Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunun 100. Yılını kutladı. Cumhuriyet’in 2. Yüzyılının başındayız. Geçen 100 yılın muhasebesi ve gelecek projeksiyonumuz konusunda ne kadar tartışmalar ve müzakereler yapılırsa azdır.
Olumlu-olumsuz tüm yönleriyle sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik, dini, milli ve hukuki pek çok açıdan Cumhuriyeti konuşmak gerekiyor. Bunların başında elbette Cumhuriyet ve Demokrasi’nin bir bütün olarak düşünülmesi gerektiği geliyor. Din ve milliyet gibi temel toplumsal kimliklerin eşitlikçi bir adalet çerçevesinde imtiyaz üretmeksizin hukukiliği de olmazsa olmazdır. 100 yılın muhasebesi kadar içinde yaşadığımız zaman dilimine etkisiyle son 20-25 yılı da değerlendirmek gelecek tezahürü için gereklidir.
Ne var ki, 2. Yüzyıla girerken Cumhuriyetin Demokrasi ile imtihanı devam ediyor…
Hemhâl olarak ‘’Cumhuriyetin Demokrasi ile İmtihanı’’ başlığıyla çok geniş konular olduğunun bilinciyle ve biraz da sınırlayarak alanında uzman üç isimle demokrasi imtihanı, din-milliyetçilik bağlamında yüzyılın kıyası ve son çeyrek asrın muhasebesi konularına değindik.
100. Yılında Cumhuriyetin demokrasi ile imtihanını özellikle din ve milliyetçilik bağlamıyla dünden bugüne nasıl değerlendirirsiniz? 100 yılın son çeyreğini yaşadığımız 2000 sonrası dönemde ise kimler nerede hata yaptı?
Yirmibirinci Dönem Milletvekili, İktisatçı ve Siyasetçi Nesrin Nas,
Gazeteci-Yazar ve Akademisyen Prof. Dr. Mehmet Altan
ve Hak Savunucusu-Aktivist Nurten Ertuğrul’un değerlendirmeleri şu şekilde:
İKİNCİ YÜZYILDA CUMHURİYET'İ YENİDEN DÜŞÜNMEK
NESRİN NAS
Cumhuriyet’in İkinci yüzyılına mı hazırlanıyoruz yoksa ikinci yüzyılında kuruluşundaki tüm hedef ve tutkusunun çok uzağına düşmüş, içi boşaltılmış bir kabuğu mu uğurluyoruz?
Oysa, Atatürk ve yol arkadaşları dünyada değişimin ayak sesleri yükselirken, her şeyiyle çürümüş bir imparatorluktan yeni bir birliktelik yaratmak için bir devrim yapmak zorunda olduklarını biliyorlardı. Bu devrim, Arendt’in tanımıyla bir kurtuluşu içermeli, özgürlük ve eşitlikçi bir siyasi birlikteliği hedeflemeliydi.
Bu nedenle Atatürk ve yol arkadaşları egemenliği sultandan alıp millete verirken, saray ve şürekâsına tanınmış tüm ekonomik ve hukuki imtiyazları kaldırıp, egemenliği paylaşan bir toplum tasarımı hayal etmişler ve Cumhuriyeti kurmuşlardı.
Cumhuriyet Fikri
Cumhuriyet fikri 29 Ekim 1923’ten çok önce filizlenmişti. Atatürk’ün katıldığı ilk kongre olan Erzurum Kongresi, sonra Sivas Kongresi ve daha sonra Trakya ve Anadolu’daki tüm derneklerin Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında birleştirilme kararı ve bunun ardından Trakya ve Batı Anadolu’da devam eden kongreler, 1919’un Kasım ayında yapılan seçimde Erzurum milletvekili seçilen Mustafa Kemal Paşa’nın, 19 Mart’ta vilayetlere, müstakil livalara ve kolordu komutanlarına gönderdiği genelge, cumhuriyet fikrinin Cumhuriyet’in ilanından çok önce olgunlaştığını söyler bize.
Cumhuriyet, aslında sürekli savaşların, çatışmaların, yoksulluğun ve yarınsızlığın paramparça ettiği milletin yeniden bir birlik olma hikayesi olduğu kadar bir bağımsızlık ve özgürlük kurgusuydu. Bu birliği sağlamak için de milletin önce tahakkümden kurtulması ve özgür bireyler olarak birbirlerine, İstiklal Savaşı’nın önderlerine ve kadrolarına güvenmesi gerekiyordu.
