Modern Kadının İslam Dairesinde Kalma Çabası ve Seçenekleri Üzerine Bir Deneme
Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü (25 Kasım) bağlamında Müslüman kadınlar için Demokles’in kılıcı hükmündeki bazı dini yorumların kimi şiddet biçimlerine tekabül ettiğini de konuşmak gerekir.
Örneğin dikkat çektiğimiz erkek/devlet şiddetini meşrulaştıran hatta kutsayan yaklaşımların, İlahi emirmiş gibi anlatılması bile başlı başına bir şiddet biçimine ve sözlü şiddete karşılık gelir. Bu sözlü şiddet, tekil bir erkek bireylerden gelmez. Doğrudan yönetim erklerinin kadını hedef aldığı bir şiddet de sayılamaz.
Cinsiyetçi Din Yorumları
Kadına yönelik dini şiddet, bir sözlü şiddet biçimi olarak ruhbanlar tarafından gerçekleştirilir. Kimi pagan inançlarda görüldüğü gibi Budizm, Hinduizm, Maniheizm, Zerdüşt inanış, Yahudilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık ve akla gelebilecek farklı dinlerin her birinde görülen dini dayatma halindeki sözlü şiddet, insanın ve bireyin, zihinsel ve duygusal gelişimini şekillendirmekte başlıca etkendir. Ruhu ele geçirilmiş insanın tekil olarak davranışına yansır. Toplumsal algı ve davranış kalıpları oluşturur. Sonra adına kültür ve gelenek deriz.
Çağlar boyunca ruhban sınıfının her dinde, her toplumda aşkın olanın mesajını duyurma işlevini cinsiyetçi din yorumlarıyla sergilediği bilinir.
Yukarıdaki sıralamaya aldığım üzere İslam dini de bu cinsiyetçi yorumlardan azade olmadığı gibi ruhban sınıfından da yoksun kalmadı. Şimdi kimse kalkıp da İslam’da ruhban sınıfı yok demesin. Özünde hiçbir semavi din, ruhban sınıfıyla doğmadı. Her semavi din zaman içinde kurumsallaştığı ölçekte, özünde var olmayan kurumlar tarafından ruhban sınıfı yaratıldı.
Peygamberler bile ruhban değil sıradan insanlardı. Zamanının sıradan insanları arasında en ahlaklı olanlardı peygamberler. Ahlakı olmayanın dini olmayacağı için peygamberlerin, içinden çıktıkları toplumların en güvenilir kişileri olduğunu hem kutsal kitaplarda hem dinler tarihinde görebiliriz.
İnancın Organizasyona Dönüşmesi
Semavi dinlerin inanç olmaktan çıkıp bir organizasyona dönüşme süreci, Müslüman toplumlarda da yaşandı. İslam tarihinde rahatlıkla görülebilen bu süreç boyunca fıkıh sisteminin kuruluşu, farklı içtihatlar doğrultusunda mezheplerin ortaya çıkışı, inancın organizasyona dönüşmesidir. Dinin kurumsallaşmasına yol açan tek başına fıkıh sistemi değil elbette. Hatta tek başına farklı mezheplerin doğuşu da değil.
Tüm bunlarla birlikte İslam tarihinin en belirgin özelliği inancın, devlet otoritesi tarafından temsiliyeti meselesidir. Dini inancın devlet otoritesi ile temsiliyeti salt İslam tarihine özgü olmayıp Orta çağın karakteristik özelliği idi. Sorun şu ki bugün hala Müslüman toplumların pek çoğu yüzlerce yıl önceki bu siyasi yaklaşımla yönetilmektedir.
Fakat bu yazının konusu bağlamında tartışmak istediğim asıl sorun fıkıh sistemi ve mezheplerle şekillenen şâri kavramıdır. Şâri, Kur’an’a göre şeriat sahibi, yani kural koyucu Allah idi. Peygamberin ölümünden sonraki ilk yüzyılda Peygamber de şâri ilan edildi.
İlahi emir ve bilgiyi insanlara anlatan olduğu için Hz. Muhammed de ölümünden yüzyıl sonra kural koyucu kabul edildiğinde artık hadislerin altın çağı başlamıştı. “Kale Resulullah” diyerek söze başlayanın, haşa huzurdan, ayet hükmünde kural icat etmesinin yolu açıldı. Hadis ilmi, hadis toplama-yazma usulleri, müsned hadis, mürsel hadis filan bir kenara bırakalım çünkü hem ele almak istediğin konu bu değil hem de en güvenilir hadis kaynaklarında bile güvenilmez hadisler bulunduğunu inkâr edecek kimse çıkmaz eminim. Böylelikle Peygamber şâri sayıldı ve sıra geldi fıkıh ehline. Üçüncü yüzyıldan sonra fetva makamı da şâri sayıldı ki bu hal tam olarak ruhban sınıfının teşekkülü anlamına gelir.
