[vc_row][vc_column][vc_column_text]Sanatın, faili için temizleyici, arındıran ve harmonize eden bir etkisi var; dolayısıyla toplumsal ya da bireysel anlamda buhranların, krizlerin ve derin acıların sanata dönme potansiyelini soruşturmaya değer buluyoruz. Bu kapsamda, bir sanatçı olarak şiirin sizi sağaltan bir uğraş olduğunu söyleyebilir miyiz? Ya da şöyle soralım, bir zorunluluk mu şiir, bir faaliyet mi, bir çıkmaz mı?
Sondan başlarsam, şiir bir zorunluluk değil, benim varlığıma diri kalmam için eklenmiş bir ikaz lâmbası gibi. Ben onunla temas kurunca varlığımı, tam olduğumu hissediyorum. Çünkü şiirin bir diğerine kendini anlatma ve böylece kendini tanımaya devam etme, kendini diğerinin gözünden yorumlama, diğeriyle ortaklıklar ve zıtlıklar kurarak kendini yeniden inşa etme imkânını şaire vermesi başlı başına bir yaşam alanı açıyor. İnsanın kendi dünyasını sınırlı, yetersiz, soluk vb. biçimlerde beğenmemesiyle ve değiştirme arzusuyla da ilgili bir şey bizi edebiyata yönelten.
Acı çekerken, bir şeyleri değiştirme arzusu içindeyken, tutunduğun ne varsa onların anlamını kaybetmemeye çalışırken yalnız olmadığını bilmek insanı büyük teselli eder. Şiir yoluyla bu yalnızlığı da azalttığımız için şiirin sağaltan bir tarafı var. Diğer yandan şairin dünyayla ilişkisindeki biricikliği abartıp kendini gösterme gayretinin her şeyin üstüne çıkması durumunda yeniden arınma ihtiyacının ortaya çıktığı da muhakkak.
[quotes quotes_style=”bpull” quotes_pos=”left”]Şiirin insanı içine çeken, zihinsel bir alan genişliği açan, çağrışım zenginliğini çoğaltan yönü anlamda gizlidir.[/quotes]
Şiir, çoğu zaman bilinçdışının, anormalin, söylenemeyenin ifadesini bulduğu bir alan. Dolayısıyla şiirin anlamla olan ilişkisi oldukça çetrefilli ve tartışmalı. Kendi şiir serüveninizden de hareket ederek şiirin anlamla ilişkisi hakkında neler söylemek istersiniz?
Jakobson şiir için, “dans gibidir, bir yere gitmez. Kendi içinde son bulur” der. Bu kendi içinde son bulma tanımı, bir şarkının birdenbire bitimi gibi, varış noktası belirsiz bir hareketin sınırlandırılamayacağı anlamına da geliyor. Şiirin yeni anlamları üretme imkânının sınırsızlığı olduğu sürece şiir de akıp gidiyor. Şiirde anlamı illâ sezgi yoluyla bulacağız diye bir şey yok artık. Dil ve anlambilim ile çok net veriler elimize geçer, diyebilir miyiz peki? Dille ilgili bir alanda dünya yeniden kurulur. Anlam her şekilde ele geçirilebilir.
Şiirin insanı içine çeken, zihinsel bir alan genişliği açan, çağrışım zenginliğini çoğaltan yönü anlamda gizlidir. Biz anlamın üretimine ne kadar az katkı sağlasak bile anlam çoğalmaya devam edecektir. Anlamın değişimi, deforme oluşu, yeni alanlar açması da bir anlam değil midir? Ya da bizim ona çeşitli zeminler bulma çabamız. Biz değişiriz. Böylece her şeyin anlamı da değişebilir.
Hayvanlar ve Doğa Eskiden Hiç Olmadığı Kadar Dikkatimi Çekiyor
‘Sahici’ adlı şiirinizde, “gündüz dilime doladığım intikam; yaşayamadığımdan alınacak / alacağım yok kimseden, borcumu kurduklarımla ödeyeceğim…” dizelerinin hayata karşı duruşunuzu da imlediğini düşünüyoruz; bu dünyadaki varlığını eksik tarafıyla tanımlamayı reddeden bir tavır alış, hatta ontolojik bir tutum var. Şunu merak ediyoruz, Zeynep Arkan kendini bu dünyada nasıl konumluyor?
