Gazeteci Yazar Dr. İslam Özkan ile Arap Baharı süreci ve sonrası, Arap coğrafyası ve Ortadoğu’da ki son gelişmeler, Çok kutuplu dünya siyaseti ve Türkiye-Suriye üzerine konuştuk.
Yakın tarihimizde Arap Baharı’nın olduğu geniş coğrafyada bir değişim arayışı söz konusuydu ancak başarısız oldu. Geçen zamanda bunu nasıl değerlendiriyorsunuz ve bu durum geçici bir evre miydi?
Arap Baharı ile ilgili öncelikli olarak şunu söylemek gerekir; Orta Doğu ve Arap Coğrafyası dünyanın geçirmiş olduğu demokratik dönüşümlerden payını alamamıştı. Özellikle de Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra dünyada ciddi bir değişiklik yaşandı. Çift kutuplu bir dünyadan tek kutuplu uluslararası düzene geçiş yapıldı ve bunun artçı sarsıntıları yaşandı. Kadife devrimler vb. NATO ya da Batı Dünyası özetle hakimiyet ve nüfuz alanını Doğu Bloku ülkelerine de sirayet ettirmek ve yaymak istedi. Bazıları başarılı ve bazıları da başarısız oldu. Sovyetler Birliği yıkıldığında Batı’nın ya da ABD ve AB’nin tek yanlı ciddi bir hakimiyeti, ’başarısı’ söz konusuydu. Fakat Orta Doğu dediğimiz coğrafya, Kuzey Afrika ve Doğu Asya: İngilizce MENA (Middle East and North Africa) diye adlandırılan bölge ise sanki stabil ve dünyada yaşanan değişimler bölgeye hiçbir şekilde etki etmemiş gibi davranılıyordu. Soğuk savaş döneminde var olan uluslararası düzenin Arap dünyasındaki uzantıları olan rejimler ve siyasal yapılar aynen varlığını devam ettiriyordu. Kendini reforme etmeden devam edemezlerdi ve olaylar bir şekilde patlak verdi.
Burada komplo teorilerine girmek istemiyorum ve bu süreci doğrudan bir aktörün tetiklediğini düşünmüyorum. “Arap Baharı” denilen süreç büyük ölçüde sosyolojik olguların bir sonucuydu ve alttan alta gelişti. Ama bir şekilde Arap dünyasındaki halklar ve toplumsal hareketler tarafından harekete geçildiğinde, bu süreci kendi çıkarları doğrultusunda kanalize etme çabası ya da kendi çıkarlarına yönelik bir yönlendirme operasyonlarının olduğunu söyleyebiliriz.
Her şeyden önce Arap Baharı, Körfez ülkeleri başta olmak üzere henüz ayaklanmadan payını almamış Arap dünyasındaki otoriter yapılarda büyük bir korku ve panik hali yarattı. On yıllardır devam ettirdikleri sistemin sonuna gelip gelmedikleri noktasında soru işaretleri ve kuşku uyandırdı. Özellikle Körfez ülkeleri can havliyle Arap ayaklanmaları sürecine müdahale etmeye çalıştılar. Bunun büyük bir panik yaratmasının sebebi çok ani bir patlama şeklinde gerçekleşmesiydi. Yani bu tedrici bir dönüşüm ve farklı aktörlerin farklı şekillerde süreci kendi lehlerine yönlendirmeye çalışmasına izin veren bir süreç değildi. Böylesi radikal bir dönüşüme Arap dünyası hazır değildi. Arap Baharı’nın negatif tarafı olarak hazır olmamanın ötesinde böylesi bir dönüşümün ne kadar sağlıklı sonuçlar çıkaracağına dair çeşitli soru işaretleri doğdu.
Arap Baharı’nda Körfez Ülkelerinin Etkisi
Temel olarak şunu söyleyebiliriz;
Arap Baharı’nın başarısız olmasının en önemli nedenlerinden bir tanesi, başını Körfez ülkelerinin çektiği karşı devrim güçleri dediğimiz güçlerin süreci durdurmak için milyarlarca doların yanı sıra siyasi nüfuzlarını da seferber etmeleriydi.
Mısır’daki darbeyi desteklediler. Farklı yerlerde de dönüşümün önüne geçmeye çalıştılar. Sadece bir iki noktada değişimi desteklediler. Bunlardan bir tanesi İran’ın Suriye veya Yemen üzerinden bölgesel nüfuzundan çekindikleri için Suriye’de ki değişim idi. Bunun dışındaki yerlerde muhalefetin tersine devrimlerin/ayaklanmaların karşısında yer aldılar. Dış etken ve faktör olarak bunu söyleyebiliriz.
Onun dışında çoğunlukla dahili etkenlerin etkili olduğunu görüyoruz. Yine orduların yani silahlı güçlerin değişim karşısındaki tutumları çok belirleyici oldu. Bütün başarısız olan ayaklanmaların ortak noktası ordunun aldığı olumsuz tutumdu. Ayaklanmaların yaşandığı bir ülkede eğer ordu ayaklanmadan değil de devletten ya da rejimden yana tavır aldıysa oradaki ayaklanmaların başarısız olduğunu gördük. En temelde (Tunus’taki gibi) tarafsız bir konum aldığı durumlarda ya da ayaklanmayı desteklediği durumlarda sonuç elde edildi. Bu iki faktörün olduğu yerlerde devrim başarıya ulaştı. Mısır’da da ordu tarafsız kaldı. Tarafsızlık ya da sessiz kalmak burada tabii ki resmi bir tavır ortaya koymaksızın aslında ayaklanmayı ve değişimi desteklemek demektir. Bunların da kendine has bir takım nedenleri var tabi.
Peki Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinde bu değişime destek verecek bir damar yok muydu?
