Bilim ve Sanat Vakfı, 1986 yılında Ahmet Davutoğlu’nun da aralarında bulunduğu İslami entelijansiya içerisinden bir grup eğitimli ve orta/üst sınıf erkek tarafından kuruldu. Önce Aksaray, sonra Vefa’da devam eden entelektüel çalışmalar siyaset, tarih, ekonomi, edebiyat ve İslami düşünce üzerine yoğunlaşıyordu.
34 yıllık serüvenin ardından, 2020 yılında, yani 15 Temmuz’un gölgesinde toplumsal muhalefetin tüm alanlarına ve sivil topluma yönelik saldırılar sürerken hem BİSAV’a hem de vakfın kurucusu olduğu Şehir Üniversitesi’ne kayyım atandı. AKP’nin kültür ve kanaat dünyasına olan mesafesi, halkçılık olarak sunduğu anti-entelektüel karakteri, saygınlıktan yoksun ve köksüz kurumlarına yaslanması karşısında gerçek bir sosyal kuvvet olarak İslami entelijansiyayı etrafında toplayan bu kurumların tasfiye edilmesi sadece Türkiye İslamcıları açısından değil, alternatif kamusal alanlarda güçlenme imkanı bulan “dindar” kadınlar açısından da önemli bir eşikti. Tüm bunlar, Davutoğlu’nun Erdoğan karşısında gerçek bir siyasi rakip olmamasına rağmen gerçekleşti çünkü bahsettiğim sosyal kuvvet tüm bu öne çıkan karakterlerden ve onların temsil ettiği ideolojik evrenden çok daha fazlasıydı.
Örneğin, BİSAV başörtüsü yasakları sürerken eğitim hayatı yarıda kalmış veya hiç başlayamamış kadınların hikayesinde son derece belirleyici oldu. Giremedikleri üniversitelerde dinleyemedikleri dersleri veren akademisyenlerle tanışma ve onlardan beslenme fırsatı bulan kadınlar bilgiyle kurmayı arzu ettikleri ilişkiyi burada, çok daha alternatif bir kamusal alanda inşa etmeye çalıştılar. 90’lı yıllarda ve 2000’lerin başında BİSAV’ı kendisine uğrak edinmiş pek çok kadın, eğitimlerinin engellenmiş olması ile daha da şiddetlenen entelektüel enerjileri için bir ifade ve yeniden üretim kanalı bulmuş olmaktan, “evlerine girer gibi” girebildikleri, ait ve tanışık hissedebildikleri bir kamusal alana kavuşmuş olmaktan bahsediyor. Kadınların ifade ettiği bu ortak duygunun yakın tarihimizden süzülüp görünür olması, eğitimli ve üst sınıf bir erkek olarak Davutoğlu’nun kişisel siyasetini konuşmaktan/eleştirmekten çok daha fazla enerjiyi hak ediyor.
Bu nedenle, önümüzdeki birkaç yazıda 90’lı yıllarda ve 2000’lerin başında BİSAV’a gidip gelmiş kadınların deneyimlerini okuyacaksınız.
Bu yazıda sohbet ettiğim Kezban Karagöz, BİSAV’ın çekirdek kitlesi olan kadınlardan farklı bir profil. BİSAV’ın çekirdek kitlesi başörtüsü yasakları sebebiyle yükseköğrenime devam edemeyen kadınlar iken, Kezban yasaktan etkilenmemiş fakat taşradan İstanbul’a iletişim fakültesinde okumaya gelen genç bir kadın olarak kendisini “ana akım” entelektüel mecralara ait hissedememiş.
Kezban, kendisini BİSAV’daki din temelli “kardeşliğe” de ait hissetmediğini fakat orayı “beyaz” üniversite ortamına kıyasla çok daha özgür ve kapsayıcı bir müzakere alanı olarak deneyimlediğini söylüyor.
BİSAV, o dönemler Kezban gibi “farklı” kadınların toplumsal barış tahayyülünü güçlendirse de, bugün bu hayale dair her biri çok büyük hayal kırıklıkları yaşıyor. Kezban da İslami entelijansiyanın AKP iktidarıyla birlikte çok daha muhafazakâr ve kutuplaştırıcı bir pozisyona savrulmasını eleştiriyor ve BİSAV’daki karşılaşmalarının kendisinde uyandırdığı toplumsal barış umudunun boşa çıktığını söylüyor.
Kadınlar İçin Varlık Gösterme İmkânı
Bilim ve Sanat Vakfı o dönemler nasıl bir alandı? Sizce kadınlar neden oraya yöneldi ve kadınlar için sivil toplum dünyası içerisinde nasıl bir yerde duruyordu?
BSV derinlikli okuma yapmak ve kendini geliştirmek isteyen fakat 28 Şubat atmosferi yüzünden üniversite imkânı elinden alınmış kadınların adeta adanmışçasına gittiği bir yerdi. Çünkü muhtemelen başka bir alanları yoktu. Cemaat ve tarikatlar vardı ama oralar bu kadınları bilgiye erişim konusunda tatmin eden yerler değildi. Daha çok kalıp yargıların perçinlendiği komünlerdi. BSV’de ise kitaplara, eleştirel düşünceye ve aktif tartışmalara kapılar sonuna kadar açıktı.
Mesela ben Virginia Woolf’un kim olduğunu oradaki Sosyoloji okumalarında öğrenmiştim. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde okuyordum, ama oradakinden çok daha entelektüel bir kitle ile BSV’de karşılaşmıştım. Okuma grupları çok ciddiye alınıyordu. Kademe öğrencileri zaten çok havalı olurdu. Ders veren hocalarla adeta dost olunan bir ortam olması, alanında uzman insanlarla akademik hiyerarşi olmadan muhatap olmak da çok cazipti. Hoca hem ders veren hem de öğrencilerle fikir alışverişi yapabilen bir yerdeydi. Klasik olmayan ve eleştirel bir pedagojik ortam vardı.
