Düşünür Yazar Ümit Aktaş İle İslamcılığın yakın dönem serencamı, Şura sistemi, Medine Sözleşmesi, İslami Sivil Toplum, Adalet devleti, Türkiye’nin demokratikleşmesi, Sol İlahiyat ve Hakikati Söylemek üzerine konuştuk.
Ümit Aktaş Kimdir?
1955 yılında, Erzincan’ın Refahiye ilçesinde doğdu. Orta öğrenimini Erzincan’da tamamladıktan sonra, İstanbul’da, YTÜ Elektrik Mühendisliği bölümünü bitirdi. Şiir ve denemeleri, çeşitli gazete ve dergilerde yayımlandı. Kitaplarından bazıları: Toplumsal Hareketlerde Yöntem’, Anarşizm, Osmanlı Çağı ve Sonrası, Akıl, Aşk ve İslam, İslamî Hareket -Etik, Estetik, Politik-, İnsan ve İslam, Edebiyat, İdeoloji ve Poetika, Çağımızın Tanıkları, Yüzyıl ve Gelecek… Ağırlıklı çalışma alanları yakın ve uzak tarih, felsefe, toplumsal hareketler, siyasal düşünceler, özellikle de İslâmcılıktır.
Bir dönem İslamcı mahallede çok rahat devlet eleştirisi yapılabiliyordu. Fakat şu anda bir eleştirisi söz konusu olduğunda mahalle bu eleştiriyi kendisine yapılmış gibi görüyor ve ciddi bir refleks gösteriyor. Bunun sebepleri ve kodlarıyla ilgili neler söylersiniz?
İslamcılık, Muhafazakârlık veya Milliyetçilik gibi çeşitli kavramlarla zaman zaman özdeşleştirdiğimiz ya da ayırdığımız sosyoloji oldukça farklı damarlardan oluşuyor. Ak Parti iktidarına kadar bu sosyolojiler aradaki ayrımları görmüyorlardı, kapatıyorlardı veya dikkate almıyorlardı. Az çok bir birliktelik ve ittifak havası vardı. İslamcılık bu geniş ittifakın içerisinde farklı akımların olduğu bir damar. Dolayısıyla bunları birbirine karıştırınca bazen neyi tartıştığımızın bir anlamı kalmıyor.
Esasında o zamanlardaki devlet eleştirisi veya devlete muhalefet temelde devletin bu kesime karşı uyguladığı zorbalık, haksızlık, bu kesimi dikkate almaması ve hatta neredeyse meşru vatandaş saymamasıyla ilgiliydi. Nitekim 2000’lerden itibaren iktidar sürecine girilmesiyle o mağduriyetlere binaen muhalif tutumun içerisinde yer alanlar hemen saflarını değiştirdiler. Ama bence, İslamcılığın önemli bir kesimi tutumunu değiştirmedi. Tabii ki İslamcılardan da o ittifaka dâhil olanlar ve iktidar ve devlet ekseni etrafında kümelenenler oldu. Fakat bunlar ya İslamcılıktan bütünüyle uzaklaştılar ya da İslamcılığın farklı bir yorumunu üretmeye çalıştılar ve hâlâ da çalışıyorlar. Veyahut İslamcı kalarak bu tutumu sürdürebilecekleri gibi bir garabet içerisine girdiler. Ama İslamcılığın önemli bir kesimi geçmişteki devlet ve iktidar eleştirisi tutumunu sürdürüyor.
Tabii burada devlet ve iktidara karşı mutlak bir muhalif tutum içinde mi olmak gerekiyor? Elbette hayır.
Adalete, hakkaniyete ve hukuka riayet eden bir devlet arayışı içerisindeyiz. Bu devlet olmazsa o zaman devlete muhalefetimizi elbette ki sürdürürüz.
