‘’Vicdan’’ Kavramının Belirlenmesi
Vicdan kelimesinin özünde “bulmak, bulma, buluş” anlamı vardır. Peki neyi bulmak?
Herhalde Vacib-ul Vücud’u, Zorunlu Varlık’ı bulma (vecd), bu buluşa yetenekli olma ve bu yetenek anlamına kullanılmış olmalıdır. Türkçe’de, hiç değilse Azari lehçesinde “tapmak”, “bulmak” anlamındadır. Daha sonra her halde “tapma=bulma”nın “vecdi”, sevinci ve bulma gayreti; başka lehçelerde “tapma” kelimesine “perestiş etme” anlamını yüklemiştir.
Fransızca’da aynı terim, şuur (bilinç) ve vicdan anlamına kullanılabilir: Conscience.
Almanlar da her iki kavramı -bulma değil- “bilme” köküyle ilgili görünen terimlerle karşılamış iseler de aynı terimi kullanmamışlardır. Bewustsein ve Gewissen. Birincisi şuur (bilinç), ikincisi vicdan anlamındadır.
Şuur ile vicdan aynı anlamda değildir. Vicdan terimi “dilin araştırılması” döneminde “bilinç”le değil, “bulunç”la karşılanmak istenmiş, ne var ki “bilinç” tutmuş, “bulunç” tutmamıştır.
Şuursuz (bilinçsiz) bir kimseye, o sırada “ahlaki sorumluluğu” da olmadığı için “vicdansız” demeyiz.
Buna karşılık bilinçli bir kimse “Rabb”i iç âleminde bulmasından doğan ahlaki sorumluluk duygusunu taşımıyorsa, O’na “Sen de hiç vicdan yok mu?” veya “vicdansız!” diyebiliriz.
Hukuk dilinde “vicdan”; çoğunlukla ahlaki karar verme “bilinc”ini belirli bir dine bağlayıp bağlamama anlamında kullanılarak, “vicdan özgürlüğü” terimine yol açılmıştır. (Vicdan hürriyeti, Liberté de conscience, Gewissenfreiheit).
Vicdan Özgürlüğü ve Laiklik
“Vicdan özgürlüğü” kavramına bağlı olarak bir de, “vicdani red” (askerlik görevini orduda yapmayı reddederek askerlik dışı kamu hizmetlerinde görevlendirilmesini isteme) kavramı doğmuştur.
“Vicdan” kavramı bir dini inanca bağlılığı ifade ettiğinde laiklik ilkesi derhal bu bağlılığın çözülmesini veya “ikna odasında” cerrahi bir müdahale ile “alınmasını”, yahut kamusal alanda açığa vurulması yasağının derhal devreye girmesini gerektirir mi? Elbette gerektirmez!
Esasen Hukuk devletinde bu tarz bir laiklik anlayışının uygulamaya geçirilmesine imkân yoktur.
İnsan nasıl “bilinçsiz” kalmaya zorlanamazsa “Tanrıyı bilmeden öte, bulma” ihtiyacını köreltmeye de zorlanamaz. Laiklik ilkesinin doğru ve gerekli anlamı; “kimsenin dini inançları veya inançsızlığı dolayısıyla insan onurundan yoksun kılınamaması”dır.
Ferdin; Tanrı’yı arama ve bulma ihtiyacı doğal bir ihtiyaç mıdır?
Yoksa hiçbir gerçekliğe dayanmayan bir avunma veya avutma aracı mıdır?
Ferdin; Yaratıcı’yla sevgi ilişkisine girmesi doğal ve temel bir ihtiyaçtır. Sevgi yaradılışın hikmetidir, sebebidir.
Yaratıcı’nın varlığı bir “varsayım” değil, kanıtlamaya asla ihtiyacı olmayan bir apaçıklıktır.
“Asalet-i Vücud” “varlığın ilke olması”, bu apaçıklığın ifadesidir. Varlık ilke olmasa idi yokluktan hiçbir şey meydana gelmezdi. Varlık Ezeli ve Ebedidir. Ezeli ve Ebedi olan Zorunlu Varlık’tır. Zorunlu Varlık; Yaratıcı’dır. Yaratıcı; Seven ve Sevilen’dir, Vedud’dur.
Ahlaki davranış kuralları, Hukuk ve Ahlakın ortak ilkeleri, insan onuruna sahip olduğu bilincinde olan insanın aynı zamanda diğer insanların ve bütün yaratılmışların da onurlarına saygı gösterme sorumluluğu ve sorumluluk bilinci; bütün bunlar Yaratıcı’yı “bulma”, O’nunla bağlantısını kesmemeye, “vicdan”a bağlıdır.
