[vc_row][vc_column][vc_column_text]SEVGİLERDE
Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.
Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı.
Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telâşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.
Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vaktiniz olmadı.
“Okunsun çok sonra da yazdığın… Öncekini öyle yaz!” Behçet Necatigil’in Bile/Yazdı isimli kitabında yer alan şiire dair bu tanım ve gözlemi, kendi şiirini öncesi ve sonrası olarak ayıran hatta öncesini yok hükmünde sayan bir şairin poetikasının başlangıç noktası olarak kabul edilebilir. Aristoteles’in*[1] sanatların hepsinin kendine özgü bir üslupla ya bir arada ya da ayrı ayrı olarak ritm (rythmos), söz (logos) ve melodi (harmonia) aracılığı ile gerçekleştiğine işaret ettiğini, ayrıca yaşamın taklit edilmesi edimi olarak sanat yapıtını teknik, estetik, etik ve epistemik yönleriyle de bir bütün olarak nitelendirdiğini anımsamak bir sanatçının poetikasının anlaşılmasında iz sürmeyi kolaylaştırabilir.
Necatigil, sanatın aracı olarak kullandığı kelimeleri, hafif ama derin bir ritimle, kendine özgü bir sentezle bir araya getirir. Onun, geçmişe, şimdiye ve geleceğe aynı anda, fakat başka başka cephelerden bakmayı, aralarında bağ kurmayı mümkün kılan; insana ve hayatın küçük detaylarına dair bir yaşantıyı şiirin ortamına taşırken şiiri olduğu kadar okuyucuyu da enginliğe çağıran, bu harmoniyi sesini yükseltmeye ihtiyaç duymadan yaratan bir şair olduğu söylenebilir.
[quotes quotes_style=”bpull” quotes_pos=”left”]1955 yılında yazılan şiirin içinde yer aldığı hem fiziki, hem sosyal, hem de ruhsal coğrafyanın çalkantılarından beri olmadığını akılda tutmak yararlı olabilir.[/quotes]
Soru sormak, anlamaya kapı aralayabilir, soralım… Behçet Necatigil’in poetikası sözcüklerle sırlanmış bir yaşam aynası olabilir mi? Yanıtı, sanat yapıtının içinde aramakla başlayalım, bir şiir yol göstersin bize! Sevgilerde, Erdal Öz’ün sunuşundan anlaşıldığı üzere 1962 yılında Behçet Necatigil’in, Doğan Hızlan’ın evinde teybe seslendirdiği en sevdiği on bir şiirinin de yer aldığı, muhtelif zamanlarda yazılmış şiirlerinden derlenen, ismini de içindeki aynı isimli şiirden alan kitabı.*[2] İki kapak arasında kendi sesinden on bir şiir, diğerleri ile birlikte… On bir merhale belki yaşam serüveninde, diğer serüvenlerle birlikte…
Sevgilerde, bir tragedya olarak okunabilir mi? Tragedya, yani Aristoteles’in Poetika’sında yaşamın yansısı saydığı, sanatçının “günümüz insanından daha iyilerini taklit etmeyi” yeğlediği sanat türlerinden biri. Buradaki taklit etmenin perdeye yansıtma, anlatıya dönüştürerek hikâyeleştirme (drama) olduğu açıktır. Şairin bu yansıtmayı kimin yerinden bakarak yaptığı meselesi ise aynı konuyu, aynı formda anlatan/anlatacak diğer şairlerle arasındaki farkın zemini olabilir. Necatigil’de bu yer, söyleyenin okuyandan/dinleyenden farksız olduğunu duyumsatan “yakınlık”ta kendisini ele verir, denilebilir.