Siyasi güçler ve sivil toplum bu ülkelerde gelişme imkanı olmadığı ve sürekli baskılandığı için bu damarın sadece mezhebi farklılıklara dayandığını görüyoruz. Körfez ülkelerinde diğer güçler bastırıldığı için, insanların kimliğini de yok edemeyeceğinize göre geriye sadece muhalif unsur Şii nüfus ve Sünni çoğunluktan farklı bir dünya görüşüne ve dini tasavvura sahip olan azınlıklar kalıyor. Bahreyn gibi ülkelerde demografik açıdan bakıldığında bunlar isyancı damarı oluşturan unsurlardır. Fakat bunun dışında herhangi rejim değişikliği ile sonuçlanacak kadar başarılı bir dinamik yoktu. Dolayısıyla tam da bu şekilde oldu ve Şiiler ayaklandı. Suudi Arabistan’da ise (%15-20) Şiiler genelde doğu’da El-Ahsa bölgesinde yaşarlar. Bahreyn’de ise çoğunluktalar. Kuveyt’in kendine has şartlarından dolayı zaten “Arap Baharı” pek uğramış sayılmaz. Katar, Birleşik Arap Emirlikleri de çok küçük ve az bir nüfusa sahip olan ülkeler olduğu için çok azdır. Yani demografik, mezhebi, dini, toplumsal ve siyasi anlamda bir muhalefet hiç olmadı ve oluşmadı. Suudi Arabistan’da var olan muhalefet ise şiddetle bastırıldı ve yine ciddi bir ayaklanma oluşmadı.
Yeni perdede ne bekliyorsunuz? Arap coğrafyasının geleceğine dair öngörüleriniz nelerdir?
“Arap Baharı 1.0” 2015-16 gibi sona erdi. Aslında ikinci ve üçüncü versiyonları yaşandı. Bu ayaklanmaların biteceğini zannetmiyorum fakat farklı şekillerde devam edebilir. Her ülke kendi koşullarını yaşıyor ve kendine has şartlar çerçevesinde mücadele ediyor. Aynı zamanda ayaklanma kültürü bu coğrafyada çok fazla olmadığı, rejim ile arasında çok büyük güç ve uçurumlar, taraflar arasında ciddi bir eşitsizlik bulunduğu için bu Arap ayaklanmalarının başarıya ulaşması pek mümkün gözükmüyor. Demin bahsettiğimiz ordunun tutumu mesela; genelde devlet ordusuyla, güvenlik güçleriyle ayaklanmaları bastırabilme imkanına sahip. Bu coğrafya böylesine ani değişimleri kaldırmaya çok mütehammil değil. İşte Suriye, Libya, Mısır, Tunus vs. yerlerde yaşananlar ciddi can kayıpları özellikle bundan sonra sokağa çıkacak insanların azmini ve motivasyonlarını kıran özelliklere sahip. Bundan sonraki süreçte ise yeni sentezler geliştirilebilir ve farklı yollar denenebilir diye düşünüyorum. Bunu düşünmemin sebebi ise; Arap ayaklanmalarının temelinde yatan dinamiklerin değişmemesi. Hâlâ Arap dünyasında yolsuzluk ve otoriter rejimler var. Hâlâ şeffaflık yok ve seçimler birçok ülkede göstermelik yapılıyor.
Ürdün, Fas, Lübnan, Kuveyt gibi birkaç ülke de çeşitli demokrasi denemeleri yapılıyor ancak buna da demokrasi demek çok mümkün değil. Fas ve Ürdün’de Kraliyet Rejimi, mevcut siyasal yapılarla ve muhalefetle kedinin fareyle oynadığı gibi oynayabiliyor. Ciddi bir Sosyalist ya da İslamcı güç karşısına çıkarsa birini diğeriyle çatıştırarak çeşitli dengeler oluşturabiliyor.
Dolayısıyla siyasal alana tam anlamıyla hakim oldukları için Arap rejimleri ordular üzerinden istedikleri gibi siyasal alanı şekillendirebiliyorlar.
Burada geriye bir tek şey kalıyor. Örneğin 90’lı yıllarda yaşanan kanlı şiddet olaylarından sonra Cezayir’de geçtiğimiz yıllarda devam eden ‘’Hirak’’ adlı büyük bir toplumsal hareket başladı ve 2-3 yıl sürdü. Bu hareket bütün taleplerine ulaşmasa da bir kısmına ulaşabildiği Cezayir’de belli bir dönüşüm yaşandı. Tabii tam anlamıyla bir demokratik değişim olduğu söylenemez. Ancak bu barışçıl toplumsal gösteriler belli taleplere ulaşmanın getirdiği cesaretle kendi içerisinde bundan sonra meydana gelecek olan toplumsal dönüşüm dinamiklerini etkileyebilir ve başka ülkelere de örnek olabilir.
Değişim İçin Barışçıl Yöntemler
Ayaklanmanın barışçıl olması aslında hedefe giden yolu zannedilenin aksine zorlaştırmıyor, nispeten kolaylaştırıyor.
Süreç zorlu bile olsa daha fazla katılımı sağlıyor. Şiddet unsurlarının yer aldığı bir toplumsal hareketle mukayese edildiğinde insanlar şiddetin olmadığı barışçıl gösterilere daha fazla katılma eğilimindeler ve bu nedenle de kendilerini daha iyi ifade ediyorlar. İşin içerisine şiddet karıştığında manipülasyon ihtimali ve imkanı daha fazla artıyor ve kendinizi kolaylıkla anlatamıyorsunuz. Bu tür hareketlere bütün iletişim kanalları kapatılıyor, gayrimeşru ve illegal bir hareket olarak kabul ediliyor ve anında izole ediliyor. İşte bu izolasyondan kaçınmanın en önemli yollarından biri de hareketin barışçıl olması ve bu aynı zamanda kitleselleşmeyi de beraberinde getiriyor. Arap dünyasındaki bu tarz barışçıl gösteriler, ısrarlı, azimli ve yüksek bir motivasyona sahip bir toplumsal hareketin ısrarla taleplerini gündemde tutma çabası ve hiçbir şekilde polisle ve güvenlik güçleriyle çatışmama ve tamamen sistem içi bir dönüşüm, yani rejimi yıkmak, aktörlerini hapse atmak, izole etmek ya da idam etmek vb. talepler yerine istifa gibi hedefler daha etkin olabilir. Mesela Cezayir’de Buteflika, hasta olduğu ve sağlık durumu el vermediği halde cumhurbaşkanlığına beşinci kez yeniden aday olduğunu ilan ettiğinde toplumsal hareket ortaya çıktı ve sonunda hedeflerine ulaştı. Buteflika aday olmadı ve bu sefer talepler daha da ileri gitti. Yolsuzluğun ve devletin kasasını boşaltan bütün aktör ve unsurların yargılanması istendi ve talepler büyük ölçüde yanıt buldu. Dolayısıyla Cezayir’de ki toplumsal hareket çok büyük bir yıkıcı etki ortaya koymadan kısmen de olsa başarıya ulaştı.