Eleştiri Adaletli Bir Devletin Şartıdır
Aradığımız devlet illa İslami bir devlet olmak zorunda değil. Temel ilkeleri, adalet, hak ve hukuku uygulayan farklı devletler olabilir. Ama gönül ister ki bu İslami bir devlet olsun. Veyahut İslami demeyelim, Müslümanların bu ilkeleri inşa ettiği veya Müslümanların etkili olduğu bir yönetim biçimi olsun. Geçmişte zaman zaman yapıldığı gibi günümüzde de yapılırsa elbette ki muhalefetimizden ve eleştirimizden vazgeçeriz. Ancak eleştiri çok kıymetli bir şeydir. Aliya İzzetbegoviç’in söylediği gibi maalesef Doğu toplumları eleştirinin kıymetini bilmiyorlar. Çünkü eleştirel bir eğitimden ve gelenekten gelmiyorlar. Oysaki eleştiri adaletli bir devletin şartıdır. Eleştirinin özgür bir şekilde yürütüldüğü yerde devletin hataları, adaletsizlikleri ve haksızlıkları ortaya konulabilir. Devlet olumlu bir devletse, bu durumu düzeltmeye çalışır, olumsuz bir devletse işte günümüzde Türkiye ve diğer İslam ülkelerinde görüldüğü gibi haksızlıkları eleştirenler ve itiraz edenler baskı altına alınır ve hatta yok edilmeye çalışılır. Maalesef biz bugün bu süreçleri yaşıyoruz.
‘’İslamcıların önemli bir kesimi tutumunu değiştirmedi’’ diyorsunuz. Bunun bir grup İslamcı aydının ötesinde bir yeri var mı? Kuruluş felsefesinin temellerinde Sünni-Hanefi Diyanet çizgisi de bulunurken, Cumhuriyetten bugüne İslamcılar tam anlamıyla statüko eleştirisi yaptı diyebilir miyiz?
Bu paradigmayı zaten biz İslamcı bir tanım içerisinde kabullenmiyoruz. Mesela önemli bir figür olarak Mehmet Akif, Meşrutiyet döneminde İttihatçılara ‘’Bu benim beklediğim hürriyet değil’’ diye itiraz etti. Cumhuriyet döneminde de ‘’bu beklediğim istiklal değil’’ dedi. Yani gerek hürriyetçi mücadelede gerekse istiklalci mücadelede her ikisine de destek verdi. Biz de olsa biz de destek verirdik. Bunlar önemli şeyler ama öbür taraftan itirazlarımızı ve eleştirilerimizi de sürdürdük. Akif’te onu yaptı ve tutunamadığı için mecburen Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldı. Tabii ki Akif’in damarı oldukça zayıftı ve o damar da ezildi. 1960’lardan sonra yeni isim ve hareketlerle tekrar işlevsellik kazanmaya başladı.
Demokrasinin Ön Şartı Sivil Toplum
Ancak dediğiniz gibi bu daha çok birtakım aydınlar, dergiler, yayınlar ve bazı sivil toplum kuruluşları vasıtasıyla sürdürülen bir hareket. Bir akım olarak geniş toplumsal tabanlara yayıldığından söz etmek mümkün değil. Zaten Türkiye’de Sivil Toplum dediğimiz vaka oldukça zayıf ve geniş katılımı olmayan bir durumda. Bu da Türkiye demokrasisini zayıflatan temel etken. Çünkü sivil toplum güçlü ve etkili olmazsa demokrasi işleyemez. İslam dünyasında, özellikle de Türkiye, Mısır ve İran’da ki hareketlerin başarısız olmasının temel nedeni budur. Bir takım girişimcilerin kötü niyetli olduğunu söylemek pek mümkün değil. Fakat sivil toplum etkili olmadığı ve hareketleri desteklemediği için bir süre sonra bu hareketlerinde direnci kırılıyor ve etkisi azalıyor. Maalesef bu da vakayı bir sonuca doğru götüremiyor.
Cemaatler, tarikatlar ve STK’ları kapsayan İslamcı mahallede bir sivil toplumdan söz edilemez mi? Sivil Toplumdaki eksiklik niceliksel mi niteliksel mi?