Eskiden, geç kalmış hissederdim kendimi, her şeye karşı. Hayatım birçok konuda mücadele ile geçtiği için gerçekten de birçok şeye geç kalmıştım. Fakat şu yaşımda vaktin çok hızlı geçtiğini düşünüyorum. Pandemi sürecinde de sanki genç girip orta yaşlı çıktım bu dönemden. Henüz bitmiş olmasa da, en azından aşı faslına geçmiş olduğumuz bu süreçte son iki yılı enteresan biçimde yeni bir yaşam formu gibi algılıyorum.
Bunun çeşitli sebepleri var. Tüm dünya virüs ile uğraşırken benim başıma bambaşka dertler gelince yaşam ve ölüm arasındaki gerginliğin mesafesi azalmış gibi oluyor. Hayat bizi sürekli bir şeylere borçlu hissettiriyor. Sürekli veren olmak, bu gücü elde tutmak istersek tanrısal bir aşırılığa özenmiş oluyoruz. Diğer türlü ise âcizliğimiz büyüyor.
Ben kendimi bir denge unsuru olarak algılamak istiyorum bir süredir. Eskiden ilgilendiğim, vakit ayırdığım pek çok şey ilgimi çekmiyor artık. Hayvanlar ve doğa eskiden hiç olmadığı kadar dikkatimi çekiyor. Beni hep yanlarına çağırıyor gibiler. Bir şeylerin daha iyi hâle gelmesi için neler yapabilirsem onları yapmak istiyorum. Dünyada mutlaka böyle bir denge var. Diyelim ki, ben kediler için, diğeri köpekler için, bir diğeri ormanlar için daha yoğun çalıştığında dünyanın terazisi merhametten yana bozulmayacak. Tekelleşmiş bir şeyden bahsetmiyorum, birisi bir alana yoğunlaştığında dengesizlik değil dengeyi çağıran bir iyileştirme ağı devreye girebilir diye düşünüyorum. Bu sebeple en ufak bir katkıyı bile küçük görmeden, ne kadar süreceğini bilmediğimiz yolumuza devam edebiliriz.
Metaforlarla yüklü, kimi zaman gerçeküstücü ve imge yoğun bir poetikanız var. Yer yer de dili deforme ediyorsunuz ki bunların sizi ‘İkinci Yeni’ şiirine bağladığını düşünüyoruz. İkinci Yeni şiirinin Zeynep Arkan poetikası üzerindeki etkisi nedir? Eğer varsa bu etki hangi şairler üzerinden biçimlendi? Hangi şairlerle ‘soylu bir akrabalık’ kurabildiğinizi düşünüyorsunuz?
İkinci Yeni şairlerini liseden beri okuyorum. Genç yaşta Sezai Karakoç, Turgut Uyar, Ece Ayhan okumak büyük şanstı. Şiirimi besleyen, düşünce sınırlarımı genişleten çok katkıları oldu. İçinde bulunduğu siyasal ve kültürel ortamın en verimli şiiriydi İkinci Yeni. Fakat hâlâ çıtanın İkinci Yeni şiiri ile yüksek tutulduğu bir anlayış, şiiri geliştirecek bir yaklaşım değil. İkinci Yeni şiirinin açtığı o yol yüründü, o yolun manzarasına bile şiir yazan oldu ama bir türlü onun rotasından çıkma gayretlerine dikkat çekilmedi.
Bunlar bir yana, tüm şairler akrabadır zaten. Tıpkı sevdiğimiz ve kendimize yakın bulduğumuz akrabaları öne çıkarmamız gibi, Uyar’da keskin bir bakış, gerilim atmosferi; Karakoç’ta hakiki, çok güçlü inanç, etkili bir kalbî duruş; Cansever’de çarpıcı ayrıntılar, insan olma serüveni, tuhaf yalnızlıklar; Ece Ayhan’da tarih, dilin kıpırdanışları, tuhaf ama cazip yenilik hissi; Cemal Süreya’da şiirlerinden çok yazılarına duyduğum yakınlık, İlhan Berk’te nedense pek içine giremediğim bir müzik ritmi algılarım. Ülkü Tamer tertemiz bir Türkçe ile beni sarar ama kıpırdatmaz.
