devlet bünyesinde bütün verileri yer alır. Hallaq; okul, hastane, hapishane, ordu gibi kurumların doğal olmadığını, bireyi devlet karşısında uysallaştıran bir sorumluluğu yerine getiren bürokratik makinenin performansa dayalı kurumları olduğunu iddia ederken, ailenin de egemen hukuki iradenin kaygıları uğruna devlete hizmet etmek üzere yeniden tanımlandığını savunur.
C) İslami Devlette Sosyo-Ekonomik Sorumluluklar
Ahlakiliği İslami devletin temeli olarak kabul eden Hallaq, şeriatın ahlaki bir topluluk olmadan ortaya çıkmayacağını söyler. İslami devlet, hayatı çepeçevre kuşatır. İbadetlerle bireyde ahlaki refleksleri güçlendirirken, zenginliği de vergilendirir. Bu sebeple toplumsal hesap verebilirliğin yolunu açar, ihtiyaç sahibi ve yoksula karşı doğru olanı yapmayı dini sorumluluğun yanında yurttaşlık görevi olarak kabul eder.
Eşitliği sekteye uğratan ve büyümeyi destekleyen ekonomik yapılar/politikalarla araya mesafe konulurken, aşkın ahlakın emrine uygun bir biçimde yoksul gözetilip sosyal adalet kurulmaya çalışılır. Kapitalist iradenin ise sosyal adalet ilkesini çiğnemesine izin verilmez. Bu sayede kati bir maddi itaat de sağlanmış olur.
Bu noktada İslami devletin ortaya çıkarmaya çalıştığı model homo moralis’tur. Oysa ki modern devlet ve tebası, kapitalizm ve şirketleşme ile birlikte istikrarlı ve artan bir çabayla homo-economicus dolayısıyla da homo modernus‘u ortaya çıkarır. Bu ise İslami devletin homo moralis‘unun antitezidir.
Şeriatta ahlaki olarak bazı şeyler yapılamaz. Bunlar doğası gereği ya da objektif olarak yapılamaz değildir, ancak yapıldığında sonuçları tolere edilemez. Dolayısıyla ahlaki olarak doğru görülmeyen şeylerden uzak durmak, bu değerden fedakârlık etmeye tolerans göstermemek, tam olarak ahlaki muhakemenin yaşanmasıdır. İslami devlette Müslüman özne, ahlaki gelişim için uğraşır.
Hallaq, sağlıklı bir İslami yönetim oluşturulabilirse ortaya çıkacak sonuçları şu şekilde sıralar:
- Allah’ın kozmik ahlaki kanunlarının, pratik/yasal normlara dönüştürüldüğü bir ilahi egemenliğin kurulması,
- Ülkenin bütün kanunlarının kaynaklarını hakiki anlamda temsil ettiği aktif bir kuvvetler ayrımı,
- Yasama ve yargı güçlerinin, olgu ve değerin ahlaki bir kumaştan dokunması,
- Yürütme gücünün büyük ölçüde yasama iradesinin uygulanması ile sınırlandırılması,
- Ahlak temelli pratik “yasal normların” toplumun hizmetine sunulup sosyal adaletin sağlanması,
- Her seviyedeki eğitim kurumunun tamamen bağımsız olup sivil toplum tarafından işletilip düzenlenmesi,
- Eğitim sisteminin, aşağı ya da yukarı doğru, iyi yaşamanın anlamı hakkında sorular sorması,
- Vatandaş kavramının başarılı bir şekilde paradigmatik olarak ahlaki olan topluma dönüştürülmesi,
- Müslüman ümmetin bireysel üyelerinin kendilerini gözetme sanatını icra etmesi.
D) Sonuç ve Değerlendirme
Nasıralı bir İslam Hukuku Profesörü olan Wael Hallaq, “İmkânsız Devlet” adlı eserinde devletin; kökeni başta olmak üzere, işlevi, görev ve sorumlulukları, yurttaşların devlet karşısında hak ve sorumluluklarını İslami devlet – modern devlet dikotomisinde incelediği ufuk açıcı bir eser kaleme almıştır. Özellikle siyaset felsefesi, İslam hukuku ya da sosyal bilimler alanında okuma yapmak isteyen araştırmacıları tatmin edecek dolu dolu bir eser olduğunu söyleyebiliriz. Eserde anlatılan temel konulara ve Hallaq’ın görüşlerine ek olarak birkaç hususu vurgulamakta fayda var.
Öncelikle Hallaq’ın İslami devlet tarifine uygun bir devletin tarihte yaşamadığı iddiası son derece güçlü bir iddiadır.
Zira O’nun İslami devletinde hükümdar/sultan, tanrının emirlerini yerine getirir. Fakat tarihte İslami olarak tanımlanan devletlerin uygulamalarına bakıldığında bütünüyle buna karşıt bir pratikle karşılaşıyoruz. Hükümdarların göreve gelişlerinden bu süreci yönetmelerine kadar İslami devlet paradigmasına uygun bir tutum ortaya koymadıklarını söyleyebiliriz. Kan bağının öncelendiği, hükümdarın şeriata rağmen hüküm koyup icra edebildiği, imtiyazlı bir sınıfın oluşturulduğu örnekler, Hallaq’ın İslami devlet paradigmasında yer alan sosyal adaletin sağlanması, eşitlikçi bir devlet anlayışı ve tanrının buyruklarının tecelli etmesine zıt uygulamalardır. Yine Hallaq’ın savunduğu ahlak temelli bir şeriat uygulamasından ziyade tarihte temelinde bütünüyle ekonomik kaygıların yer aldığı merkeziyetçi iktidar örnekleri söz konusudur.
Yazar, Arap Baharının ışığı altında yeni yönetim biçimleri dillendirmeye ve inşa etmeye başlanabileceğini, bunun için ise konformist olmayan bir düşünce ve hayal gücünün gerekli olduğunu savunur.
Hallaq, insan onuruna yaraşır, vatandaşlarını özne olarak gören, ahlak temelli hukukun ve sosyal adaletin sağlandığı İslami bir devlet paradigmasının, Arap baharının ortaya çıkardığı dinamikler sayesinde yeniden oluşturulabileceğini düşünür. Ne yazık ki Post-kolonyal iktidarların herhangi bir bahara tahammül edemediklerini son derece netameli bir biçimde izledik/izliyoruz.
Bu eseri bir ütopya olarak değerlendirmek yanlış olmaz sanırım. Zira okuyucular fark edeceklerdir ki Thomas Moore’un “Ütopya” eserinde yer alan örüntülerle paradigmatik bir benzerlik söz konusudur.
Zaten yazarın ifadesiyle dünyada birlikte yaşamak kesinlikle zor bir iş, belki de başka bir modern ütopyadır. Yine de yaşadığımız delilik çağında bütün insanları ilgilendiren ve sadece Müslümanlara has bir kriz olmayan insanca yaşama talebi üzerine düşünmek ve çalışmaktan vazgeçilmemelidir.
Bu bağlamda Hallaq’ın, İmkânsız Devlet adlı eserinin insan hakları ve sosyal adalet bağlamında ümit ışığı sunan eserlerin yanında yer almayı hakkettiğini söyleyebiliriz.