Dönemin atmosferi içerisinde korkusuzca konuşuluyordu ve bu durum özellikle kadın öğrenciler için çok kıymetliydi. Orada var oluyorlardı ve orada sesleri çıkıyordu. Her alandan dışlandıkları bir dönemde bir yerde varlık gösterme imkânı doğmuştu.
Sizin kişisel olarak motivasyonunuz neydi? Bilim ve Sanat Vakfı sizin için nasıl bir alan ve deneyim oldu?
Ben oraya o kadar ait değildim. Kitaplara ve tartışmalara ilgi duyuyordum, oraya odaklanmıştım. Ayrıca ben zaten okuldan ayrılmamıştım. Belki de bu yüzden derin bir aitlik hissetmedim. Politik olarak da aynı düzlemde hissetmiyordum. Çünkü ben Müslüman kimlikli politikacıları da eleştiren bir bireydim. Duruşum demokrat yazarlara daha yakındı. Radikal gazetesi bazen de Milliyet gazetesi okuyordum. Namaz kılan biriydim ama yargılayan ve ölçü koyan biri değildim.
Bazen dini konularda keskin çizgilerle konuşmalar olabiliyordu ama yine de bilgiyle bu kadar güçlü bir ilişki kuran insanlarla olmak bana iyi geldi. Diğer taraftan, o zamanki Marmara İletişim’de de fikirleri özgürce tartışmak zordu. Maalesef tek yönlü eleştiriler vardı ve hocalar belirli bir ideolojik zümreden geliyordu. Ünsal Oskay ve birkaç hoca dışında genel bir beyaz duruş vardı.
Ben de taşradan gelen çok az sayıda öğrenciden biriydim. Hem arkadaşlık ortamı hem hocaların durduğu pozisyon bana yabancı geldi. Kendimi ifade etmekte çekindim ve yer yer sustum. O açıdan, taşradan gelmiş bir üniversite öğrencisi olarak BSV’de kendimi ve fikirlerimi ifade ederken bana daha fazla alan açıldığını hissettim. Okulsuz toplum kavramının da hayat bulduğu bir yerdi. Zaten formel olarak okulsuzlaştırılmış fakat bilgiyle bağı koparılamamış kadınlar ağırlıktaydı. İnsanlar okudukları, anladıkları ve tartıştıkları ile kendi bireysel okullarını inşa ediyordu.
Kapsayıcı Bir Kamusal Alan
BSV sizce başörtüsü yasakları sürerken eğitimine devam edemeyen kadınlar için nasıl bir işlev gördü?
Tabi ki çok değerli bir kamusal alan sundu. Çünkü kadınlar okumak ve kendilerine alan açmak istiyorlardı. Fakat üniversiteden kopan bu kadınların adeta ayaklarının altındaki zemin çekildi. Bu kadınlar başarılı oldukları kadar, düşünen ve idealleri olan insanlardı. Tutkuyla bilgiyi arayan ve hayatlarını kurup bağımsız bireyler olmak isteyen kadınlardı. O yüzden BSV erkeklerden çok kadınların merkezindeydi. Zira erkekler zaten bilgiye erişme ve tartışma ihtiyacını kendi okullarında da karşılayabiliyordu. Orada tanıştığım kadınların büyük bir kısmı yasaklar kalktıktan sonra okullarına geri döndüler. Ayrıca orası ev dışına çıkma imkânı da sunuyordu. Belki başka bir yer olsa aileler sorun edebilirdi ama muhtemelen aileler oraya okul gözüyle bakıyordu.
Böylece kadınlar okuldan kopsa da kendilerine okuldan daha çok şey katan, erkek katılımcılarla eşit muamele gördükleri, çok daha kapsayıcı bir kamusal alan buldu.
Herkes o dönem çok okudu. Sadece okumakla da yetinilmedi ve bunu sinema, tiyatro ve konserler izledi. O tutkulu kitlesel tavır geleceğe dair bana da çok umut vermişti. Evet, bu sistem bizleri örseledi ama biz kendini anlamaya veren insanlar olduk ve o nefret akımına kapılmamayı seçtik diye düşünmüştüm. Herkes için demokrasi, herkes için hak ve adalet günleri geldiğinde hepimiz orada kardeşçe bir sofrada olacağız derdim. Tabi tam olarak öyle olmaması da benim hayal kırıklığım oldu.
Bugün hala böyle sivil alanlara ihtiyacımız var mı? Sistemin makbulü olmayan kadınlar için sivil toplumun hala bir fırsat olduğunu söyleyebilir miyiz?
Kesinlikle tüm kadınlar için bu tip sivil alanlar bugün de ihtiyaç. Çünkü artık kadınlar aslında daha fazla yerden dışlanıyorlar. Ama bugün iletişim araçları farklı örgütlenme imkanları da sunuyor. Bugün yine dindar ve muhalif kimlikli kadınlar Türkiye odaklı bir iletişim başlatıp kendileriyle benzer sorgulamaları olan Avrupalı, İranlı, Amerikalı, Mısırlı kadınlarla buluşabilirler. Göçmen kadınlar giderek daha güçlü bir ses oluyor, onlar da böyle alanlara ihtiyaç duyuyor. Maalesef Türkiye bu “yeni dindar” kadınları anlamakta 2000’lerin başındakinden çok daha muhafazakâr ve tutucu bir noktada duruyor. Ama yine de Havle Kadın Derneği vb. gibi oluşumlar bu açıdan bana hala umut veriyor.