Okumak için gereken özeni gösteriyor mu gençler bilmiyorum ama göstermeliyiz. Etkiye her zaman çok açık olmasam da tüm bu şiirlerin toplamı benim şiirimde bir etki uyandırmıştır, Zeynep olma serüvenime okuduğum her mısranın katkısı olmuştur belki de. Bunu inkâr edip kimseyi dışarda bırakmak istemem.
[quotes quotes_style=”bpull” quotes_pos=”left”]2000’ler benim de içinde bulunduğum bir hareketlilikti. Bireyselleşmenin çok yükseldiği bir dönem. Deneysele yöneliş, manifestoların arttığı fakat bu yüksek dozlu, büyük lafları karşılamayan şiirler.[/quotes]
Sinemadan müziğe, mitolojiden dine kadar geniş bir kültürel referans ağı poetikanızı kuşatıyor. Dolayısıyla bu, şiirinizi çağrışım bakımından zengin bir hâle getiriyor. Bize imgeleminizi besleyen kaynaklardan bahsedebilir misiniz? Özellikle gündelik hayat şiiriniz için ne ölçüde besleyici?
Gündelik hayatın rutin tekrarları beni çok sıkar. Değişik bir şeyler olmalı ki zihnim hareketlensin. Gün içinde farklı bir şey olunca kendimi iyi hissederim. Eskiden yaptığım pek çok şeyden de hoşlanmamaya başladım. Sürekli hareket hâlinde olmaktan hoşlanmıyorum bir yandan da. Vakit artık çok kıymetli bir şey, toplum tüm yerleşik düzeni içinde insanı pek çok şeye hapsediyor aslında. Asla sorgulanmayan ritüeller, sosyalleşme şablonları, saygı uyandırmayan birçok şey… Bunlar daima ilgimi çeken şeyler. Gündelik dilin beslediği dünyayı algılayış biçimleri var. Bunlara yer vermekten kaçınmazdım eskiden. Şimdi pek itibar etmiyorum.
Müziğe karşı titizim, her an dinleyemem, özel vakit ayırmak isterim. Bazı seslere takıntılı derecede bağlıyımdır. Bazen tek şarkıyı aylarca bıkmadan dinlerim. Müzik dinlerken şiir yazmam ama iyi bir müzikten sonra şiir yazdığım çok olmuştur.
Modernite, hız çağı, dijital kültür üzerine düşündüğünüzü biliyoruz. Eleştirel teoriye, avangard sanata ilginiz var. 90’lar ve 2000’ler şiirini bu çerçevede nasıl buluyorsunuz?
Şiir adına çeşitli kaynaklardan akan kanallar var. Bunlar zaman zaman azalıp çoğalıyor ama her dönemin karakteristik özellikleri öne çıkıyor. Eleştirel teori 90’larda yükselişe geçti ülkemizde. Kendi demokratik ortamını arayan bir eğilim vardı. Şiirlerde ve düzyazılarda imgeye ve biçimlerine çok önem veriliyordu. 80’lerin siyasetinden sıyrılmış olmanın verdiği esneklik, çeşitlilik dünyayı algılama biçimlerine de yansımıştı. O dönem birbirlerine cephe alan şairler, önemli bir zenginlik olarak algılanabilir şimdilerde. Çünkü artık o bile yok.
2000’ler benim de içinde bulunduğum bir hareketlilikti. Bireyselleşmenin çok yükseldiği bir dönem. Deneysele yöneliş, manifestoların arttığı fakat bu yüksek dozlu, büyük lafları karşılamayan şiirler. Kasket giyen, sivilleşen şiirden sonra hâlâ gerici düşüncelerin hâkim olduğu, imgeye, klişeye boğulan şiirden daha farklı olarak sesini arayan özgür ve özgün gençlerin kendini ortaya çıkarabildiği yıllar. Sosyal medyasız son kuşak. Sonrasında her şey çok hızlandı, kolaylaştı. Bu iyiyi de hızla yaydı, kötü olanı da.
Metanın Her Şeyi İşgal Edip Dönüştürüp Yeniden Ürettiği Bir Çağın İçinden Geçiyoruz
İçinden geçtiğimiz çağın şiirle ilişkisi, şiiri zayıflatan ya da güçlendiren bir etkiye sahip mi? Günümüzün eğilimleri ve şiirle kurduğunuz düşünsel çabanızı merak ediyoruz.