Arap ayaklanmaları sırasında ortaya çıkan diğer toplumsal hareketler ise çok yıkıcıydı. İnsanları, topluluğu ve rejimler ile bölgesel aktörleri ürküten ve korkutan buydu. Dolayısıyla yavaş yavaş toplumsal değişim taleplerinin yön değiştireceğini düşünüyorum. Belki bir günde patlak vermeyebilir ama daha ölçülü, muvazeneli, toplumsal koşulları ve ülkenin genel gidişatını da göz önünde bulunduran toplumsal hareketler değişimi yap
abilir. Değişim talebinin son bulmayacağı kanaatindeyim çünkü, yolsuzluklar, rüşvet vb. değişen çok fazla bir şey yok.
Peki değiştirilmesi istenen şeyler tam olarak nelerdir? Bazı yerlerde toplumun değişim ve dönüşüm talebini barındırabilecek ama aynı zamanda insan hakları, hukuk, hak, adalet ve demokrasi gibi meseleleri muhkem hale getirecek bir projeden ziyade iktidarda biz yoktuk, şimdi yerine bizim gelmemiz gerekiyor gibi bir talep görüyoruz. Bunun sebebi ne?
Öncelikle Arap ayaklanmalarının bir toplumsal örgütlenme hâli ve hazırlığı yoktu. Mısır nispeten arka plana sahipti. Her ülkenin kendine has bir takım koşulları da vardır tabii. Ama Mısır’da özellikle 2000’li yıllardan itibaren Batılı ülkelerin Mübarek üzerindeki baskısı neticesinde biraz toplumsal muhalefet üzerindeki baskıyı gevşeten bir rejim söz konusuydu. Bu fırsatı değerlendiren Mısır muhalefeti Sekürleri, Liberali, Marksisti ve İslamcısıyla peyderpey hareketliliği yükselttiler. İkinci intifadayı destekleyen bir toplumsal hareket ortaya çıkardığı fırsatları değerlendiren muhalefet, hayat pahalılığını, yolsuzlukları, Mübarek rejiminin istikrarsız tavırlarını, Mısır halkının onurunu hiçe sayan bağımlı politikaları, İsrail’le işbirliği vs. gerekçelerle de protesto ettiler. Tabi daha sonra neoliberal sürecin giderek derinleşmesiyle beraber yükselen işçi hareketi ve grev dalgaları da söz konusu oldu. Arap ayaklanması dediğimiz süreç bunların üzerine geldi.
Örgütlülük Olmadığı İçin İnşacılıkta Yoktu
Peki gerçek bir özgürlük ve demokrasi talebi bunun ne kadarına denk geliyor?
Demokrasi talebi hepsinde vardı ama burada örgütlü bir yapı ve Mısır ve diğer ülkeler için de Müslüman Kardeşler ve bazı küçük çaplı hareketler dışında çok fazla örgütlü bir hareket yoktu. Ancak örgütsüz ve aniden patlamalar şeklinde gerçekleşen bir toplumsal hareket olduğu için ne talep edildiğini gösterilerde atılan sloganlar ya da taşınan pankartlardan anlıyoruz. İlkin çoğunda Arap Baharı’nın şiarı ve simgesi haline gelmiş bir slogan vardı. Suriye, Mısır, Tunus, Yemen ve kısmen daha sonra Irak’ta her yerde söylenen şey buydu: ‘’Eş-şaab yurid ıskat’en-nizam’’ (Halk rejimi devirmek istiyor) Dolayısıyla ilk zamanlar hariç rejimden bir talep yok aslında, temel talep rejimin yıkılması. Demokratikleşme ya da yolsuzlukların yok edilmesini istiyoruz vb. bir slogana rastlamadık. İlk zamanlarda ılımlı başlayan süreç daha sonra radikalleşti ve bahsettiğimiz ortak slogan noktasına geldi.
Sorun şurada ki örgütlülük olmadığı için burada inşacılık yok, yıkıcılık var. Fakat yıkacağınız şeyin yerine ne isteniyor mesela? İslami, Liberal, Kapitalist, Otoriter, Arap milliyetçisi, İsrail karşıtı ya da özgürlüklerin ön planda olduğu demokratik bir rejim mi? Bunların hiç birisi belli değildi. Onur, adalet, eşitlik gibi belirli ortak noktalar tespit edilebilir tabi. Ama bazı örnekler hariç antiemperyalizm çok fazla söz konusu değildi. Son radikalleşme noktasına gelen temel talep rejimin yıkılmasıydı. Bu devrimci fakat inşacı bir tavır değil, çünkü yerine ne koyacağını bilmiyor. Sebebi de örgütlü bir yapının ve böylesi bir sürece hazırlığın olmaması.
Temel Etken Dini Değil, Toplumsal, Ekonomik ve Siyasi
Günün sonunda bu başarısızlıkta İslam’ın yorum farklılıklarının ya da tarzının bir etkisi var mı? Varsa da olumlu ya da olumsuz nasıl bir etkisi olmuştur?