Bireylerin eşit ve özgür iradelerinin ürünü olan bir ortaklığı ifade eden “Cumhuriyet”, öyle bir tasarımdı ki, birlikte hepimizin eşit yurttaş olduğu bir yolculuğa yelken açacaktık. Farklılıklarımızı, kimliklerimizi, beklentilerimizi sırtlanarak çıktığımız bu yolculukta sınıfsal, bölgesel ve nesiller arası ürettiğimiz tüm çelişkileri ve gerilimleri müzakere ederek ve uzlaşarak aşacaktık. Bu gerilimler ve çelişkiler hiçbirimizin bu ülkenin eşit yurttaşı olma hissiyatımızı değiştirmeyecekti. Cumhuriyet’in eşit paydaşları olduğumuz hissini duyumsayarak başarılı bir cumhuriyete dönüşebilecektik çünkü…
Cumhuriyet ülküsü, hem bir kolektif aidiyet duygusu ve hem de kolektif bir yolculuk ve değişim önermişti bize. Sadece vatandaş olmakla kalmayacak, seçme ve seçilme haklarımızla her birimiz eşit yurttaşlar olacaktık. Bu yolculukta hiç kimseyi geride bırakmayacaktık. Savaşlardan yorgun çıkmış, saray şürekâsının yolsuzluklarından payına yoksulluk düşmüş, yozlaşmanın ağır mağduriyetini yaşayan halkların dirliği, ekonomik refahı ve umutlu geleceği için tüm sosyal ve ekonomik eşitsizlikleri ortadan kaldıracak, kamusal yararı birlikte müzakere ederek yeniden kuracaktık.
Cumhuriyeti Demokrasi ile Taçlandırmak
Prensip olarak cumhuriyetler yurttaşların eşit haklara sahip olduğu, adalet, bireysel ve kolektif hak ve özgürlükler gibi ortak bir kamu yararı etrafında herkesin uzlaştığı, tüm ayrıcalıkların yok edildiği rejimlerdir. Bu denge kurulamadığında ya da değişen dünya ve koşullara göre ortak kamu yararı üzerinde yeniden uzlaşma sağlanamadığında, kuruluşlarında kitlelere yol gösteren idealler, cumhuriyetlerin ileri doğru adım atmasına yetmiyor. İleri doğru adım atmanın cevabı Cumhuriyet’i demokrasi ile taçlandırmaktı.
Ne yazık ki bu başarılamadı. Demokrasi, demokratların varlığına dayanır. Demokratik bir toplum ise kendi içinde değişik beklentiler, farklı gelecek tahayyülleri barındıran, toplumu bir çoğul olarak ele alan ve bu nedenle ihtilaflı olan bir toplumdur.
Hamit Bozarslan’ın ifadesiyle “Demokratik toplum hem içinde bir konsensüsü, hem de ihtilafı, yani dissensüsü barındırır”. İhtilaf çatışmacılık değildir. Aksine ortak kamu yararının dinamik müzakeresini ve hep yeni bir uzlaşmayı zorunlu kılar. Bu, kuşkusuz doğrusal gelişmez ama eğilim hep demokrasinin ve demokratik toplumun güçlenmesi yönünde olur.
Cumhuriyet-demokrasi ilişkisini irdelemek için İkinci Dünya Savaşı sonrasına bakmakta yarar var. Çünkü demokrasinin sosyal ve ekonomik gelişmede bir norm olduğu fikri İkinci Dünya Savaşı sonrasında kabul görmüştür. O günden bugüne liberal demokrasiler serpilip gelişmiş ve yaygınlaşmış, özellikle Batı’da çeşitli derecelerde evrensel insan hakları ve özgürlükler demokrasi ile özdeşleşmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti de 1946’da çok partili döneme geçiş ve 1950 seçimleri ile demokrasi ile tanışmıştır. Ancak 1955’ten sonra katılımcı hava dağılmış, demokrasi çoğunlukçu bir otoriterliğe dönüşmeye başlamıştır. Daha sonra 1960 ile başlayan 70’li yıllarda muhtıralarla süren ve 1980’de yine bir askeri darbe ile kesintiye uğratılan ve daha sonra 28 Şubat gibi post modern bir darbe ve e-muhtıra ve 15 Temmuz kalkışması yaşayan
Cumhuriyet Türkiyesi’nde, AB tam üyelik süreci ve müzakereleri gibi oldukça kısa dönemi kapsayan yıllar dışında, demokrasi bizler için hep uzaklaşan bir hayale dönüşmüş ve Cumhuriyet, kapsayıcı olma özelliğini kaybetmiştir.