Devletle Bütünleşmiş Ruhban Sınıfı
1440 yıllık İslam dinin en az 1100 yılını, kendilerine fakih, müçtehit denilen insanların, Allah adına, Peygamber adına kural koyma yetkisine sahip olduklarını Müslüman toplumlara kabul ettirdiği bir düzen olarak yaşıyoruz.
Devlet erki ile bütünleşmiş ve devlet erkinin kudretini tanımış olan bu ruhban sınıfı, kimi zaman tarikat şeyhi kimi zaman cemaat lideri, kimi zaman kanaat önderi gibi çıkıyor karşımıza.
Ve bunların bağlıları da her köşe başında, her camide kadına yönelik sözlü şiddet içeren dini yorumlarını İlahi emir gibi topluma yutturmaya kalkıyor.
Asıl konuya bir türlü giremeden, söyleyeceklerimi bu denli uzun gerekçelendirmek zorunda kalışım da herhalde okura söz ettiğim dini şiddetin ne denli etkin ve yaygın olduğunu düşündürecektir.
Evet kadına yönelik bir dini şiddet var. Müslüman toplumlar için söylediğimi özellikle belirterek ifade edeyim ki erkek/devlet şiddetinin kurucu unsuru bu din yorumlarıdır. Tüm dinlerde olduğu gibi patriyarkanın emrindeki din yorumları kadına yönelik şiddetin asli sorumlusudur.
Tüm dinlerin ruhbanlarında var olan kadın karşıtlığı (mizojeni), günümüzde en pervasız ifadesini Müslüman din otoritelerin/ruhbanların dilinde buluyor. Pek azı müstesna diyerek ihtiyat payı bırakmak tabii ki gerekli. Ancak din devlet ilişkisinin bu denli iç içe geçişi, laiklik ilkesinin yok sayılışı hem dünya geneline hem de ülkemizin yakın geçmişine kıyasla kadına yönelik şiddeti salt erkek/devlet şiddeti değil aynı zamanda din şiddeti olarak isimlendirmeyi de haklı çıkaracak boyutta.
Kadına Yönelik Din Şiddeti
Bir giriş ya da örneklik veya kendime not olmak üzere kadın karşıtı yorumların en meşhuru Nisa Suresi 34’üncü ayete bakalım. Eşitlik karşıtı, kadın cinsini ikincilleştiren “kavvam” kavramını ve ünlü “dövün” emrini içeren ayeti farklı yorumlama biçimleri ile değerlendirmek mümkün.
Gelenekselciler klasik din kaynaklarına fıkıh hükümlerine göre yorumluyor. Erkek kavvam ve kadını dövme hakkı İlahi emirle tespit edilmiş olarak değerlendiriliyor. Evrenselci din yorumları ise bu ayeti hayli insanileştirerek günümüz insan hakları yaklaşımıyla pek ters düşmeyecek şekilde açıklıyor. Tarihselci yorum ise geçmişte vardı, gelenekte de var, yani İslam’da döv emri de var, erkeklerin kadınlara üstün olduğu anlayışı da İslam’ın parçası diyor.
Feminist Yapı Söküm
Peki gerçekten başka bir okuma-yorumlama tekniği olamaz mı? Elbette ki var. Feminist yapı söküm ve yeniden inşa yöntemi bu dini hüküm için uygulandığında karşımıza ne çıkar sorusuna cevap aramak çok önemli.
Modern kadının önünde bir seçenek oluşturmak için başka yol yok çünkü modern çağda gündelik yaşam pratiklerimizle birlikte dindar bir Müslüman kadın olarak kalabilmemiz ancak bu yöntemle mümkün.
Esasen İslami feminizmin ortaya çıkışındaki en önemli gerekçe budur. Farklı ülkelerde farklı aşamalar halinde gelişmekte olan İslami feminizm, ülkemizde hala çok yeni sayılsa da örneğin Mısır, İran, Tunus gibi ülkelerde fek çok feminist yazar dini hükümlere dair yeni yorumlar getirdi ve bu çaba sürüyor.