28 Şubat döneminde önemli bir ittifak vardı. Devletin sürdürdüğü haksızlığa karşı büyük ölçüde birlikte mücadele edildi. Devleti elinde tutan toplumun belli bir kesimine karşı verilen bir iktidar mücadelesi de vardı. Devletin dağıttığı imtiyazlar üzerinden inisiyatif oluşturmak ve iktidardan pay almak isteyen kesimlerin de mücadelesi vardı. Sonuçta iktidarı kazananlar bunlar oldu ve pay almaya başladıktan sonra da artık devlet onların devleti hâline geldi. Bu kesimlerin içerisinde büyük ölçüde cemaatler ve tarikatlar da vardı. Biz bunları Sivil Toplum kavramının içerisinde elbette mütalaa edemeyiz. Bunlar devlet kuruluşlardır ve bunlara STK değil GONGO (Government-organized non-governmental organization) deniyor. Yani bunlar sivil kuruluşlar olsa da devletin desteklediği ve devlet için çalışan örgütlerdir.
Türkiye’de hakkıyla sivilliğinin gereğini yapan sivil toplum örgütlerinin olmaması temel problemlerden biridir. Bu açıdan İslami diyebileceğimiz sivil toplum kuruluşlarının tarihi de çok eski değildir. 1980’lerden sonra başlayan süreçte ortaya çıkmıştır. İşte ilk insan hakları örgütlerinden İHD daha önce kuruldu, sonra MAZLUM-DER, yakınlarda ise Hak İnisiyatifi kuruldu. Başka sivil toplum örgütleri de var ama çok güçlü değiller. Onun dışında dergiler, yayınevleri, bazı meslek kuruluşları ve yayın mecraları var ancak kapsamı çok genişletecek durumda değiliz. Bu çalışmalar elbette kıymetli ama tabii ki çok etkili olamıyor ve toplumu dönüştürmede yeterli bir güce kavuşamıyor. Çabamız bu etkiyi arttırmak olmalı.
Devlete muhalefet ve eleştiride az da olsa daha radikal ve anarşist diyebileceğimiz tutumlar da var. Bu konuda da İslami kesimde çok önemli çalışmalar ve bilinç yok maalesef. Çünkü bizde devlet kutsal kabul edilir. Sorun, o kutsal devleti başkaları ele geçirmiştir ve onların elinden almak gerekir gibi bir bakış vardır. Oysaki devlet oldum olası kirli bir kurumdur ve bir şekilde temizlenmesi gerekiyor. Yine Anarşizm* ile ilgili 1990’larda yazdığım Türkiye’deki belki ilk telif eser de bana aittir. Bu konuda da bir takım çalışmalar yapmaya çalıştım.
Dediniz gibi daha önce bir entelektüel birikim ya da fikri arayışa tekabül eden bir durum vardı. Şimdi daha ziyade ticari ortaklıklar ya da finans örgütleri ile partisel ya da politik saiklarla bir araya gelme durumu söz konusu. Bu dönüşüm fikri çölleşmenin ve entelektüel yoksunluğun nereden nereye geldiğini de göstermiyor mu?
Tabii ki bir dönüşüm ve etkilenme var. Öte yandan dünya sistemi değişiyor. 1980’lerden itibaren başlayan neoliberal bir süreç içerisinde yaşıyoruz. Bu süreç devlet kadar toplumu da dönüştüren ve etkileyen bir süreç. Farkında olalım ya da olmayalım bu hepimizi değiştiriyor. İslami kesimler de etkileniyor. Bakışlarımızı giderek daha da iktisadileştiriyor.
Parti çalışmaları da var fakat bu parti çalışmalarının hepsini devlet örgütü içerisinde mütalaa etmek doğru değil. Sivil niteliğini korumaya çalışan parti çalışmaları da var. Tabi bunlar diğer sivil toplum kuruluşları gibi çok etkili olamıyor.
Tabii burada bir zihniyet dönüşümü de var. 1980-90’larda özellikle İran Devriminin etkisiyle radikal bir tutum vardı.
Biraz selefi akımlarda vardı ama bu süreçte demokrasi eleştirisi ve karşıtlığı da söz konusuydu. Süreç içerisinde bu biraz yön değiştirdi, farklılaştı ve demokrasiye de açık bir anlayış geliştirilmeye çalışıldı.