Doğru anlamda “laiklik ilkesi” , Yaratıcı’nın varlığı “apaçıklığı”ndan sonra devreye girmesi gereken bir ilkedir. Laiklik ilkesini geriye dönük uygulayarak Yaratıcı’nın zorunlu varlığı apaçık gerçekleştiğini ilga etmeye çalışan bir düşünürün durumunun gülünçlüğünü gösterebilmek için, Nasreddin Hocamız bindiği dalı keserek düşmeyi göze almıştır. Hukuk Devleti’nin, -laiklik terimi değil- kavramının doğru anlamı; laiklik saplantısı olanların bindikleri dalı kesmekte kullandıkları “balta” demek değildir.
Ahlaki sorumluluk bilincine ve kimseye zarar vermeme (neminem Laedere, la zarar) iradesine sahip olma anlamında “Vicdan”, Rabbi ile “vicdan” (bulma ve tapma) bağlantısını kesmiş olanda bulunamaz mı?
Çalışabilmesi için prize takılıp yüklenmesi gereken “kalb”, priz ile güç kaynağıyla rabıtasının kesilmesi anında derhal boşalmaz. Küçük yaşlarında inançlı ve vicdanlı bir ortamda yetişmiş kimseler de bir süre “vicdan” sahibi olmakta devam edebilirler. Ancak, her an boşalma tehlikesi vardır.
Hakiki bir “dindar nesil yetiştirme” arzusu bu bağlamda tasvip edilmesi gereken bir arzudur. Ancak, “La ikrahe Fid-din” bağlamında, doğru anlamıyla laiklik ilkesi unutulmamalıdır.
Ve “dindarlık” tan amaç, “ dini tersine çevrilmiş giysi gibi giymek” olmamalıdır.
“Vicdan” Sahibi Olanın Alameti Nedir?
Bir kimse; başkasının bir musibete uğramasından, zarar görmesinden sevinç ve haz duyuyorsa, namuslu yaşamıyorsa (honeste vivere), başkaları onun elinden ve dilinden kurtulamıyorsa, vicdan sahibi değildir. Kendisi inançlı olduğunu ve vicdanlı olduğunu iddia etse bile “münafık” olduğu anlaşılır. “Honeste Vivere”; adil olma, dürüstlük ilkesine uyma demektir.
Bir insan, Yaratıcı Rabb’e yakınlaşma arzusu olmaksızın da dürüstlük ilkesine uyamaz mı?
Bu tutum küçüklüğünde ve gençliğindeki yüklenmesinin henüz boşalmamasından ileri gelebileceği gibi, yaptırım korkusundan veya çevresinin övgüsünü kazanma arzusundan ileri gelebilir.
Ne var ki hukuk zahire göre hükmeder. Kimsenin, hiçbir yetkilinin kendisinde Engizisyon hâkimliği görmeye, vehmetmeye hakkı yoktur. Kalblerde gizli olanı Allah bilir. Hukuk bu kimseyi namuslu (dürüst) kimse sayar.
Peki “Vicdan” hürriyeti, inancına göre yaşama hürriyeti ve vicdani red karşısında Pozitif Hukuk’un tutumu ne olmalıdır?
Pozitif Hukuk, Tabii Hukuk’un temel ilkelerinde ve dolayısıyla Sevgi’ de “kökü sabit” olan Tuba Ağacı’nın meyvelerini dermelidir. Namuslu=dürüst yaşamayı buyuran kural yaptırımlıdır, ne var ki Hukuk’un din dayatma ve inanç araştırma yetkisi yoktur. İnancına göre yaşama hürriyeti de başkasına zarar verme veya zarar tehlikesi söz konusu olmadıkça kabul edilmeli, şu hâlde ilke olarak vicdani red üzerinde de düşünülmelidir.
Vicdan: Dürüstlüğün ‘Batın’ı
Vicdan; dürüstlük İlkesinin “batın”ıdır, iç yüzüdür. Laiklik ilkesi bu batın ile savaşır ve batın ile zahir’in ilişkisini keserse, dürüstlük ilkesinin bireylerdeki kaynağını kurutmuş, dalını kesmiş olur. Hukuk Devleti’nin laiklik ilkesi bu pozitivist ilke olamaz. Olamayacağı için de Anayasa’da doğru anlamda laiklik ilkesi ne bu terimle değil, şu formül, şu ifade ile yer verilmelidir: Türkiye Cumhuriyeti; demokratik ve sosyal Hukuk Devleti’dir. İnsan onurundan ve Hukuk Devleti’nin temel ve evrensel ilkelerinden hiçbir dini, felsefi, siyasi görüş karşısında ödün vermez.