Bugün eşit yurttaşlık ve bunu sağlayan eğitim, adalet, özgürlük gibi temel araçların çoğunluk tarafından talep edilmemesinin arkasında bu kapsayıcılığın yitirilmesi var.
Vaadini Unutan Cumhuriyet
Cumhuriyet’i yeniden düşünürken, belki de en çok, nasıl oldu da bu yolculuğun bir yerinde Cumhuriyet en temel vaadini unuttu ve demokratikleşme amacını, oldukça kısa süren istisnai dönemler dışında gerçekleştiremeyerek; başlangıçtan beri taşıdığı ‘muasır medeniyet’ hedefinin çok uzağında kaldı? sorusuna cevap aramalıyız.
Bugünden düne baktığımda benim gördüğüm Türkiye’de siyasi ve yönetici elitlerin çoğulculuk, kamusal yarar ve özgürlükler arasındaki dengeli ilişkiyi bir türlü kuramamış olduğudur. Paradoksal bir biçimde Cumhuriyet, kimsesizlerin kimsesi olma ve eşit yurttaşlık ideali zayıfladıkça, içeriği konusunda kimsenin tam olarak tarif edemediği bir devlet heyulası peyda oldu.
Ve o günden sonra sürekli “beka”sı konusunda endişelenmemiz gereken “yüce” bir devlet imgesi ortaya çıktı.
Devlet heyulası toplum içindeki çelişki ve gerilimleri, zor kullanarak yok etmeye çalışırken daha da artırdı. Bu durum başta siyasetin alanı olmak üzere her şeyi değiştirdi. Eşit yurttaşlık da bir hayal olarak kaldı. Devlet heyulası, Cumhuriyet’in en temel vaadini unutan yöneticilerin arkasına saklanacağı bir kalkana dönüştü. Devletin bekası için haklar, özgürlükler, refah ve bireyin mutluluğu hep arka plana itildi. İhtilaflı toplum çatışmacı topluma dönüştürüldü, sersemletildi. Böylece toplumun akli melekeleri gasp edilerek geçmişi okuma ve geleceği tahayyül etme imkânı bütünüyle ortadan kaldırıldı.
Kuşkusuz bir toplumun demokrasi ve özgürlüklerle ilişkisi öyle doğrusal olmuyor. Çok sayıda savrulmalar içeriyor. Tarih devamlı kendini tekrarlamaz. Çalkantılar hep yeni sözleşmelere ve yeni gelişmelere kapı aralar. İçeride kamu yararının yeniden tartışıldığı, bu tartışmaların şiddetlendiği dönemler ve dış dünyadaki gelişmeler ve çatışmalar da bu kırılmalarda etkili olur.
Ali Yaycıoğlu’nun her fırsatta hatırlattığı gibi, siyasi açmazlarımızın pek çoğu Cumhuriyet fikrini yeniden düşünme ve kurgulama işini ihmal etmemizden kaynaklanıyor. Ve çoğunlukla Cumhuriyet, onu kuran fırkanın bir mesuliyeti olarak görüldüğü gibi, Türkiye’deki sağ siyaset, devlet dediğinde Cumhuriyet’i kastetmedi.
Cumhuriyet’in temel vaadi unutturuldukça toplumun çoğunluğu da Cumhuriyet’i savunma işini kışladakilere ihale etti ve kışladakiler de cumhuriyet tasarımını kurucuların idealindeki gibi değil, kendi bildikleri gibi ve kendi yöntemleriyle ele aldılar. Yani Cumhuriyet’i hemen her alana gölgesi düşen bir devlet düzeni olarak yeniden tasarladılar.
Bu nedenle devlet olarak Cumhuriyet, kimlik olarak yurttaşlık, bir düşten çok ayakta bir prangayı andıran post-emperyal mirasın kurdurduğu fantezilerle baş edemedi, başarılı bir biraradalığa dönüşemedi. Bunda sanırım milliyetçiliğin zaman içinde değişen ve özünde cumhuriyetçiliğe yakın olan fikrinden uzaklaşarak devlete bir ulu fetiş olarak yaklaşması etkili oldu.