Ondan sonra bazı İslami gruplar parti süreçlerine başladılar. Bu durum bir açıdan olumlu bir açıdan da olumsuz işaretler olarak kabul edilebilir. Daha önceki kısıtlı ve güdük anlayıştan giderek daha geniş, aklı başında ve çağdaş duruşumuzla mutabık gelişmelerde oluyor.
Mesela 2000’lere kadar İslami yayıncılık yapan kuruluşlar içerisinde Batıdan çeviri neredeyse hiç yoktu ama şimdi önemli ölçüde çeviriler yapılıyor. Burada bir açıklık söz konusu oldu. Daha ilişkisel ve pozitif bir tutum gelişti. Bu açıdan daha olumluya doğru bir gidişat söz konusu. En azından demokrasi, cumhuriyet, özgürlük gibi kavramları tartışma noktasına geldik. Bunu da bizim düşüncelerimizi ve davranışlarımızı daha gelişkin kılacak yönelimler olarak görüyorum ve bu açıdan çok umutsuz değilim.
Sol İlahiyat Çabaları
İslam ülkelerinde demokratikleşme çabaları ile sağcılaşma bir paradoks oluşturmuyor mu?
Doğrudan bir paradoks söz konusu değil. Sağcılıkta sonuçta demokratik eğilimler içerisinde bir eğilim, fakat Türkiye Sağcılığının dindarlıkla ilişkisinde kendi içinde bir paradoks söz konusu. Genel olarak dünyada sağcılık dindarlıkla daha yakındır. Fakat mesela Latin Amerika ülkelerinde Katolik Hıristiyanlar özellikle de Cizvitler ‘Sol ilahiyat’ dediğimiz akımı ortaya çıkardılar. Marksistlerle ve Solcularla ittifak yaparak faşist ve Amerikan yanlısı liderlere karşı ortak mücadele verdiler. Kabul etmek lazım ki İslam dünyasında benzerlerini bulmak biraz zor.
Başkaca Sol İlahiyat örnekleri bulunmuyor mu? Aliya İzzetbegoviç, Ali Şeriatçi gibi aydınların görüşlerinden ya da Sultan Galiyev deneyiminden herhangi bir nüve çıkma ihtimali var mı?
Sultan Galiyev önemli bir örnek tabii ama Sovyet ihtilalının müttefikleri içerisinde yer aldı. Maalesef o dönemin Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) yöneticileriyle, Lenin ve daha sonra Stalin tarafından baskılandı ve sonra da yok edildi. Başlangıçta bu tip girişimlerin etkisi de çok korkunç oluyor. Neticede belki İslam dünyasında başlayacak olan sol veya sosyalist bir tutumu önledi. Öbür taraftan Sovyet sosyalizmi aşırı laikçi bir sosyalizmdi.
Yine Kemalizm’in cumhuriyeti de Fransız menşeli cumhuriyet olarak aşırı laikçi bir cumhuriyet. Mısır’da Nasır’ın Arapçılığı da bu kapsama girebilir.
Bu aşırı laikçilikler İslam dünyasında çok negatif işler gördüler. Belki de bu yüzden Latin Amerika’daki gibi bir sol ilahiyatın gelişmesini önlediler ve bu tür anlayış birlikteliklerini imkânsızlaştırdılar.
Burada problem sadece Müslümanlardan kaynaklanmıyor. Bu coğrafyalarda ortaya çıkan olaylar da Müslümanların tutumlarını etkiliyor. Hâlbuki Alman veya İngiliz Protestan sekülerlikleri bu konularda daha olumlu bir tutum içerisindeler. Ama Türkiye veya Arap ülkelerinde bu seçenekler pek tanınmadı ve izlenmedi. Buralarda daha çok Fransız laisizminin olumsuz etkisi oldu ve bunu aşamadık.
Türkiye’nin Demokratikleşmesi Meselesi
Açıkçası Türkiye’nin en önemli sorunlarından birincisi 100 yıllık cumhuriyeti demokratikleştirememesiyle ilgilidir. Her ne kadar Türkiye demokratik bir ülke olduğunu iddia etse bu özünde çok anayasal bir durum olmadığı gibi uygulama açısından da demokratik bir ülke değil. Mesela Turgut Özal ve daha sonra Ak Parti iktidarının ilk iki döneminde buna dair girişimler oldu ancak bir sonuca ulaşamadı ve sistem demokratikleştirilemedi.