Yakınlık… Ne ile, kim ile, ne derece yakınlık? Bir yanıt ararken 1955 yılında yazılan şiirin içinde yer aldığı hem fiziki, hem sosyal, hem de ruhsal coğrafyanın çalkantılarından beri olmadığını akılda tutmak yararlı olabilir. Sanat eserinin dolayısı ile sanatçının içinde yer aldığı dönemden ayrı düşünülmesinin yanlış olmasa da eksik bir kanı, eksik bir anlayış doğuracağı açıktır. Aradığımız yanıtı bir başka sanat eserinin izinde, Thomas Mann’ın 1912’de yayınlanan Venedik’te Ölüm isimli yapıtında bulabilir miyiz? Yazar, romanın kahramanı olan yazarın/şairin dilinden şöyle söyler:
“Önemli bir fikir veriminin derhal geniş ve derin bir etki yaratabilmesi için, eser sahibinin kişisel hayatıyla çağdaş kuşağın genel kaderi arasında gizli bir yakınlık, hatta bir uyum bulunmalıdır. İnsanlar bir sanat eserini niçin şöhrete eriştirdiklerini bilmezler. Sanat anlayışından yoksun, eserde bunca ilgiyi haklı gösterecek yüzlerce üstünlük bulduklarını düşünürler ama alkışın asıl nedeni, tartıya gelmeyen bir şeydir: yakınlık duygusu!”.*[3]
Bir şiiri ölçüsü, biçimi, içeriği, teması ile ele alıp bir edebiyat eseri olarak profesyonel incelemeye tâbi tutarak değerlendirmek olası bir şeydir ve fakat bir şiirdeki hissin tecrübesine paydaş olmak, alfabedeki herhangi harflerden sıralanmış herhangi bir kelime dizisinin insanın yaşam serüveninde bir yere denk gelmesi, o yeri açması, acıtması, kanatması, sızlatması belki onarması ama mutlaka bir hatırlayış, bir duyumsama kapısı aralaması bir başka şeydir. İşte, sanatçı olsun olmasın, insana karşılaştığı şey için “güzel!” dedirten, yaşamın ve kaosun gizini çözemese de içindeki canı ona hatırlatan yer burası olabilir, “tartıya gelmeyen, yakınlık duygusu!”…
Zamane İnsanının Trajedisine Üzerine Bir Şiir
Sevgilerde, bu “yakınlık” zemininde değerlendirildiğinde aradan geçen yarım asırdan fazla zamana karşın okuyana bir şeyler söyleyebilir. Hatta yazıldığı dönemin insanından daha çok bu dönemin, Fransız düşünür Gilles Deleuze’ün 80’lerin sonunda adını “Kontrol Toplumu” koyduğu toplumun insanına bir şey, birden çok şey ifade edebilir. Bu şiir zamane insanının trajedisi üzerine gündelik yaşamın sıradanlaşmış veçhelerinden birinden, incelikleri düşünmeye, yaşamaya zaman/fırsat bulamayan; “çekingen ve saygılı” bir sosyal maskeyle bütünleşen, ertelenmiş ve erteleyen, işi başından aşkın, yalnız kalmış/bırakılmış ve yanlış anlaşılmış insanın durduğu yerden dillendirilmektedir. Geç kalmış olmanın trajedisi başka nasıl bu kadar ağır başlı anlatılabilirdi, bir tragedya başka nasıl kansız ama acı içinde son bulabilirdi, üstelik bu modern tragedyaya herkes ortak, herkes şahit değil miydi? Şairin derinliği de, büyüklüğü de işte bu trajediyi kendi zamanında, kendi zamanından sonraya, bir başka şairin “Ağlamadan, dillerim dolanmadan…/konuşmak istiyorum.” diye tarif ettiği hâl üzere aktarabilme yetisi ve yetkinliğindedir, denilebilir.
Var mı aramızda yan yana olmanın beraber olmak anlamına gelmediğini tecrübe etmemiş /etmeyecek biri/birileri ve var mı aramızda bir aşkı, bir itirafı, bir küçük yakınlığı ertelemeyen, sevgisini, ilgisini, mihnetini, şefkatini ve arzusunu göstermekte geç kalmayan ki bu şiir o kimseyi herhangi bir yerinden, bir anıdan, bir sitemden, bir bakıştan, bir sesin tınısındaki uzaklıktan, gecenin yalnızlığından, kalbin karanlık bir kuyuya dönüşmesinden yana tutmamış olsun?
Sanatın özü sayılabilecek estetik bu yakınlıkta aranabilir elbet, “Ama yol uzun ve tez biter bütün azıklarımız.”, cevap daima bir başka soruya gebe, sanatçı bu özü nasıl yakalamaktadır? Çok çalışmak, disiplin, eserin türüne uygun yapı formunun uygulanması, üzerinde anlaşılmış kalıpların tekrarı, sorunun cevabı olabilir mi? Bu nitelikler belki eserin bir yüzünü oluşturmaktadır fakat asıl yüzü kavramak için yine bir sanat eseri imdada yetişebilir:
“-Güzelliğin emeğin ürünü olduğuna gerçekten inanıyor musun?