Cumhuriyet ve Milliyetçilik
Oysa Cumhuriyet’in kurucuları için milliyetçilik, bir arada yaşayan toplumların, kültürel, dini ve etnik kökenlerine bakılmaksızın ortak bir ideal üzerinden siyasal bir irade gösterip milletleşmesi anlamına geliyordu ve bu bağımsızlık mücadelesinin ana damarıydı. Fakat zaman içinde çok kültürlülüğe, çoğulculuğa, Kürtlerin ve azınlıkların bu topraklarda haklarını kabul etmemeye, farklı düşünenleri meşru saymamaya evrildi.
Türkiye’deki milliyetçilik türlerinin ortak noktalarından biri de Leviathan devleti bir idol olarak görmeleridir. Bu nedenle Türkiye’deki milliyetçilik uzun süredir Cumhuriyetçi sayılmaz. Bugün ise Türkiye’de milliyetçilik, İslamcılarla birlikte küreselleşmeye karşı yerelci bir karşı çıkışa dönmüş ve Cumhuriyet’in kurumlarına, eski elitlerine, ilkelerine, çok kültürlülüğe ve farklı kimliklere ve inançlara karşı dışlayıcı bir harekete dönüşmüştür.
Kuşkusuz milliyetçilik görmezden gelebileceğimiz ya da dışlayıcı ideoloji olarak damgalayarak mahkûm edebileceğimiz bir ideoloji değil. Bu yaklaşım çok sığ olur. Ali Yaycıoğlu; “Milliyetçilik milyonlarca insanın hayatına anlam veren, imparatorlukların altında ezilmiş toplumlara gurur kaynağı olmuş olan, toplumların kalkınmalarını, dayanışma içinde ileriye sıçramalarına olanak veren bir ideoloji. Ama aynı zamanda milliyetçilik, tasarımının dışında kalanlara baskı uygulayan bir kurgu” diyor.
Özellikle 2015 yılından sonra AKP’nin iktidarını konsolide etmek için daha çok milliyetçi ideolojiye yaklaşmasının sonucu olarak, yerli ve milli kabul edilen değerler hoyratça öne çıkarılmıştır. Öyle ki, evrensel değerler, insan hak ve özgürlükleri dış dünyanın müdahale araçları olarak etiketlenmiş ve demokrasinin yeşereceği ortam neredeyse topyekûn boğulmuştur. Hatta tarihin yeniden tasarımına girişilmiş, propaganda araçlarıyla Cumhuriyet’in ilkeleri ve temel vaadi unutturulmuştur. Kuşkusuz bu sadece Türkiye’ye de özgü değildir.
Dünyanın birçok ülkesinde yükselen otoriterlik popülizmle birlikte milliyetçilikle yeniden güçlü bir ilişki kurmuş ve her popülist otoriter, kendi toplumunu mobilize edecek biçimde tarihi düzeltmeye soyunmuştur.
Muhafazakarlık ile kurdukları ittifaklar da hem milliyetçiliği hem muhafazakarlığı dönüştürmüş, her iki ideoloji de agresifleşmiştir.
Bugüne döndüğümüzde, iktidarın uzun süredir Cumhuriyet’ten ve Atatürk’ten hoşlanmadığı açık. İktidar bunu saklamaya dahi gerek duymuyor artık. Cumhuriyet’in en temel vaadi olan eşit yurttaşlık tasarımından hoşlanmadığını her vesileyle belli ediyor. Buna karşılık özellikle son 10 yılda toplumun yaşadığı şiddetli fırtınalardan kaçarak Cumhuriyet’e ve Atatürk’e sığındığı da bir gerçek. Ve bu iktidarı rahatsız ettiği gibi daha fazla hırçınlaştırıyor.
Eşit Yurttaşlık ve Biraradalık
Sonuç olarak eşit yurttaşlık sözleşmesini yenilerken de yeniden biraradalığı tesis edecek başta güven ve adalet olmak üzere tüm kurumları yeniden kurarken de her felaketten aslında bizi neyin ayakta tuttuğunu bir kez daha hatırlamak için Cumhuriyet’i yeniden düşünmeliyiz.