***
Kâmil Din İçin Sevgi ve Ahlak
Allah’tan ancak Sevgi Ahlâkı ve Eşitlik İlkesi kaynaklanır. Eşitlik İlkesi de insan onurunda dil, din, cins, ırk, farkı gözetmemek demektir. İshak ve oğlu Ya’kub (Israil) soyundan gelen Ulü-l-Azm Peygamber Musa(a.s)’ya ve daha önce de Nebi Ya’kub soyundan gelen Sevgi elçilerinin gösterdikleri hidayet yolunda birleşenlere, ırkına bakılmaksızın Yahudi denmiştir. Ben-i İsrail de bu soydan gelen sevgi elçilerine tâbi olanlar demektir, yoksa “beni”nin dar anlamıyla “Ya”kub soyundan gelenler” demek değildir. Hidayeti seçenleri hangi asırda yaşamakta, hangi kavme mensup olmakta iseler fark etmeksizin Allah katında takvâları (imanlarının yoğunluğu, Allah’a bağlılıklarının derecesi) ölçüsünde Allah katında değerli olurlar. Ferde ve Devlet’e insan onurunda ayırımcılık yapma izni verilmemiştir.
Musa’nın (a.s), Davut’un (a.s), Süleyman’ın (a.s), Yahyâ’nın (a.s), İsa’nın (a.s) tebliği bu konuda Resûl-i Ekrem’e (s.a) gelen vahyden farklı değildir. Yahya’nın (a.s) buyurduğu gibi, seçkinlik kavm ile, soy ile değil takvâ iledir. Dileyen İncil’e bakabilir. İbrahim (a.s) soyundan insanlık önderlerinin geleceği, İsmail (a.s) kolundan son peygamber Resûl-i Ekrem’in (s.a) ve Âl-i Tâhâ (Âl-i Yâsin)’nın geleceği, insan onurunda eşitlik ilkesinin ihlâli anlamında değildir. Allah dilediğini masum sevgi elçisi kılmıştır. İman edenlere de hep birlikte “silm”e, Sevgi’nin Adalet ve Barış düzeni’ne girmelerini, Arz’da bu düzeni kurmalarını buyurmuştur. (Bakara, 2/208)
Zalim Soyguncular
Dünya hayatımız bir sevgi sınavı olduğu ve bize seçim yeteneği verildiği için, yazık ki kötü’nün seçilmesi dolayısıyla insanlık tarihi zulüm ve kanla lekelenmiştir. Bu gözlemi yaptıktan sonra “Lâ İlâhe..” de kalıp “illallah” sonucunu çıkaramayan, “bütünleme”ye kalan materyalistlere telâfi sınavında başarılar dileriz.
Ne var ki “dâlliyn” den başka bir de “magdûb-i aleyhim” vardır ki bunların işi zordur. Bunlar, zulmü, soygunculuğu, bencilliği, iki yüzlülüğü ahlâkı emirler haline getiren, “On emir”i tepetaklak eden, İblis’in çakma Ahlâk telkinini benimseyen zalim soygunculardır.
Din, sevgi ehlinin yoludur. Sevgi ehlinin elinden ve dilinden diğer insanlar selamette ve emanda olur.
Aşk gelicek cümle eksikler biter (Yunus Emre).
Sevgi, insandaki bencilliğin, saptırılmış içgüdülerin, kin ve hasedin yerine başkalarınında, “öteki”nin de iyiliğini istemeyi, bu asîl duyguyu getirir. Başkalarına zarar vermekten zevk alan, kendisi veremiyorsa bile başkalarının verdiği zarardan, ucu kendisine dokunmadıkça zevk duyma ahlaksızlığının yerine,
“Kendine ne sanırsan ayruğa da (başkasına da) onu san
Dört Kitab’ın ma’nâsı budur eğer var ise!” altın kuralını getirir Yunus Emre…
Bu sözü duyan riya ehlinin bir kısmı, “bu söz küfürdür, eğer var ise! ne demek?” derler. Anlayan anlar. Riya ehlinin bir kısmı da “Yunus, bu sözü bizden, yani İncil’den aşırmış” derler. Oysa, Dört Kitab’ın, Rabbi Allah’tır. Sık sık tekrar ettiğim gibi, altın kural Kur’an-ı Kerim’de de, Ehl-i Beyt’in dualarında da vardır. Hz. İsa’nın asıl söylediği şekliyle, “Nefsinin bencilliğinden kurtulma ve fedâkârlık ahlâkına ulaşma” şekliyle vardır. (Birr ve İ’sâr Ahlâkı)
Bu ahlâk toplumda hâkim olmadıkça, Şems-i Tebrizî riya ehlinin elinde şehid olmanın Mevlâna’da doğuracağı derin elemi önlemek için Konya’dan sırr olur, sırr olmayan, sırra kadem basmayanlar da inşaallah Kerbelâ Şehitlerinin yakınlığına kavuşmak üzere şehid edilirler.
“Aşk”a riya katmazam!” diyen Sütçü Beşir Ağa gibi. Sırrı kutlu olsun! Aşk’a riya katmayan, süte de su katmaz. Ağaç meyvesinden belli olur. Ehl-i Beyt sevgisinden söz edenler de meyvelerinden belli olur.