Bu başarısızlıklar sonuçta insanların zihninde de demokrasiye veya cumhuriyete karşı olumsuz bir etkiye yol açıyor. Sonuçta insanlar haklı olarak cumhuriyet ya da demokrasi dedikleri şey için uygulamalara bakarak faşizmden başka bir şey değil diye düşünebiliyorlar.
Öte yandan İslam tarihinde de en başından beri Resulullah aleyhisselam Medine Sözleşmesi çerçevesinde Medine’de çoğulcu bir toplum oluşturmaya çalıştı ve burada şura sistemini uyguladı. Fakat kendisinden sonra bu sistem uygulanmadı. Muhammed İkbal ve Malik Bin Nebi gibi önemli düşünürler İslami siyasetin ve şura sisteminin Peygamber döneminde bir ruşeym olarak kaldığını söylüyorlar.
Ben Şura’yla ilgili en çarpıcı bilgiyi bir Marksist olan Hikmet Kıvılcımlı’dan öğrendim. ‘’Peygamberin şurası, cennetle müjdelenenler olarak tanınan kişilerdir’’ diyor.
Biz bu şahsiyetleri cennetle müjdelenmekle taltif etmişiz ama Hikmet Kıvılcımlı bunlar Peygamberin şurasıydı diyor. Şimdi bunlardan hangisi daha doğru tanımlama ve neden bu sapma?
Bu neden bizim zihnimizde yer bulmuyor da bir Marksist ancak bunu anlıyor.
Bir taraftan Resulullah ‘’Ben hiç kimsenin cennete girip girmeyeceğini bilemem’’ diyor haklı olarak. Yani kıyamet kopmadıkça ve insanlar yargılanmadıkça kimin cennetlik olup olmadığını kim bilebilir ki. Esasına bakacak olursak peygamberin kimseyi cennetle müjdelenen olarak tanımlaması mümkün değil. Ama bunlar öyle kişiler ki Resulullah aleyhisselam sürekli bunlarla danışır ve birlikte iş yapar. Şura demek birlikte düşünmek ve eylemektir.
Nebevi Siyaset, Pastoral Siyaset ve Demokrasi
Bu aynı zamanda İbrahimî Peygamberlerin ve nübüvvetin olduğu bölgede siyasetin de koşullarıdır. Ama bu nebevi siyaset maalesef bu bölgede işlemedi. Peygamber aleyhisselamdan sonra nebevi siyasete aykırı olarak Muaviye ile birlikte hilafet dediğimiz ve Bizans ve Sasani iktidarlarına benzeyen monarşik bir iktidar kuruldu. Bunu da hilafet adı altında kutsallaştırdık ve günümüze kadar geldi.
Bunun bir adı da pastoral siyasettir. Bu konuda Fransız düşünür Michel Foucault’da ciddi çalışmalar yaptı ve ondan epeyce bilgi aldım. Pastoral siyaset Hıristiyanlık vasıtasıyla bir şekilde Avrupa’ya kilise olarak sirayet etti. Michel Foucault günümüze kadar Avrupa siyasetini belirleyen önemli etkenlerden birisi de pastoral siyasettir der. Özünde Atina’daki demokrasiyi de etkileyen bir şeydir bu. Nasıl etkiliyor, çünkü Atina’nın demokrasisi kadar alfabesi de Fenike ve İyonya’dan gidiyor. Atina’ya ticareti yine Fenike öğretiyor. Ege şehirleri ve Fenike nübüvvet bölgesinin buradaki pastoral siyasetinin uygulandığı bir yer.
Oradaki düşünürler bir açıdan doğu dünyasıyla, yani pastoral dünyayla da ilişkisi olan düşünürler. Japon düşünür Kojin Karatani İzonomi eserinde İyonya şehirlerinin demokrasiden daha radikal olan izonomi diye bir yönetim sürdürdüklerini ve bunun Atina’ya demokrasi olarak gidebildiğini ve ancak bir ölçüde uygulanabildiğini söyler. İyonya’da daha eşitlikçi iken, Atina’da sınıfçı bir yönetimdir.