Doğrudan bir etkiden ziyade dolaylı bir etkisi olmuş olabilir. Çünkü bu ayaklanmaların başarısızlığa uğramasının birinci nedeni dediğim gibi güçlü bir sivil toplumun olmaması ve halkın devlet karşısında güçsüz olması. Halk kitleleri son dönemde medya gücünün de etkisiyle sahip olduğu devasa imkanlar ve aygıtlar sayesinde rejimler tarafından yönlendirebiliyor. Ne düşünmeleri, nasıl yaşamaları ya da nasıl bir İslami yoruma sahip olmaları gerektiğine kadar. Mesela Mısır’da sonradan güç kazanmış bir Selefi damar var. Aslında bu ülkede Selefiliğin ya da Vehhabiliğin çok ciddi tarihsel kökleri yoktur. Son dönemde Suudi Arabistan’ın finansal desteği son 20 yılda Arap kanallarının etkisi ve Körfez ülkelerinin devasa sermaye desteğiyle bu İslam yorumlarını şekillendirebildiler ve ciddi anlamda Selefilik yayılma gösterdi.
Arap ayaklanmaları sürecinde asıl şey dini saikler olmadı. Mutlaka dini yorumun İslami metinlerin, Kur’an ve Sünnet yorumunun insanların zihinlerinde ve davranışlarında güncel yaşam biçimleri üzerine etkileri oluyor. Fakat ana etken dini değil, toplumsal, ekonomik ve siyasi konuların daha önemli bir rol oynadığını söyleyebiliriz.
Bir takım kültürel, sosyal, ekonomik değişimler ne kadar merkezde olsa da Mesela Raşid Gannuşi’nin iktidarı paylaşmacı bir noktada ‘’Siyasal İslam’dan Demokratik İslam’a geçiş’’ düşüncesi aynı zamanda dini bir saikten kaynaklanmıyor muydu?
Evet öyle de söylenebilir. Gannuşi Siyasal İslam’dan hiçbir zaman vazgeçmedi. Tabi Siyasal İslam’dan ne anladığınıza da bağlı. Hadise Demokratik İslam’a geçiş şeklinde ortaya çıkmadı. Gannuşi, Tunus’ta ki ayaklanma başarıya ulaşmadan önce Londra’da kitaplarını çoktan yazmıştı bile. Demokratik ve sivil bir İslam yorumu veya demokratik ve sivil unsurlara çok daha fazla tolerans gösterilen ya da bu unsurlarla bir arada yaşamayı mümkün kılan bir din anlayışı yorumu diyelim.
Bu anlayış daha uzlaşmacı, iktidarı yayan ve paylaşan demokratik bir zemin değil midir?
Tunus’ta birçok farklı partilerle koalisyona girildi. İlk seçimde birinci parti çıkmasına rağmen Cumhurbaşkanı adayı göstermedi. %34 civarında kaldı ama mesela %45-50 veya daha üstü bir oy alsaydı tavrı aynı olur muydu, onu bilemiyoruz. Dolayısıyla toplumun çoğunluğunun desteğini arkasına alamadığı için bu yönde bir kararla daha uzlaşmacı olmuş olabilir.
Bütün ideolojik hareketler için geçerlidir bu, asıl test noktası güçlü olduğu ve ciddi bir halk desteğini arkasına aldığı ya da ordunun devletin desteğini aldığı noktada nasıl bir tavır ortaya koyduğudur.
Hâlâ uzlaşmacı ve demokratik tavrı sürdürüyorsa anlamlıdır. Önemli olan bu Avrupa’da iken teorisini inşa etmeye çalıştığı şeyi Tunus’a geldiğinde pratikte de iyi kötü başardı mı? Kurmuş olduğu ittifaklarla nispeten demokratik bir dönüşüm içerisine girmiş olan Tunus siyasal aygıtı içerisinde farklı ittifaklarla birlikte yer alarak bir arada yaşama noktasında bir adım attığı bir uzlaşma gösterdi. Ancak tabii Tunus’ta farklı aktörlerle konuştuğunuzda farklı şeyler de anlatılıyor. Gannuşi’nin el Kaide liderleriyle ses kayıtlarının sızması vs.
Sonuç olarak güç insanın eline geçtiği zaman ideolojisi ne kadar etkili oluyor? Bu önemli bir soru. Kendine has bir üslubu, meşrulaştırma yaparken bir hegemonik tavrı ortaya koyarken kendine has bir takım şeyleri ritüelleri ve argümanları olabilir ama sonuç değişmiyor. Güçlü olduğu halde tarihte adil olan özgürlük, adalet ve eşitlik ilkelerine, hakkaniyete sahip çıkan kaç örnek rejim ve yapı ortaya koyabiliriz?
Burada mesele vicdan ve ahlaktan ibaret değil, bir ülkede yolsuzlukları ve illegal durumları engelleyecek kurumsal mekanizmaların oluşturulmasıyla ilgilidir. İşte Japonya’dan İskandinav ülkelerine, İspanya’dan, Kanada’ya varana kadar Batılı ülkelerin önemli bir bölümü bir mekanizma oluşturmuşlar. Yani işi vicdana ve şahsi duyarlılıklara bırakmamışlar. Yetki devri, kuvvetler ayrılığı, iktidarın paylaşılması gibi argümanlardan hareketle bir sistem oluşturmak gerekiyor. Herkesin güçle sınavı çetindir. Bu yüzden önlemini almalı ve kurumlar oluşturarak kişilere bağımlı hale getirmekten kurtarmalıyız. Dolayısıyla Arap ya da İslam dünyasındaki sıkıntı aslında ne İslam’ın yanlış yorumu ne mezhepçilik ne de geri kalmışlık. Tabii ki geri kalmışlığın yani müreffeh bir toplum olamamanın getirdiği sonuçları ve sıkıntıları yaşıyoruz. Ama refah bir sonuçtur, bunun nedenlerine inmek gerekir. En temelde ekonomik yetersizlik, kaynakların sadece belli kişiler arasında dağıtılması vs. gibi hususların buna yol açtığını görmekle birlikte sorunun dışardan değil bizatihi bizden kaynaklandığını görmemiz gerekir.