Burada sözü Ali Yaycıoğlu’na bırakmak istiyorum:
“Geldiğimiz noktada Türkiye’nin gerek cumhuriyet gerek demokrasi deneyiminin bize yol göstermesi gerekiyor. Bu demek değildir ki, Türkiye’nin cumhuriyet ve demokrasi deneyimleri bize gelecek için yeterli referansları sunacak. Hayır! Eğer, önümüzdeki bu badireyi atlatıp ülkeyi yeniden kurma imkânı doğarsa, bunun için geçmiş tecrübelerimiz bize sadece bir yere kadar yardımcı olur. Şüphesiz yeni bir gelecek öncelikle tarihte ne olduğu ile değil, nasıl bir gelecek istiyor olduğumuzla ilgilidir. Dolayısıyla geçmişin bize tutacağı ışık geçmişe dönüş için değil, tam tersine geçmişe dönememek, geçmişi yeniden üretmemek, genel ifadeyle geçmişteki hataları tekrarlamamak için gerekli. Bu da ancak eleştirel bir tarihle olabilir”
İKİNCİ CUMHURİYET
PROF. DR. MEHMET ALTAN
Bu soruya 15 Ağustos 2016 tarihinde yazdığım “Türkiye, ‘İkinci Cumhuriyet’ kavramına mecburen geri dönecek” başlıklı yazımdan aldığım kısa bir bölümle cevap vereyim:
“Kemalist bir rejimden siyasal İslamcı bir Baas rejimine geçme gayretinin elbette ‘İkinci Cumhuriyet’ ile bir ilgisi olamaz.
İkinci Cumhuriyet, ‘Kemalist bir cumhuriyeti’, demokrasinin ve hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu, ‘demokratik bir cumhuriyete’ dönüştürme önerisidir…
Şimdi ise ne yasama ne yargı ne hukuk ne hukukun üstünlüğü ne de demokrasinin kırıntısının kalmadığı, anayasayla çelişen kararnamelerle kaosun büyüdüğü bir dönemde, karanlık bir istikamete doğru, ne ile karşılaşacağımızı bilemeden yol alıyoruz. Ama bu dönem de geçecek…
Ve Türkiye gerçek huzura kavuşmayı, kalıcı istikrarı, özgürlüğü ve refahı aradığı zaman, cumhuriyetin demokratikleştirilmesi anlamına ‘İkinci Cumhuriyet’ kavramına mecburen geri dönecek.”
Cumhuriyet Demokrasi İmtihanında Sınıfta Kaldı
Özetlersem dün de demokratik bir hukuk devleti değildik, bugün de değiliz.
Bir Cumhuriyet demokratik değilse her türlü vesayetin egemenliğine rahatlıkla girebilir.
Askeri vesayetten Siyasal İslamcı vesayete bu nedenle kolayca geçiş yapıldı…
Cumhuriyet demokrasi ile imtihanında hep sınıfta kaldı, bugün ise siyasal İslam tarafından demokrasinin ve hukukun tamamen terkedildiği bir Cumhuriyet’e dönüştü.
Türkiye’de 25 yaş ve üzeri nüfusun aldığı ortalama eğitim süresi 2022 yılında 9,2 yıl oldu. Ortalama eğitim süresi 2022 yılı için kadınlarda 8,5 yıl, erkeklerde 10,0 yıl olarak gerçekleşti.
Bu ne demek?
Türkiye’de 25 yaş yukarısı nüfusun tüm okula gittiği yılları eşit bölünce, herkesin orta okulu bitirip, liseyi bitirmemiş olması demek.
Kısacası kimsenin mesleğinin olmaması demek.
Türkiye mesleksiz bir toplum demek.
Meslekli toplumlarda bireyler kendilerini tanıtırken meslekleriyle tanıtırlar…
Bizde ise bu pek olanaklı değil. Bu çaresizlik, çalışmadan, emek vermeden, doğuştan kendiliğinden var olan özelliklere vurgu yapmaya yol açıyor…
İnsan beyninin eğitilmesinden doğan eğitimin size verdiği becerinin yerini din, ırk, mezhep alıyor…
Üretim biçiminin çağa uygun hale gelemediği (ihracattaki ileri teknoloji payı %3), eğitimin yerlerde süründüğü bir toplumda “kimlik” niteliklere bağlı olarak belirlenemiyor.
Bu çıkmazdan kurtulabilmek için çok köklü bir toplumsal bir değişim iradesine ihtiyaç var. Ama toplumda bu iradenin oluşması öyle kolayından gerçekleşebilir gibi de gözükmüyor.