Fakat günümüz Avrupa’sındaki demokrasi daha farklı. Tam Atina demokrasisi de değil. Hıristiyanlık ve Kilise etkisiyle pastoral yönetim de nakledildi. Bütün bunların bileşkesi demokratik bir tutum olarak uygulandı. Tabii ki eksikliklerine rağmen günümüz İslam dünyasından çok daha iyi bir noktada ve bizim buradan öğreneceğimiz çok şeyler var. Bu konuda komplekse ya da farklı edebiyatlara girmeye gerek yok.
Burada sözü biraz uzatacağım. Ancak çok önemli. Kur’an’da iki tane kral nebi vardır. Baba ve oğul olarak; Davut ve Süleyman. Yine Kur’an’da açıktan eleştirilen iki peygamber de bunlardır. Çünkü iktidarları esnasında hata yapmışlardır. Bu da büyük ölçüde kibirden kaynaklanan bir hata. Davut’un ki iktidar mutlakçılığıyla ilgili. Yani bir kişinin 1 koyunu var ötekinin 99 koyunu var, ama o 99 koyunu olan o 1 taneyi de kendi sürüsüne katmak ve o sürüyü 100’e tamamlamak istiyor. Biz bunu bir hikâye olarak okuyoruz ama bu bir temsildir. Diyor ki bir yüzlük birim içerisinde senin payın 99 olsa da onu yüze tamamlamak gibi bir mutlakçılık içerisine girme ve yüzde 1 varsa sana ait olmayan onun hakkına hürmet et. Biz bunu böyle anlayamıyoruz. Maalesef kısa mantığıyla anlıyoruz ve oradan da hiçbir şey çıkmıyor. Süleyman aleyhisselam da iktidar kibrine kapıldığı için iktidardan düşüyor ve hatasını anlayıp rücu ediyor. Daha doğrusu iktidarına kavuşmadan önce şöyle bir duası var; Bana öyle bir fırsat nasip et ki benden sonrakilere bu hataların tekrarlanmadığı bir örneklik ortaya koyabileyim. Ama bu ayetin çevirisi de sanki ‘Bana öyle bir iktidar nasip et ki bundan sonra hiç kimseye nasip olmasın’. İşte bu bizim tarih içerisinde ayetlere giydirdiğimiz bakış açıları. Onun asıl dersini kavrayamayışımız.
Biraz aktüele ve Türkiye’ye gelelim. Tecrübelerine rağmen Türkiye’de mutlakçılık ve gücün merkezileşmesi hakkında ne dersiniz? Milliyetçilik ve sağcılık bağlamında dindar aydınların sözü neden etkili olamıyor?
Şimdi yeniden Medine’ye dönerek oradan doğru gelelim. Medine Sözleşmesinde Medine halkından ümmet olarak bahsedilir. Fakat bugün biz ümmet deyince aklımıza Müslüman toplumu gelir. Oysa sözleşmenin, Medine toplumundan ümmet olarak söz ettiği zaman Müslümanlar Medine’de azınlıktaydı. Çoğunluk Yahudiler ve müşriklerden oluşuyordu. Topluluğun hepsinden ümmet diye bahsedilir ve bunlar çoğulcu Medine toplumunu oluştururdu.
Her şeye ve bütün problemlerine rağmen tarih içerisinde İslam coğrafyası çoğulcu toplum olma vasfını korudu. Modernliğe ve Fransız ulusçuluğundan transfer edilen ulus devlet zihniyetine ve formatına geçene kadar devam etti. Mesela işte Türkiye’de örnek verecek olursak, Ermeni tehciri veya kırımı, Alevi kırımı, Kürt kırımı gibi durumlar bu modernite akabinde ortaya çıkan şeyler. Daha öncede mahalli ve siyasi problemler vardı, ancak soykırım noktasına giden şeyler yoktu.
Bu anlamda uzun yıllar İslam coğrafyası büyük ölçüde farklı nüfusları, dinleri, dilleri ve ırkları büyük ölçüde korudu.