Demokrasi ise tabii bir süreç, hemen gerçekleşecek bir şey değil. Ama kurumların oluşması daha sonra demokratik mekanizmaların oluşturulmasını da beraberinde getirir ve rejimi kişisel olmaktan kurtarır.
Bunun karşısında ise bölgede patrimonyal bir yönetim ya da Sultanizm denen bir yapı söz konusu. Örneğin Mısır’da olmadı gerçi ama Hüsnü Mübarek oğlu Cemal’i yerine atayacaktı. Suriye’de Hafız Esad’dan sonra Beşar Esad geldi. Tunus’ta Dışişleri Bakanı Gannuşi’nin damadı oldu. İşte Türkiye’de Berat Albayrak, Maliye Bakanı oldu vs. Geçmişte az çok demokratik gelenekleri olan Türkiye gibi bir ülkede bile patrimonyal birtakım eğilimler baş gösteriyor.
Türkiye’deki sorunların temelinde din ve İslam yorumu değil belki ama otoriter rejimin kendi nevi şahsına münhasır bir şekilde ortaya çıktığı, kültürel yapı ve dini yorumun da katkı sağladığı bir durum söz konusu.
Yerelden Küresele Suriye Krizi
Suriye’nin durumu global dünyanın meselesi olmaya devam ediyor. Suriye’nin Arap Birliğine katılması ve Türkiye bağlamında uluslararası dengelerde yeni dönemde neler bekliyorsunuz?
Suriye krizi, dünyayı bir anlamda ikiye bölmüş ya da Rusya ile Amerika arasında bir rekabetin ortaya çıkmasını sağlamış olabilir. Tek kutuplu dünyadan memnun olmayan uluslararası aktörlerin Suriye krizini fırsat bilip bölgesel ve uluslararası çok taraflı bir sürece müdahil olması sonucu meydana gelen bir olay olarak tanımlamak birinci tanımdan daha isabetli gibi geliyor bana.
İlk bakışta Suriye krizi Rusya ile ABD arasındaki rekabeti ivmelendirmiş ya da derinleştirmiş gibi gözüküyor ama, Putin’in tavırlarına ve Rusya’nın uluslararası olaylar karşısındaki tutumuna baktığımızda, özellikle Yeltsin sonrası yani Putin iktidarının ilk yıllarına kadar anladığımız kadarıyla aslında Batı’yla entegre olmaya çalışan, bir şekilde neoliberal dönüşüme uluslararası kapitalist sisteme eklemlenmeye çalışan bir Rusya var. Fakat daha sonra mesela 2008 yılında özellikle hem Gülen’e, hem de başka çevrelere ait yabancı okulların kapatılması meselesinde de görüldüğü gibi artık kendi kapısına kadar dayanan ve Amerikan ya da Batı nüfuzuna karşı direncini ortaya koyan bir Rusya görüyoruz. 2014’e kadar bu süreç devam ediyor. 2014 Donetsk çatışmaları ortaya çıkıyor. Bunlar Batı ile bir sürtüşme nedeniyken Suriye ile beraber bir hamle imkanı doğuyor. Böylece Suriye krizi ilk etapta sınırlı bir kriz iken sonra bölgesel ve ardından uluslararası bir krize dönüşüyor. Rusya’nın müdahalesinden sonra da uluslar arası boyutu daha da derinleşiyor.
Dolayısıyla krizi küresel sahaya çeken tek sebep göçmenler meselesi değil?
Tabii ki. Ülkenin göçmenler boyutu daha çok Batı’yı rahatsız eden ya da Batı’ya yönelik mülteci akınına yol açan bir şey. Burada da Avrupa ülkelerinin öngörüsüzlüğünü görüyoruz. Savaş kışkırtıcılığı yaptılar. Tamam, muhalefete söz hakkı yoktu ve otoriter bir rejim söz konusuydu. Şam yönetimi, durumla başa çıkma adına acımasız yöntemler geliştiriyordu ama muhalefetin de o kadar masum olduğunu söyleyenlerin iddialarına da ihtiyatla yaklaşmak lazım. Çok ciddi bir kriz ve üstesinden gelemediği için Rusya’yı çağırıyor vesaire. Rusya’da bu tarz krizlere müdahale etme deneyimi olmayan bir ülke. Dolayısıyla olan Suriye halkına oluyor ve Suriye kan gölüne dönüyor.
Türkiye’de tam bu çizdiğiniz resimde çok riskli bir hamle yapmış olmuyor mu?