-Güzellik böyle doğar. İşte böyle. Kendiliğinden. Senin ya da benim emeğimle ilgisi yoktur.
-Güzellik biz sanatçılardan önce de vardı.
-Güzelliğin ve saflığın yaratılması manevi bir eylemdir.
-Hayır! Güzelliği yalnızca duyular yaratır.
-Ruha duyularla ulaşamazsın. Ancak duyulara tam anlamıyla hakîm olarak bilgeliğe, gerçeğe ve insanlık onuruna ulaşılabilir.”*[4]
Yukarıdaki diyalog Thomas Mann’ın Venedik’te Ölüm isimli eserini 1971 senesinde sinema filmi olarak yeniden yaratan Luchino Visconti’nin aynı isimli filminde yer almaktadır. Mann’ın yazar, şair olan Gustav von Aschenbach’ı Visconti’nin elinde bir bestekâra dönüşmüştür. Mann’ın filozofların diliyle aktardığı “güzel”e dair yorum:
“Çünkü güzellik, sevgili Phaidrosçuğum yalnızca güzellik, hem sevilmeye değer hem de göze görünür bir şeydir; güzellik, bunu iyice belle, tinsel olanın duyularla kavrayıp duyularla katlanabileceğimiz tek biçimidir. Yoksa öteki tanrısal kavramlar da, akıl, erdem, hakikat de bize duyularımızla görünseydi, halimiz nice olurdu?”
[quotes quotes_style=”bpull” quotes_pos=”left”]Necatigil’in poetikasının tartıya gelmez manevi bir eylem hâli olarak çeşitli aşamalarla dönüştüğünü söylemek olanaklıdır. Bu dönüşüm duyuları olduğu kadar, duyumsamayı, sezmeyi kapsayan bir sentezi işaret etmektedir.[/quotes]
Yukarıda alıntılandığı üzere Mann’ın disiplinli şairi Aschenbach’ın zihindeki filozofların güzelliğe dair diyaloğu, Visconti’nin filminde kurallara sıkı sıkıya bağlı bir bestekâr ile onun eski bir dostu arasındaki diyaloğa evrilmiştir. Bu diyalogdaki çatışma, güzellik arayışının kaynağının da, vardığı yerin de sorgusudur. Nereden beslenecektir güzellik? Nasıl bilinecek, nasıl bulunacak ve tanınacaktır? Hangi organ güzeli tanımakla yetkilidir? Göz, kulak, beyin, ten? Beş duyu yeterli midir bu arayış için, ruh ve zihin ve sezgi bu arayışın neresindedir? O halde başvurduğumuz örneğin rehberliğinde sinema ile edebiyatın birbirine açılan, birbirini besleyen kapılarından geçerek, sanatı yine sanatın kendisi ile kavramaya çalışırken Necatigil’in poetikasının “tartıya gelmez” “manevi bir eylem” hâli olarak çeşitli aşamalarla dönüştüğünü söylemek olanaklıdır. Bu dönüşüm duyuları olduğu kadar, duyumsamayı, sezmeyi kapsayan bir sentezi işaret etmektedir. Kendisi yazma eylemini “sık sık tepen şifasız bir hastalık” , “yok olmaya karşı az çok hazırlıklı olmak”, bunları “bile bile” yazmak, “umut etmek” olarak nitelerken:
“Değişik saatlerde, çelişik durumlarda yazarım. Esin, bir birikimdir: Bilinçte, bilinçaltında algılar birikimi. Çok öncelerdedir başlangıç; vakti gelir, uç verir. Bu uca bel bağlarım, bir mutlu aydınlığa çıkarmak isterim, kımıldayan bu kutlu işareti. … Başlanmış bir şiir, bazan aylarca bekler cebimde. Sol cebim böyle müsveddelerle doludur. Bence her şiir, yazılmasından, basılmasından, eriyip gitmesine kadar, dört beş dönemden geçer: Muhabbet, şehvet, şefkat ve nefret. …Bu durumda nasıl yazıyorum? Bile bile yazarım. Sık sık tepen, şifasız bir hastalıktır yazmak. … Gene de kavuşmak, yani yazmak başka oluyor. Bir umuttur yok olmaya karşı az çok hazırlıklı olmak. Ama yol uzun ve tez biter bütün azıklarımız.”.
