“İnsanlık” kavramı, insan cinsine ait canlıların tümünü ifade eden tümel bir isim anlamına geldiği gibi; bu canlıların yaratılıştan fıtratlarına konulan (90/10, 91/8, 76/3, 30/30) ahlaklı olma, yani minnet duyma(şükran), merhamet ve adalet/iyilik kapasitesini ifade eden bir sıfat anlamına da gelir.
İslam dini, bu kapasitelerden minnettalık(şükran) duygusu ile iman ve adalet duygusu ile de ahlak yaratma çabasıdır. Adalet erdemi, denge/dürüstlük/hakkaniyet şeklinde yalın(ahlaki duygu) olarak tavsiye edildiği gibi; bu dünyada insanlara karşı iyilik(infak, zulümden kaçınma…) yapma karşılığı olarak “ahiret”te mislinden yüzlerce kat fazla geri ödenme(2/261) şeklinde bir “yatırım ve ticaret” (maslahat/menfaat) olarak da tavsiye edilmiştir.
Merhamet ve sevgi erdemleri, Hristiyanlıkta başat erdemler iken(57/27); İslam dininde (Kur’an’da) insanlar arasındaki ahlaki ilişkilerde -muhtemelen Arapların psikolojik ve ahlaki hazır bulunuşluk kapasiteleri göz önünde bulundurularak- üzerinde durulan/vurgulanan erdemler değildir.
Örneğin, insani ilişkilerde merhamet, bir keresinde müminlerin kendi aralarındaki ilişkilerde(48/29); bir keresinde de diğer insanlara karşı(90/17) tavsiye edilmiştir.
Allah’ın insanlığa ve müminlere karşı merhameti Kur’an’da yoğun olarak vurgulanır. Sevgi erdemi de, bir kere müminlerin birbirleriyle ilişkilerinde geçer(59/9). İnsanlığa karşı ilişkilerde bir erdem olarak geçmez.
Allah’ın müminlere karşı, müminlerin de Allah’a karşı ilişkilerinde sevgi erdeminden bahsetmek mümkündür.
Kur’an, insanın yaratılışta kendisine verilen ahlak kapasitesini “kalp/fuad” kavramları ile ifade eder. Bugün bizim kullandığımız “vicdan” kapasitesi, yaklaşık olarak bunu ifade eder. İslam, bu kapasiteye hitap edilerek inşa edilir. Bu kapasite, bir öz(lübb) olarak insanın derininde/dibinde bulunduğu için; onun, daha baskın olan arzu/heva-heves, içgüdü ve istiğna kapasitesi tarafından açığa çıkması engellenir(zulüm-küfür).
Kur’an’da kalbin katılaşması, taşlaşması, paslanması, hastalanması ifadeleri, vicdanın kolayca dumura uğraması, kararması, katılaşmasını ifade eder.
“İman edenlerin Allah’ı zikretmekten ve kendilerine inen haktan dolayı kalplerinin saygı ile ürperme zamanı gelmedi mi?
Daha önce kendilerine kitap verilip de, üzerinden uzun zaman geçince kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar; onların çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.” (57/16).
Bu ayet, vahiy yardımı ile aktüelleştirilen ahlaki bilincin/vicdanın/kalbin, zamanla kolayca dumura uğradığını ifade eder.
İslam, tarih boyunca Müslüman kitleler tarafından akide ve şeriat(iman ve amel) olarak ciddi düzeyde pratiğe geçirilmiştir. Ancak, zaman ilerledikçe, yukardaki ayetin bahsetmiş olduğu durum, Müslümanların da başına gelmiştir.
Aradan 1400 sene geçince, Müslümanların minnettarlık(iman) ve adalet duygularına hitap eden dini söylemin yaratmış olduğu iman ve ahlak(maneviyat) kapasitesi dumura uğramış; İslam, genellikle ibadet-i mersumeyi/ritüelleri alışkanlıkla yerine getirme geleneğine dönüşmüştür.
Mehmet Akif’in:
“Müslümanlık nerde!
Bizden geçmiş insanlık bile;
Kaç Müslüman gördüm ise, hep makberdedir;
Müslümanlık nerede? Bilmem amma; galiba göklerdedir.”
mısraları, bu gerçeği ifade eder.
Bu durumun hızlanmasına son dört yüz yıldır Batıda meydana gelen ve giderek bütün dünyayı etkisine alan sekülerleşme, endüstrileşme ve kapitalistleşme süreci ciddi düzeyde etkide bulunmuştur. İslam’ın Fıkıh, Kelam, Tefsir, Hadis, Tasavvuf disiplinleri ile tarihte oluşturulan teolojisindeki(Akide ve Şeriat) teorik yanlışlıkları bir tarafa bırakalım; bu yapı, İslam toplumlarını Batıda meydana gelen dönüşüme karşı koruyamayarak çökmüştür(Sünnilik).
Bugün İslam dünyasında yaşanan yaygın ahlaksızlıklar ve terör-iç savaş olayları, İslam’ın müntesiplerine etki gücünün kalmadığının şahididir. Düşüncede/teolojide, imanda ve ahlakta bir sürü yenilenme/tecdit ve ihya çabasına rağmen elle tutulur ve gözle görülür bir netice alınamamaktadır.
Kur’an’ın tahrif edilmemiş olması ve Hz. Muhammed’in fiil ve sözlerinin büyük bir bölümü “sahih” olarak derlenmiş olmasına rağmen; ne teoride/teolojide, ne de pratikte bir birlik ve yenilik yaratılamamaktadır.
Acaba çözüm olarak, itikadımızı(Basiret’ dayanması gereken imanımızı demiyorum), alışkanlığa dayanan ibadetlerimizi ve teoriye kavuşturulmuş amellerimizi(muamelat) bir kenara bırakıp da; Kur’an’ın sıkça tavsiye ettiği derin düşünmeyi(teemmül, tefekkür, taakkul, tezekkür, tafakkuh) ve başkalarını dinlemeyi(39/18, 67/10) başlatarak “insanlığımıza”, yani kalbimize, vicdanımıza(minnettarlık, merhamet ve adalet) geri dönsek, daha doğru değil mi? Gerisi, sonradan ve kendiliğinden gelir.
Klişeleşmiş mevcut teolojik şablonlar(akide ve şeria), hayatın çok az bir alanında ve çok az iyilik ve ihsan üretebiliyor.
Hz. Süleyman ve yaralı kuş kıssasında olduğu gibi, diğer kuşların selameti için, avcılık yapan Dervişin(Müslüman) elbisesini çıkarmak gerekir. Kuş, derviş elbisesinden dolayı ondan kaçmamıştır.
“İnsanlık” tan bir örnek vermek gerekirse, Japonların % 70’i ateist; geri kalanı da Budist, Şintoist ve Hristiyan olmalarına rağmen, buluntu paralar hukuken bulana ait olduğu halde; bir yılda 127 milyon yen, devlete iade edilmiş. Devletin, bulana ödül verme teşebbüslerini, bulan kişilerin çoğu reddetmiş. Yolsuzluk durumlarında ilgili kişi hemen istifa ediyor; bazen de intihar ediyor.
Kaç tane “Müslüman” bu “insanlığı” gösterebilir? Demem o ki: “Önce, ‘insan’ olmak gerekir” Müslümanlık, “insanlığa” dayanarak, ondan sonra gelen daha üst-ince bir meseledir. İnsan olamamışlar, Müslüman olamaz. Bugün, “Müslüman”ların birçoğu, “insan” bile değil.