Evet, Türkiye Rus uçağını düşürerek riskli hamle yaptı. Tabi NATO’ya, Amerika’ya, Batılı ülkelere güvendi bunun da ötesinde kendisinin gücünü fazla abarttı. Türkiye’nin bugünlere gelmesinde Batılı ülkelerin de payını unutmamak lazım. Uçak düşürme olayı AKP yönetiminin gözünü ve bir yerde uyanmasına neden oldu ama AKP yönetiminin sorunu, Türkiye’nin sağlıklı bir noktaya gelmesi değil, pozisyonunu muhafaza etmek olduğu için ülke, hatalarından çıkardığı derslerden yararlanamıyor. Zira AKP’nin çıkarıyla ülkenin çıkarı özdeş değil. AKP’nin maslahatına olan bir şey, ülkenin zararına olabilir hatta ülkeyi uçuruma bile sürükleyebilir. Rusya ile yaşanan gerginliğin ekonomik maliyetini Ankara göze alamadığı gibi şunun da farkına vardı; Rusya Suriye’de dominant bir aktör olduğu sürece Amerika ya da NATO ne kadar arkasında olursa olsun kendisinin de Suriye’de herhangi bir belirleyiciliği olmayacak. Bir takım diplomatik girişimlerden sonra aradaki ilişkiler gelişmeye başladı. Bunlar karşısında da mutlaka belli tavizler verildi, muhtemelen Rusya’dan S-400 alınması, Suriye’ye yapmış olduğu operasyona verilen onay karşılığında bir taviz ya da onun jestine karşılık verilen bir jestti. Uçak düşürme krizinin geldiği nokta aynı zamanda Arap isyanlarının sonunun yaklaştığının da işaret fişeği gibiydi. Rusya, tekfirci çizginin güçlenmesine karşı müdahale ederken tekfirci örgütlerle yakın ilişkilere sahip olan Türkiye ise saf değiştiriyordu. Dış politik gelişmelerin içerde de etkileri oldu tabii, bu sürecin sonunda başarısızlıklar ve krizlerden sorumlu tutulan Ahmet Davutoğlu başbakanlıktan ve partiden ayrılmak zorunda kaldı. Rusya ile ilişkilerin gelişmesi, içerde otoriterlikle atbaşı gitti. Türkiye 2016 darbe girişimine doğru dolu dizgin ilerliyordu.
Çok Kutuplu Dünyaya Doğru
Suriye meselesinin global sahadaki karşılığı önceki iki kutuplu dünya halinin yeni bir formda tekrar teşebbüsü ve bir boy gösterme sahası olabilir mi?
Tabi ki. Çok uluslu bir dünya teşebbüsü konusunu Rusya yıllardır sürekli dile getiriyor. Hatta Sputnik News bildiğim kadarıyla halen ‘’çok kutuplu dünya’’ jeneriğini kullanıyor. Boy gösterme şu anda daha da derinleşerek devam ediyor. Son süreçte Çin’in Pekin’de İran ve Suudi Arabistan’ı bir araya getirip barış zeminini sağlaması aslında buzdağının görünmeyen kısmının nispeten görünür hale gelmesine yol açtı. Çin’in ve Rusya’nın giderek Orta Doğu’da belirleyici hale gelmesi Amerikan gücündeki aşınma ve geri çekilmesi olarak nitelendirdiğimiz süreç, dünyanın tek kutuplu halden yavaş yavaş çok kutuplu hale doğru evrilmesi süreci. Şu anda dünya hâlâ çok kutuplu noktaya geldi diyemiyoruz ancak bir evrilme ve bir dönüşüm söz konusu.
Son gelişmeler bunu daha da bariz bir şekilde ortaya çıkardı. Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri, Birleşik Arap Emirlikleri’nin attığı adımlar,
İran’la Suudi Arabistan’ın hiçbir şekilde bir araya gelemez dediğimiz aktörlerin Çin ev sahipliğinde bir araya gelmesi bize aslında çok şeyler anlatıyor olmalı. Bundan sonra artık Orta Doğu’da ABD’nin önceden belirlemiş olduğu plana göre ilerlemesi gibi bir durum söz konusu değil.
Bu daha mı iyi olacak ondan da emin değiliz. Öte yandan bunu Körfez ülkeleri bütünüyle Amerikan bağlarından vazgeçtiler ya da ilişkilerini kopardılar şeklinde okumak doğru olmaz.
Çin hem Birleşik Arap Emirlikleri’nde hem de Suudi Arabistan’da askeri üs inşa etmesinin yanı sıra Suudi Arabistan’a barışçıl amaçlı olduğu söylenen nükleer reaktör kurulumunu yapıyor. Başka projeler de var. Çin devlet başkanı Şi Cinping bu sene başında Riyad ziyaretinde bulundu ve çok büyük törenlerle karşılandı ve orada birçok anlaşmaya imza atıldı. Öbür taraftan Rusya’yla petrol işbirliği, Muhammed Bin Selman’ın Putin’le defalarca buluşması vs. taraflar arasındaki işbirliğinin ne kadar derinleştiğini gösteriyor ama buna rağmen mesela geçtiğimiz haftalarda ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken Suudi Arabistan’a gitti ve orada birtakım görüşmeler sırasında projeler önerdi ve bunlar kabul da gördü. Tabii bir tarafın lehine çekilmek, diğer tarafın aleyhine hareket etmek gibi bir durum söz konusu değil.
Bundan sonra Orta Doğu’da Arap dünyasındaki aktörlerin yarı özerk hareket edeceklerini öngörebiliriz.
Dünya Bölgesel ve Küresel Değişimlerin Eşiğinde
İkincisi artık uluslararası süper güçlerin himayesinde ve denetiminde doğrudan onlarla işbirliği içerisinde başka bölgesel aktörlere karşı provokatif birtakım girişimler, sürekli düşmanca tavırlar ya da kutuplaşmalar şeklinde devam eden düzenin bundan sonra bölgesel işbirlikleri çerçevesinde şekilleneceğine dair iyimser bir yaklaşım var. İran ve Suudi Arabistan’ın kendi aralarındaki anlaşmada Çin ve Rusya faktörünün bunu mümkün kıldığı açık. Ayrıca Birleşik Arap Emirlikleri, ABD ile yaptığı Deniz anlaşmasından çekildi. Yani bu ABD’nin yakın zamanda Abu Dabi limanlarından çekileceği ve askeri üslerin boşaltılması anlamına geliyor. ABD geri çekiliyor ve gücünde ciddi bir aşınma meydana geliyor. Dolayısıyla burada bir güç kayması söz konusu. İşte o çok kutuplu dünyaya doğru gidişatın yansımalarını görüyoruz.