Şairin Esini, Yaşam Birikiminin Taştığı Yerden Uç Vermektedir.
Şairin bu iç dökmesi ile Mann’ın“Tamamen duygu olabilen düşünce, tamamen düşünce olabilen duygu, yazar için bir mutluluktur.” tespiti birlikte okunduğunda sanatın ve sanatçının buluştuğu, zamanı ve mekânı aşan ufka dair bir işaret seziliyor gibidir. Ne de olsa “esin, bir birikimdir.”, ait olduğu yeri bilen, oraya doğru sezdirmeden usul usul akan ve zamanı geldiğinde fışkıran bir enerji…
“Yaşantı nedir? Hayat değil; hayatın yıpranmış, alışmalar sonucu pörsümüş, artık kanıksanmaya yüz tutmuş dilimlerinde birden bire parlayan bir açılış, bir sevinç ya da bir heyecan, bir sarsılma… Benim şiirim bu tür sarsılma ve heyecanların eseri/sonucu oldu.” Şairin, esini yaşam birikiminin taştığı yerden uç vermektedir. Ve bir başka şair bilir ki “Boy atmaya can atarken bir fidan umursamaz çokluktaki kösteği.”
[quotes quotes_style=”bpull” quotes_pos=”center”]Divan şiirinin estetik özelliklerini çok iyi öğrenmiş, çok iyi ruhuna sindirmiş bir şair olarak; hatta gününün şairi değil, geleceğin şiirlerini yazan ileri görüşlü, vizyoner bir şairdi.[/quotes]
Bir sanatçının anlaşılmasında o sanat dalından uzmanların ne dediğine bakmayı sürdürmek bütüne ulaşmak, başka ufukları görmek için bir kılavuz olabilir:
“Necatigil, bir anlatı ustası olarak başladı ama bir dahi, olağanüstü bir yaratıcı olarak devam etti. … Okulların, ekollerin olduğu dönemde hiçbirine iltifat etmedi, hepsinden ayrı durdu. Tamamıyla bağımsız bir kafa, bağımsız bir gönül ve bağımsız bir edebi vicdan sergiledi. … Modern şairlerimiz arasında divan şiirini en iyi özümsemiş olanlardan biri. Şiirine, yeniliklere, yaptığı devrimlere en iyi aktarmış, en başarılı olarak aktarmış şairlerden birisiydi. Bunu ne vezinle yaptı, ne şekille yaptı, ne manzumlarla yaptı. Ama divan şiirinin estetik özelliklerini çok iyi öğrenmiş, çok iyi ruhuna sindirmiş bir şair olarak; hatta gününün şairi değil, geleceğin şiirlerini yazan ileri görüşlü, vizyoner bir şairdi.” **
Talat Sait Halman, Necatigil’in şiiri/poetikası üzerine bunları söylerken Mustafa Şerif Onaran onun giderek daha yalınlaşan şiir diline ve bir kültür insanı olmasına dikkat çekmektedir:
“Giderek şiirinde eksiltilmiş bir dil kullanmaya başladı. Bu eksiltilmiş dil, Necatigil şiirinin önemli özelliklerindendir. Solgun Bir Gül Dokununca şiiri eksiltilmiş dille yazılmıştır. Bizi düşündüren, nedir o, dedirten ve değişik duygularla içimizde çoğalan bir şiir bu. Necatigil öncelikle bir kültür insanıydı, yalnız divan şiirini iyi bilmekle kalmadı, çevirilerine Türkçenin özel tadını kattı. Onun özellikle Knut Hamsun’dan yaptığı çeviriler, her biri Knut Hamsun’u yeniden keşfetmemize yol açacak mahiyettedir. Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü’nde onca şairin onca edebiyatçının özelliklerini gösteren cümleler vardır. Yani öylesine yoğun, öylesine bilgi yüklü, öylesine sezgi yönü de güçlü olan bir ozan.” **