Türkiye’de İslami feminizme dair örnekler pek az. Çünkü Türkiye’de bizler laik hukukun evrensel kriterlerine göre yaşıyoruz. Dini hukuk altında yaşayan ülkelerin kadınları için kadın karşıtı din yorumlarının hukuk sisteminde yer alması hayati öneme sahip ve 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, yeniden canlanmış halde kadın haklarına uyumlu din yorumlarının peşindeler. Yeniden canlanmış diyorum çünkü feminist mücadele tarihiyle de çok uyumlu olarak, iki dünya savaşının ardından İslami feminizm de 2. dalgayı yaşadı.
İslami Feminizmin Gelişimi
On dokuzuncu yüzyılda Osmanlı kadın hareketi İstanbul ve Anadolu’dan ibaret değildi. Selanik, Beyrut, Şam, Kahire ve daha pek çok yerde de kadınlar eşit haklara için mücadeleye girişmiş, kuram geliştirmiş, gündelik yaşam pratiklerine dönüştürme yolunda mücadele etmişlerdi. İki savaşın zorunlu kıldığı görece sessizleşmiş feminist mücadelenin 70’lerde iyice görünür hale gelen ikinci dalgası, Müslüman kadınları da içine çekti. Fakat yakından bakıldığında görüleceği üzere dini hukuk altında yaşayan Müslüman kadınların feminist yazını ve mücadelesinin merkezi diaspora idi. Kendi ülkelerinden ayrılmış laik ülkelerde yaşayan Müslüman kadınların İslami feminizm üzerine çalıştığını görmek, Türkiye’de İslami feminizmin neden daha yavaş geliştiğini, deyim yerindeyse diğer ülkelere kıyasla neden zayıf kaldığını anlamamıza yardımcı olacaktır.
Bizler laik Türkiye hukukunda yaşarken ne derece dindar olursak olalım dini hukukun kadın karşıtı yorumlarına uymak zorunda değildik. Küresel feminizmle ilişkilenmemiz de zor olmadı. Ta ki yasaklara kadar diyebiliriz. Laiklik ilkesinin agresif ve özgürlük karşıtı uygulanışı, eğitim ve çalışma haklarının başörtülü kadınlara yasaklanması, kadınların, laik bir ülkede özgürce dindarlığını yaşama mücadelesi vermesine yol açtı.
Yasaklara karşı direnişin kolaylaştırdığı kadın hakları bilinci ülkede İslami feminizmin gelişmesini de kolaylaştırdı.
Biraz anakronik gelecek ama diğer Müslüman ülkelerde dini hukukun kadın karşıtı hükümlerinin yaptığı kolaylaştırıcılığı bizde laik hukuk, dindar kadınlara yönelik yasakları ile gerçekleştirmiş oldu. Ne diyelim, iyi ki laik bir ülkede yaşıyoruz!
Özgürlük karşıtı uygulandığında bile laik düzen sayesinde bir mücadele vererek, laik düzende eşit bireyler olarak haklarımıza sahip çıkma mücadelesi verme şansı bulduk. Günümüzde pek çok ülkede Müslüman feministler ancak ülke dışına çıkarak geride kalanların hakları için bu mücadeleyi laik ülkelerde veriyor. Son yıllarda ülkemizde İslami feminist yaklaşımları duyma sıklığımızın artışı da laiklik ilkesinin aşındırılmasıyla doğrudan ilişkili olmalı.
Nisa 34’e gelirsek, bir feminist açık algıyla okuduğunda bu ayette ilk göreceği şey evlilikte geçimsizlik halinde yapılması gerekenlerin sıralandığı olacaktır. Nüşuz, yani geçimsizlik ve naşize yani geçimsiz kadın yorumları çıkar karşımıza gelenekte. Evlikte bir geçimsizlik varsa bu tek taraflı olmaz karşılıklıdır. Ancak ayet bunu yok saymayarak geçimsizlik halinde kadınla ilgili hükümleri veriyor. Nitekim başka ayetlerde de erkeklerin geçimsiz olması durumuna ilişkin hükümler yer alır.
Geçimsizlik mizaç, karakter uyuşmazlığından kaynaklandığında evliliğe ilişkin sorumluluklarını yerine getirmeyen taraflara ayrı düzenlemeler getiriliyor. Önce konuşma, sonra geçici ayrılık ve sonra evliliğin sonlanması. Geçici ayrılıktan sonra anlaşma sağlansa da kesin ayrılık gerçekleşse de ayetin sonunda erkeklere düşen kadın aleyhine hiçbir girişimde bulunmaması yönünde adeta emir hükmünde, güçlü bir tavsiye yer alıyor.