Körfez’de Suudilerden sonra ikinci güç olan BAE, İran’la deniz anlaşmanın bir benzerini imzalamak istediği ifade edildi. Hiçbir Körfez ülkesi kolay kolay kendi başına hareket etmez. Edebilirlerse de Körfez İşbirliği Konseyi çerçevesinde bunların önceden istişare edilmesi ve onay alınması lazım. Yani Körfez İşbirliği Konseyi(KİK)’in en büyük abisi olan Suudi Arabistan’ın onayı alınmadan genelde çok büyük adımlar atılmaz. İran-Suudi Arabistan anlaştı ama Suudi Arabistan iki ülke arasındaki bir anlaşma olmaktan çıkıp bölgesel bir anlaşmaya dönüşmesini istiyor. Çünkü İran’la doğrudan bir çatışma içerisinde değil, Yemen, Lübnan, Suriye, kısmen Filistin, Bahreyn üzerinden bu gerilimler çok boyutlu olduğu için bu kadar çok taraflı bir çatışmayı tek iki ülke arasındaki bir anlaşmaya indirgemek istemiyor. Bunlar sağlanabilir mi, anlaşma tersine dönüp aradaki çatışma eskisinden çok daha sert bir mücadeleye ya da rekabete evrilir mi, emin olamıyoruz. Zira şekillenmekte olan bu süreçte ve her iki tarafı tatmin edecek bir formülasyon bulunamadığı taktirde her an her şey olabilir.
Suriye’de ise şu anda açlık derecesinde bir kriz var. Savaştan henüz daha tam olarak çıkmamış bir ülke. Arap isyanları döneminde çok büyük bedeller ödendi, sonrasında Şam yönetimi başta BAE ve Suud olmak üzere Körfez ülkeleriyle ilişkilerini belirli bir düzeye oturttu oturtmasına ama bu süreç Suriye’yi kurtarır mı, zor görünüyor. Suriye’de yönetim süreci yönetemiyor, anlaşılan o ki Rusya ve İran gibi müttefikleri de Suriye’yi krizlerden kurtarabilecek konumda değil. Yapılan yardımların büyük yolsuzluklar nedeniyle halka ulaşmadığı yönünde haberler geliyor Suriye’den.
Körfez ülkeleriyle ilişkiler 2018’de Birleşik Arap Emirlikleri Veliahdı Muhammed Bin Zayid Şam’ı ziyaretiyle başladı. Orada büyükelçilik açtılar. O zaman başlayan bir süreçti fakat Suudi Arabistan hâlâ direniyordu. Bazı koşulların olgunlaşmasına bekliyordu. Belki bu son işte İran’la yaşanan uzun müzakereler vs.
Dolayısıyla İran-Suudi Arabistan barışının bölgesel dönüşümlerini daha da göreceğiz ve yeni bir bölgesel düzen inşa edilebilir. Bu süreç bölgenin hayrına olur diye düşünüyorum. Çünkü İran’la Suudi Arabistan çatışması sadece siyasi değil, çok boyutlu bir mesele.. Dini, mezhebi ve kimlikle yönleri var. İkisi arasında yaşanan çatışma da zamanda bütün Arap coğrafyasına hatta İslam dünyasına yayılma potansiyeli olan bir çatışmaydı, kısmen yayıldı da.
Kendi özelinde Orta Doğu için her zaman öncü olmayı hedefleyen Türkiye’ye gelirsek?
Türkiye’nin politik olarak Rusya ve Çin’le ilişkilerini daha da geliştirmesini beklemek mümkün ama sorun şu ki ihracatının yüzde altmışını Batılı ülkelere yapıyor. Bu yüzden ekonomik alanda yüzü büyük ölçüde Batılı ülkelere dönük olan bir ülkenin politik gerekçelerle Çin ya da Rusya seçeneğini tercih etmesi makul olmaz. Kaldı ki maşallah AKP pragmatizminin ucu bucağı da yok, Çin ve Rusya ile işi pişirirken öte yandan pekala Batı’yla da iş tutabilirler. Şurası kesin, Erdoğan kendisinin ve partisinin bekasına hizmet edecek ve onun ömrünü uzatacak olan seçenek hangisiyse onu tercih edecektir. Ülkenin ya da toplumun iyiliği ikinci ya da üçüncü planda gelir.
Türkiye-Suriye Denkleminde Son Durum
Aynı zamanda demokrasi ve özgürlük talepleri ve otoriterleşme ile Suriye ilişkileri bağlamında Türkiye’nin arafta kalmış pozisyonunu nasıl değerlendirirsiniz?
Suriye ile en son taraflar arasında görüşme yapıldığında komitelerin normalleşmenin altyapısını hazırlaması öngörülmüştü. Rusya ve İran’da gözlemci olarak katılmıştı toplantıya. Ama son seçimlerden önce çok hevesli görünen Türkiye, şu anda yavaştan alma ve süreci çok da fazla hızlandırma noktasında hevesli görünmeme gibi bir tavır sergiliyor. Bu bir taktiksel tavır da olabilir, çünkü Suriye tarafı Türkiye ile ilişkileri normalleştirmek için Suriye’nin kuzeyinden çekilme ilk ve ön şartı Türkiye’yi rahatsız etti. Duyumlara göre Türkiye ön şart olarak değil, masada müzakere edilecek bir konu olarak ele almaktan yana. Suriye bu konuda uluslararası hukuk açısından bakıldığında haklı olmaya daha yakın gözüküyor. Netice itibariyle orası Suriye’nin toprağı ve Türkiye’de hem Astana hem de Soçi süreçlerinde altına imza attığı metinlerde Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygı gösterme ifadesi geçiyor.
Suriye’nin Arap Birliği’ne girmesiyle birlikte, Batı hala tam anlamıyla meşru kabul etmese de Şam yönetimi en azından bölgesel düzlemde kabul görüyor ve eski gayri meşru rejim yaklaşımı terk ediliyor.