Hakkında söylenenler, eserleri ve Aristoteles’in sanat eserine bakışından yola çıktığımızda her sanat eserinin dayandığı nedenler (maddi-araçsal neden, formel neden, hareket ettirici neden, ereksel neden.) Necatigil şiirinin de dayandığı nedenler olabilir. Nedenlerin aynı olmasına karşın, varılacak yerin, ortaya çıkacak sanat eserinin aynı olmadığı görülmektedir. Örneğin, harflerden çatılan kelime öbekleri şairin duyuşuyla şiir formuna dönüşürken şairin kendine özgü tutku, korku ve saplantılarının, beklenti ve umutlarının, yani hayatının ayrıntılarının, güzeli aramanın yaratmaya dönüşen kimi zaman hazzı, kimi zaman ölüme hazırlık ve hayatı hissetme eylemi ve kimi zaman insan olmayı hatırlama ödevinde cisimleşmektedir. Haz, eylem ve ödev… Bu nedenle Dostoyevski’nin Budala’sı gibi onun da “abdal”ı vardır, modern zamanların asfaltında yürüyen…
Bir şairin/yazarın poetikasını anlamak için verilecek uğraşta biçime ve içeriğe bakmak elbet ilk adım olabilir fakat öz’ü yakalamak için belki de en çok satır aralarında dolanmaktan medet umulmalıdır. “…Her şey yarım yârim!, böyle diyor Necatigil, yazma eylemi ile ilgili kendine özgü safhalarını sıralarken 1975 senesinde. Necatigil, Sevgilerde isimli şiirinde de bu “yarım”lığa dikkat çekmez mi? Severek tamamlanabilecek insan, çekimser, saygılı olmayı eylemin kendisine ve hazzına tercih etmiştir. Haz ile ödev arasına sıkıştığında ödeve odaklanmış, hazzı ve eylemi ertelemeyi seçmiştir çünkü hiç böyle olacağını düşünmemiştir, bu nedenle yarım kalmış ve yarım bırakmıştır. Bu “yarım”lıktan kaynaklanan pişmanlığı Attila İlhan’ın “an gelir/ömrünün hırsızıdır/her ölen pişman ölür/hep yanlış anlaşılmıştır/hayalleri yasaklanmış…”dizelerinde de bulmak mümkündür.
Anlamak için aramak gerekir, neyi/nerede/nasıl/neden aramak? “Aramamak acımamaktır.” diyor bir başka şair. Acımayanın, yani acı duymayanın ölü olduğu verili bilgisine göre yaşamak için aramak/acımak bir hazza ve ödeve götüren bir eylemdir, denilebilir. Ararsa insan, bu kendisini merkezinde saydığı dünya hâlinin, bu kaosun gizini çözebileceğine inanır da nefes alıp verme eylemi bir yaşam edimine dönüşür belki. Bir şairi ve şiirini anlamayı denediğinde insan, kendini anlamaya/dinlemeye dair de bir adım atmış olabilir mi?
“Gençlik yılları, gece tenha caddelerde fener ışıklarında yazardım; şimdi kapalı yerlerde, masalarda da yazabiliyorum.”, Hakan Savaş, Necatigil’i anlatırken şairin küçük olan odasındaki “özel yapım çok çekmeceli küçük masa”sından bahsetmektedir. Kanımca, Necatigil’in şiiri bu “çok çekmeceli küçük masa”nın kendisidir. İnsanı alışkanlığın zincirinden kopararak zihnin ötelerine taşıyan, yükselten, yükte hafif pahada ağır bu “çok çekmeceli” sezme/sezdirme inceliğindedir.
Kaynaklar
*1 Aristoteles, Poetika – Şiir Sanatı Üzerine, 2018, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul.
*2 Necatigil, B., Sevgilerde Kendi Seçtiği Şiirleri, 2013, Can Sanat Yayınları. İstanbul.
*3 Mann, T, Venedik’te Ölüm, 1998, Adam Yayınları, İstanbul. Çev: Behçet Necatigil.
*4 Visconti, L., Venedik’te Ölüm, 1971, İtalya, (Film), http://www.beyazperde.com/filmler/film-96298/. Erişim Tarihi, Mart, 2021.[/vc_column_text][/vc_column][/vc_row]