Günümüzde ise işte Türkiye’de dindar kesimler her ne kadar ulusçuluğa ve cumhuriyete karşı çıksalar da büyük ölçüde cumhuriyetin kurucu ulus devlet ideolojisinin etkisi altında ve içselleştirmiş durumdalar.
Medine Sözleşmesinden beri gelen bu tarihteki çoğulculuğun ve özgürlükçülüğün ne anlama geldiğinin farkında değiller. Bunun üzerinde zihinsel ve toplumsal tartışmalara girmemişler ve anlamını kavrayacak derinliklere sahip değildirler. Bunlar büyük eksiklikler ama öbür taraftan işte Kemalist ulusçuluğa karşı çıksalar da bunun İslam ulusalcılığı veya Müslüman devlet biçimini hiç de reddetmezler. Burada bir devlet eleştirisi yapmamışlardır. Devlet ne demek, siyasal yönetim ne demek? Şura nedir ve ne anlama gelir? Bunun çok farkında değiller.
Peygamberin örnekliği ve bunca bilgi ve tecrübeye rağmen kapitalist ulus devletçi devirde bir anlamda öncü olan Türkiye’de dâhil, Müslüman coğrafyada şura, demokrasi ya da meşverete dayalı bir örnekliğin olmamasını neye bağlıyorsunuz?
Temel problem şuraya dayanıyor. Kitabımız ikra ile başlıyor. Başlangıç kelimesi bir kitabın anahtar kelimesidir; oku diyor bize. Müslüman toplumlar hakikaten ilk birkaç yüzyıl çok hızlı bir şekilde okudular. Kendilerinden önceki medeniyetlerin kitaplarını çevirdiler. Onlar üzerinde derinlikli çalışmalar yaptılar. Bu durum 500-600 yıl sürdü. Fakat daha sonra genişleyen iktidar ve egemenlik süreci bu toplumları dejenere etti. Şura ilkesinden sapmayla birlikte toplum siyasetin dışına itildi ve etkisizleştirildi.
İslam toplumu karşısında aciz kalan Avrupa, Müslümanların bu gelişme düzeyinin sebebini çözerek okumaya yöneldi ve İslam medreselerini işte Ezher, Kurtuba, Sicilya veya Bağdat’taki medreselerin/üniversitelerin bir örneğini İtalya’da Fransa’da kurdular. Kitapları çevirdiler ve okumaya başladılar. İslam dünyası okumayı bıraktıkça onlar okumaya yöneldiler. 12, 13 ve 14. Yüzyıllarda süreç içerisinde Avrupa toplumu hızla okumaya yönelirken İslam dünyası tam tersi bir yönelim içerisine girdi. Okuyan toplumlar her açıdan gelişir. Temel sorun okumaktır. Tabii ki buradaki okumak klişe tekrarlar anlamına gelmemeli. Hatta İbn-i Haldun Mukaddime’sinde bundan bahseder. Eskiden Avrupalılar okumak için İslam medreselerine gelirlerdi ve hatta çoğu Arapça öğrenirdi. Fakat artık gelmiyorlar. Gelseler ne olacak? Çünkü artık sadece tekrarlar ve ezberler yapılıyor. Tenkit ve münazara yok.
Hakikati Söylemek
İkra ile de ilişkilendirerek Michel Foucault’nun siyaset felsefesi bağlamında vurguladığı parrhesia (hakikati söylemek) meselesi özellikle otoriterleşen Orta Doğu denkleminde birazda İslamcı aydına düşmüyor mu?
Hakikati söylemek biz Müslümanların temel görevidir aslında. Çok önemli bir hadis var biliyorsunuz; ‘’Cihadın en efdali zalim sultana karşı hakkı söylemektir’’ diye. Bu tam da işte parrhesia dediğimiz şeydir. Atina’daki hakikati söyleme ilkesinin İslam dünyasındaki tercümesidir bu.
Mevzu budur yani, İslam aydınları bu ilkeye sadakatlerini sürdürebildiler mi? Hakikati söylemek sadece cesurca laflar etmek değil, bir de Aliya İzzetbegoviç’in söylediği eleştirel tutumu yaşamsal bir tutum haline getirebilmektir. Bir toplum ancak eleştirellikle gelişebilir. Bizim sorunumuz günümüzde ailemizden okulumuza varıncaya kadar eleştirel düşünceye sahip olamayışımızdır. Baskı altında yetişmemiz ve eleştiri cesaretini daha en küçük yaştan itibaren kaybetmemiz. Bunu aşabilmemiz gerekiyor ve bunun da yolu çokça okumaktır.