İçinden geçtiğimiz çağ, metanın her şeyi işgal edip, dönüştürüp, yeniden ürettiği bir çağ. Bu yönüyle şiire nüfuz edebileni -bu değişimi yorumlayabileni- çok besleyen bir çağ. Ama bu başkalaşım biçimini şairin nasıl okuduğu mühim. O kadar hızlı biçimde dönüşen nesnelere benziyoruz ki başı dönmeden konuşanları görünce çok şaşırıyorum. Bilgisayarın, cep telefonunun en gelişmiş versiyonunu kullanan şair kişi, hâlâ dünyayla irtibatını kendi çevresindeki 3-4 şairle sınırlandırıyorsa yaşadığı çağla bir ilişki kuramamış demektir.
Vücutlarımız sahne, şiirler gösteri malzemesi, şiir kitapları gösteri nesnesine dönüştürülmek üzereyken nasıl bir direnişten söz edeceğiz? Baudrillard’ın günümüz insanı için söylediği yorumu şair için söylemek istiyorum: Rasyonel yollarla açıklanabilecek refleks davranışlar gösteren deney hayvanları gibiyiz. Çünkü her türden deney, bir amacın aracı olmaktan çok güncel bir meydan okumaya dönüşmüştür. Bu meydan okumanın temelinde yine kendini gösterme, ne olursa olsun görünme arzusu var. Bu kadar iletişim aracı varken iletişimsiz, bu kadar kitap varken bilgisiz kalabilmek de mümkün oluyorsa tüm bunlar neden? Cevap bizi şiire yakınlaştırıyor…
‘Duygusal ve Göksel’ şiirinizde doğa ile insan arasında keskin bir ayrıma gidiyor, hatta bir karşıtlık kuruyorsunuz. Doğaya ilahî bir öz atfederken insan, hırslarının ve maddî olanın tahakkümü altında, tinsel olandan uzaklaşmış, ‘kendi mahvına yatırım yapıyor’. Son şiirlerinizde insana dair umutsuzluk kendini iyiden iyiye hissettiriyor gibi. Ne dersiniz?
Her geçen gün kendi mahvımıza dair yaptığımız yatırımın somut sonuçlarına şahit oluyoruz. Dünyayı her anlamda tüketen, bozan, deforme eden; onu idealler evrenine taşımaya çalışan veya olduğu hâliyle korumaya çalışan azınlığa söz hakkı vermeyen bir sistem var. Nüfus, ekonomi, siyasal menfaatler, çevre ve ekolojik denge politikalarının yetersizliği ortada. Entropi durmaksızın ilerler. Ben aksine insana dair umut duymayı her şeyden çok önemseyen biriyim. Böyle olmasa şiir yazmazdım.
Siz sadece şiir yazan değil, şiir için önemli ‘mekânlar’ olan dergilere de emek veren birisiniz. Heves’te, Dergâh’ta, Hece’ ve Buzdokuz‘da gördük sizi zaman zaman. Şiirleriniz küçük fanzinlerde de yayımlanıyor. Dergilerin bugünkü durumu hakkında ne düşünüyorsunuz? Şiirle uğraşanların dergilerle irtibatını nasıl buluyorsunuz ya da dergiler bugün kıymetli bir şiir uğraşısının neresinde duruyor?
Dergiler edebî üretimin, durumuna, varlığına dair en heyecan verici gözlem, üretim ve hayatiyet imkânı olan mekânlar. Fanzinleri de severim, varlıklarını önemli bulurum. Orada kendi imkânlarını sonuna kadar kullanan bir cesaret buluyorum.
Dergiler edebî hatta şiir görüşü birbirine yakın, benzer kişilerin bir araya gelmesiyle ortaya çıkıyor gibidir. Düzenli üretimi, disiplini, algıların açık kalmasını besleyen bir yanı vardır dergilerin. Özellikle gençlerin kendini gösterme gayretlerini besleyen sosyal medya varken, üstüne dergilerin de bir sunum, bir vitrin olarak görüldüğünü fark ediyorum. Aksine kendini gösterme gayreti daha düşük olan isimlerin daha iyi şiirler yazdığını gözlemledim. Zaten şairin sözüne değil şiirine bakılır. İddialı sözler varsa ortada, onu besleyecek şiiri arar gözler. Böyle bir destek yoksa, o şaire itibar azalır. Bu yüzden çıktığınız sahne (dergi) sizin vaatlerinizle değil eserinizle ilgileniyor. Bunu unutmadan üretmek gerek.