Dolayısıyla Türkiye’yle normalleşme ile elde edeceği avantajları tamamıyla olmasa da kısmen Arap Birliği ile yeteri kadar meşruiyet sağlamış oluyor. Son dönemdeki Türkiye’nin ağırdan alma meselesi anladığım kadarıyla seçimleri kazanan Erdoğan’ın bir rahatlığı ve sanki Türkiye Suriye’ye muhtaçmış gibi bir algının ortaya çıkmasından duyulan rahatsızlıkla ilgili.
Bunun dışında bir de Suriye’nin içerisinde bulunduğu ekonomik durumun çok ciddi kritik bir noktada olması. Dolayısıyla Şam yönetiminin kendisine ihtiyaç duyduğunu ve dolayısıyla da ön şart koymasının kabul edilemez olduğunu düşünüyor. Şimdilik bu minvalde ilerliyor ve yakın zamanda çok hızlı bir gelişme beklenmiyor. Tabi Orta Doğu’da başkaca faktörler devreye girip süreç hızlanabilir. Bunun ne olduğunu şimdiden kestirmek mümkün değil.
Suriye krizi o kadar iç içe geçmiş çözülmesi zor ve sorunların yumak haline geldiği bir kriz ki; mülteciler ya da Suriyeli muhalifler ne olacak, Türkiye’nin desteklediği Suriye Milli Ordusu, öbür taraftan İdlib sorunu vs. çözümlenmemiş sorunlar olarak orada duruyor. Üstüne ekonomik sorunlar, öbür taraftan Şam yönetiminin birtakım adımlar atması gerekiyor. Çünkü Arap Birliği’ne girmesine Suudi Arabistan imkan tanıdı ama buna karşılık aynı zamanda Cenevre, Soçi ve Astana süreçlerinin de talep ettiği; esirlerin serbest bırakılması yeni bir reformasyon ya da siyasal sürecin başlaması, belki yeni bir anayasa vb. adımlar atması gerekiyor. Ancak bu adımları nasıl atacak.
Türkiye’nin iç ve dış politikada sert ya da yumuşak tercihi ve ekonomi-politik tavrı nasıl olacak?
Türkiye, Batılı yatırımcılara ihtiyaç duyduğu sürece ipi biraz gevşetebilir ama bunun kalıcı olması sürece bağlı. Yine Rusya ve Ukrayna arasında devam eden savaşa ilişkin mevcut tutumun büyük ölçüde tarafsız devam etmesi veya ne yönde devam edeceği vs. hepsi önemli ve gidişatı değiştirecek şeyler. Dolayısıyla Türkiye Batı’yla yakınlaştığı süreçlerde çok otoriter bir yapı sergileyemez. İpi biraz gevşetmek zorunda ama bu demokratik bir yönetime dönüş anlamına da gelmez. Fakat muhalefetin biraz nefes alacağı bir süreç olabilir. Türkiye’deki muhalefetin de bu süreci iyi değerlendirmesi gerekir.
Otoriter rejimler gerçekten nefes aldırmıyor, işte son seçim kampanyasında gördük. Bir taraftan yalan iftira montaj videolarının yer aldığı ve muhalefeti köşeye sıkıştırmayı amaçlayan provokatif şeyler, müthiş devlet imkanlarının tek bir parti tarafından aleni şekilde ve yağmalanırcasına kullanılması öbür tarafta muhalefetin üzerinde sürekli bir baskı ve nefes aldırmayan bir yönetim.
Dolayısıyla bu seçimi kazanmış olsa da bu taktikle kazandı ve muhalefete nefes aldırmadı. Muhalefetin kaybetme nedenlerinden bir tanesi de buydu. Türkiye’deki otoriter rejimin nefes aldırmayan ve hareket alanı tanımayan ve sürekli olarak medyada ve farklı şeylerde psikolojik operasyonların devam ettiği bu süreçte muhalefet çok kısmi birtakım başarılar kazanabilirdi. Elde edilen kısmen bir başarı gibi gözükse de netice itibarıyla kazanan her şeyi aldığı için sizin başarınızın hiçbir anlamı kalmıyor. 5 sene daha ülkeyi yönetecek taraf belli.
Dış politika ile iç politika ise at başı gider. Türkiye iç politikada şahinleştiğinde dış politikada da şahinleşiyor. 2016 sonrasını ele alın, 2023’e kadar 7 yıl karanlık, otoriter ve kanunun ve olağanüstü hâlin belirleyici olduğu bir dönem.
Arap ayaklanmalarında Mısır örneği gibi. Batı’nın müttefik olduğu ülkelerde zaman zaman değişen birtakım stratejileri var. Yani neoliberal küreselleşme otoriter yöntemler üzerinden mi, demokratik yöntemler üzerinden mi gerçekleşecek?
Değişmeyen çerçeve ve sabite neoliberal politikalar.
Bence 90’lı yıllarda ve 2000’li yılların başlarında Batı demokratik tarzda olmasını denedi fakat kendi hesaplarına göre çok ciddi bir başarı elde edemedi ya da kısmi bir başarı elde etti ya da pragmatik oportünist bir karar alarak bazı ülkelerde demokratik süreçlerle, bazı ülkelerde de otoriter süreçlerle ilerleyeceğini öngördü. Dolayısıyla Türkiye’nin de neoliberalleşme çerçevesinde nasıl bir yöntem izleyeceğini Batı’yla ilişkileri belirleyecek. Ancak salt ekonomik dinamiklerle bir ilişkinin sürdürülmesine Avrupa ülkeleri yanaşmaz ve el açmaz gibi. Buna eşlik etmesi gereken yargısal süreç, yasalarla ilgili ayağı, parlamento, sivil-asker ilişkileri, sivil toplum kuruluşları vb. ilgili boyutları da var. Ben hiçbir konuda adım atmayayım ama sadece Mehmet Şimşek’i ekonomi bakanı olarak getireyim ve birtakım ekonomik konumlar alayım vs. Avrupa Birliği ülkeleri bunu yemez diye düşünüyorum. Beklediğimizden farklı sonuçların çıkma ihtimali elbette var ama düşük bir ihtimal.