Hakikati söyleme bahsini açan Michel Foucault, aynı zamanda bilginin iktidar olduğunu da söyler. Bunu iktidar övgüsü yapmak için söylemiyor. Ancak bilgiye sahip olan konuşabilir, sözünü söyleyip savunabilir ve o bilgi iktidarlaştırabilir. Çünkü ister istemez her toplumda iktidar alanları bilenlere açılır. Dikkat ederseniz İslamcılar da 1970-80’lerden itibaren çok ciddi bir okuma sürecine girmişlerdi. Her şeyi tartışıp konuşuyorlardı ama iktidar olduktan sonra bunları büyük ölçüde kaybettiler.
Kur’an’da geçen ve öneminin farkında olmadığımız bir başka ayet daha var Bakara Suresinde. Peygamberle ilişkilerinizi ‘’râinâ’’ değil, ‘’unzurna’’ ilkesi çerçevesinde düzenleyin der. Önemli müfessirimiz Elmalılı Hamdi Yazır bu konuyu bir ölçüde ele almıştır, oraya bakılabilir.
Buradaki râinâ ilkesi biraz pastoral siyaset gibi çoban ve sürü ilişkisiyle alakalıdır. Peygamberle ilişkilerinizi, o sizin çobanınızmış gibi düzenlemeyin, kendinizi sürü yerine koymayın diyor. Unzurna’ya göre düzenleyin. Unzurna nazariyedir, şura, istişare, birlikte düşünmek ve birlikte yapmaktır. Biz bunu yapmıyoruz. Oysaki Kur’an o ayetlerde bunu tavsiye ediyor. Ancak şura ve istişare ayetlerine gidin, hiçbirisinde birlikte yapmak, birlikte düşünmek ve hatta birlikte yönetmek bahsi geçmez.
Çoban-Sürü İlişkisinden İnsanileşmeye Doğru
Elmalılı da atıfta bulunarak diyor ki; pastorallik aslında çoban-sürü ilişkisidir. Kur’an burada meseleyi raiyetten insaniyete doğru yöneltiyor. Yani o pastorallikte olan çoban-sürü ilişkisini unzurnayı tavsiye ederek insanileştirmeye doğru götürüyor. Gelin görün ki mesela bizim Osmanlı sisteminde toplum reayadır. Yani hükümdar çoban, toplum sürüdür. Bu bir mesel olarak belki kullanılabilir ama siz bir toplumu sürü haline getirdiğiniz zaman, mesela bizim işte Süleyman Demirel ‘Çoban Sülü’ olarak tanınırdı. Siyasette on yıllarca bu ülkeyi bir sürü olarak yönetmiştir. Bizim cemaatlerimizde aslında aynı mantıkla kuruludur. Cemaatin başında bir tane şeyhi ya da imamı vardır ve 40-50 sene o başta kalır ve cemaati çobanın sürü gibi yönetir. Bu çoban-sürü ilişkisinden kurtulmamız ve özgürleşmemiz gerekiyor. Özgürleşmek insan ve halife olmak demektir. İşte Davut aleyhisselamla ilgili kıssa da Davut’a halifeliği hatırlatılır. Ama bu yönetimsel halifelik değildir. Kur’an’da ki halife, emaneti üstlenen insan demektir. İnsan; hepimiz bir tek varlık olarak özgür, sorumlu ve emaneti üstlenmesi gereken varlık olmalıdır. Öyle olmadığımız sürece de eline sopayı alan her çoban bizi yönetir ve bundan kurtulamayız.
Tüm bunlara rağmen tarih sürmektedir. Allah’a ve insanlığa olan umudumuzu kaybetmeyeceğiz. Elbette ki ümitvar olacağız, mücadelemizi sürdüreceğiz ve neye mal olursa olsun hakikati de söylemekten kaçınmayacağız.