Çünkü ayetin başlangıcında geçen kavvam kavramı asıl sorumluluğu erkeklerin yüklenmesi gerektiğini göstermektedir. Kavvam kavramı erkeklerin kadınlar üzerine kavvam yani koruyucu olduğunun tespiti demek. Mallarından infak ederler diyerek erkeklerin evlilikteki sorumluluğu işaret ediliyor. Bu durum bir feminist olarak benim okumama göre sosyolojik dokuda ekonomik eşitsizliğin tespiti demek. Kadınların ekonomik gücünün olmadığı, toplumlardaki cinsiyet rollerine göre yapılan iş bölümünde erkek mali sorumlulukları üstlenecek kadın ise ev içi sırları, erkeğe ait ya da kendisine ait gizli kalması gerekenleri ifşa etmeyecek. Böyle diyorum çünkü bilen bilir nüşuz basit geçimsizlik için kullanılan bir kelime. Naşize de zina, hırsızlık gibi ağır ahlaki sorunları olan bir kadın demek değil. Evli olduğu erkekle mizacı, karakteri uyuşmayan kadın demek oluyor. Kadın saliha yani iyi amellere sahip bir kadınsa Allah’ın buyruklarına sadık kalması tavsiye ediliyor. Erkek de evin geçimini üstlendiği gibi ayrılma sonrası da kadın aleyhine maddi manevi girişimlerde bulunmamak yolunda uyarılıyor. Ayette geçen “vedribuhunne”, kadın çekim ekiyle darabe fiilinden türetilmiş bir kelime. Kadınları dövün emri olarak kabul ediliyor öne çıka(rıla)n geleneksel yorumlarda.
Oysa gerek ilk yüzyıllarda gerekse yakın dönemlerde bu kelimeyi dövün emri olarak anlamayan müfessirler var. Örneğin miladi 732 yılında öldüğü bilinen Atâ b. Ebi Rebah, delilleriyle birlikte dövün emri değil serbest bırakma, ayrılma anlamına geldiğini söyler. 88 ya da 100 yaşında öldüğüne dair fikir ayrılığı olsa da bu tarih hicri takvimle 114 yılına tekabül ettiği için ilk müfessirlerden sayılır. Mescid-i Haram öğreticiliği yapmış, Mekke’de fetva makamında bulunmuş bir kişi. Üstelik yaşadığı dönemde ve sonrasında garib’ü-l Kur’an ilim dalında uzmanlığı kabul edilmiş isimlerdendir.
Ayetlerde anlaşılmayan kelimelerin açıklanması diyebileceğimiz bu ilim dalında uman sayılan Atâ, vedribuhunne kelimesini dövme emri değil ayrılma hükmü olarak açıklıyor. Yine ünlü isimlerden İbn-i Arabî’de onunla aynı görüşte. Yakın yüzyıllarda bu görüşe katılanların sayısı hayli artıyor. Ancak gelenek ataerkil yorumları öne çıkardığı için hala bu kelimeleri tartışmaya devam ediyoruz.
İslam Dairesinde Kalabilmek!
Bugün dindar kadınların hala İslam dairesinde kalabilmek için özel çaba sarf etmesi gereken ağır kadın düşmanlığı Müslümanların zihnine egemen. Ancak gerek fıkıh sistemi gerek içtihatlar gerekse fetva mekanizması Allah emri olarak kabul ettirilemedi.
İster feminist olsun ister olmasın hatta kadın ya da erkek olsun hatta cinsel yönelimi ikili cinsiyet tanımana uymasın bütün Müslüman dindarlar yapı söküm metoduyla geleneksel yorumları irdeleyip yeniden inşa sürecine girmeli.
Ülkemizde bu işler biraz daha zor gidiyor çünkü siyasi iktidarların kadın düşmanı din yorumu mekanizmalarıyla ilişkileri çok güçlü. Kadınlar tarafından yapılan meal ve tefsir çalışmaları da feminist bakış açısından fazla nasiplenmiş değil. Buna rağmen meal ve tefsir yayınlayan kadınlar yaşamsal tehdit altında. Ancak yine de İslam dünyasında bilimsel ve düşünsel gelişmenin kapısını açacak olan feminist okumalardır diye düşünüyorum.
Birileri evrenselci birileri tarihselci okuyorsa birileri de feminist okuyacak elbette. Neticede inanıyoruz ki hüküm Allah’ındır. Ve hepimiz ona ait olduğumuz için O’na döndürüleceğiz. Hepimiz hesabımızı O’na vereceğiz. Yeryüzünde kendilerine şeriat sahibi yetkisi vererek tanrıcılık oynayanlara boyun eğmek zorunda değiliz. Çok şükür!