[quotes quotes_style=”bpull” quotes_pos=”center”]İnsan benzerlerimizden uzak tutularak kapatılma bize çok kötü hissettirdi, bu durum edebiyata yabancılaşma tezahürleriyle yansır.[/quotes]
Son olarak, şiirlerinizden sızan bir hastalıkla mücadele-barışma gerilimi var. ‘Serbest Mai’ ve ‘Servikal Vertebra’ gibi şiirleriniz bize bunu düşündürttü. Hastalık süreciniz ve içinden geçiyor olduğumuz salgın süreci sizi bir şair olarak nasıl etkiledi? Bu süreçte üretiminiz devam edebildi mi? Edebildiyse ne ölçüde dönüştü?
Yaşadığımız olaylara dair bedenimizin bir tedbir, önlem veya tepki şeklinde hastalıklarla bir cevap geliştirdiğini düşünüyorum. Bazen de tüm olup bitenin özeti gibi. Kendimizi çok fazla yıpratıyorsak bize “dur” diyen şey bedenimiz oluyor. Birbiriyle etkileşim içindeki beden ve ruh uyumsuzluk anlarında bazı sinyaller verir. Genetik olarak çeşitli miraslar da taşıyoruz, bu herkeste böyle gelişmiyor bu yüzden. Fakat şairlerin çocukluk hastalıkları da dâhil, hastalıklara yatkın kişilikler olduğunu gözlemliyorum. Bunun bizi şiire yönelten bir etkisi var. Hasta bedenler toplumun hareketli, akışkan döngüselliğinden dışarı itilirler. O itilmişlikte bambaşka nimetler, bakışlar, keşifler var. Bu yüzden hiç olumsuz görmüyorum başımıza gelen hastalıkları.
Her an, her saniye, her tavır öyle kıymetli ve üzerinde durup düşünmeye değer öyle çok şey var ki… Ancak hasta olup hayatı bir köşeden izlemek zorunda olduğumuzda görebiliyoruz. ‘Deadweight’ adlı şiirimi açık kalp ameliyatı olmamın şart olduğu haberini alınca yazmıştım. Orada beni öyle güçlü biçimde tutup kaldıran bir şey var ki. Daha önce aklıma dahi gelmeyen bir şey olacaktı, tüm doktorlar aşırı açık sözlü biçimde size ümit vermemeye söz vermiş gibi davranıyorlar. Belki de haklılar. Ama insan ne yapar eder, ümide tutunur. Bu benim için şiir olmuştur. Bir de dualar tabii ki. Söz, çok güçlü bir şey. Diğer çok güçlü olan kelime, zaman, insan için akar. Sağlıklıların çarçur ettiği bu gerçeği hastalıklı, şifa bekleyen kişiler çok derinden hissederler. Ölümün güçlü varlığı var bir de. Bununla barışmak kolay değildir. Bu gücü kabul ederseniz faniliğin her şeye sıçrayan etkisini sindirmeniz daha kolay olabilir.
Salgın ise toplu hâlde yaşandığı için sıkça seyirci konumunda kaldığım bir şeydi benim için. Bulaş durumunu herkes kendi bedensel potansiyeliyle yaşadığı için gizemi ve etkisi azalmayan bir şey pandemi. Ağır sonuçları oldu, süreç devam ediyor. Eski yaşam tarzımızı değiştirecek kadar güçlü bir şeyin; daha önce bu kadar yakından haberdar olmadığımız sıkıntı, deformasyon, bunaltı, ekonomik çöküntü, komplo teorileri, küresel sistemin egemen çarklarında öğütüldüğümüz hissiyle beraber bizi derinden değiştirdiğini düşünüyorum. İnsan benzerlerimizden uzak tutularak kapatılma bize çok kötü hissettirdi, bu durum edebiyata yabancılaşma tezahürleriyle yansır. Bundan sonra bence daha da bencil olacağız. Hayatın lezzetleri, sağlık içinde olmak, daha uzun yaşama arzusu… Bu hislerin nelere mal olacağını her alanda yaşayıp göreceğiz.
Kapak görseli, Sergei Parajanov’un 1969 yapımı ‘Narın Rengi’ filminden…[/vc_column_text][/vc_column][/vc_row]