Ayrıca çürümüş olan siyaset kurumu da din, ırk ve mezhep üzerinden nemalanıyor, bunları sömürerek var olmaya çalışıyor. Bu ülkeyi perişan eden ilkel yaklaşımından asla vaz geçmiyor. Toplumsal yapı da buna uygun olunca kısır döngü devam ediyor.
Türkiye çürüdü. Siyaset kurumu daha fazla çürüdü.
100 yıldır cumhuriyetini demokratikleştiremeyen bir ülkenin siyaset kurumunun kimliği ortada değil mi?
Bugün bütün siyasal partilerin tabi olduğu 1983 tarihli Siyasal Partiler Yasası, 12 Eylül rejiminin ürünüdür. 40 yıldır “sivil” olduğunu iddia eden partiler ve siyaset kurumu askeri darbe ürünü olan ve siyaseti tanzim eden bu yasadan rahatsız olmadı. Aynen YÖK’ten rahatsız olmamaları gibi…
Böyle bir siyaset kurumundan halka yarar gelir mi?
Türkiye’de siyaset, siyaset kurumunun içindekilere yarar, halka yaramaz.
O nedenle çürüyor zaten…
Türkiye’de siyasal partiler, bu 12 Eylül rejiminin ürünü olan siyaset kurumunu değiştirmeyi hedef almadı, oradan nemalanmayı hedef aldı…
Özetle Türkiye’de mevcut siyaset ortamı, siyaset kurumunun demokratikleştirilmesini hiçbir zaman istemedi. Köhnemiş bir oyunu kendi içinde oynamayı yeğledi.
Siyaset kurumunun demokrasiye karşı olduğu bir ülkede cumhuriyet kolayca demokratikleşemez…
Demokrasi ve hukuk yok ise o ülkede de Cumhuriyet bir dönem askeri vesayete, bir başka dönem de Siyasal İslam vesayetine esir düşer.
Tabii bu durum toplumsal fakirliği, çaresizliği, hatta açlığı gittikçe artırıyor.
Toplum, bir noktada çektiği fakirliğin, açlığın demokrasi yokluğundan kaynaklandığını fark edecektir. Değişim de herhalde o farkındalıkla başlayacak. Biraz paradoksal ama çare, toplumu boğan bu çaresizliğin içinde saklı gibi gözüküyor.
CUMHURİYET DEMOKRASİ İLE TAÇLANMAYI BEKLİYOR
NURTEN ERTUĞRUL
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu felsefesi; cumhuriyetin ilanı, laikliğin tesisi, demokrasinin inşası ve benzeri evrensel normlar üzerinden şekillenmiştir. Cumhuriyetin inşası temellendirilirken saltanatın ve hilafetin kaldırılma süreçleri toplum açısından bir ‘din karşıtlığı, propagandasına dönüşmemesi için, anayasaya ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin dini İslam’dır’ ibaresi eklenmiştir. Bu ibare kendi dönemi içerisinde stratejik bir ibaredir. Zaten ilerleyen dönemlerde de anayasadan çıkarılmıştır. Bu ibareden yola çıkarak, Atatürk’ün inşa ettiği cumhuriyetin temelinde dini hedefler olduğunu düşünmek yanlış olur.
Cumhuriyet inşasındaki diğer önemli parametrelerden biri de ulus devlet anlayışını oluşturmaktır. Bunun için de ‘tek millet ve tek dil’ noktasında önemli çalışmalar yapılmıştır. Resmi dilin Türkçe olması, ezanın Türkçeleştirilmesi ve benzeri uygulamalar bir milletin bir ulusa evirilme serüvenini oluşturmuştur. Cumhuriyetin ilk dönemlerindeki demokrasi anlayışı da daha çok modern Avrupa hayalinin Türkiye gerçekleri göz önünde tutulmayarak ‘kopyala yapıştır’ yöntemi ile uygulanması şeklinde olmuştur. Bu durum daha sonraki aşamalarda toplum ile devlet arasını açmış ve laikliğin din karşıtı bir yapı olarak algılanmasına neden olmuştur.
Yeni Türkiye Tartışmaları
Günümüze geldiğimizde Cumhuriyet felsefesinin ilk dönem içerisindeki yanlış bazı adımları bugünkü iktidarın ve son dönem Türkiye’sinin rövanş alırcasına kendi yeni Türkiye’sini oluşturmasına neden olmuştur. Daha önceleri anayasada ‘Devletin dini İslam’dır’ ibaresi olmasına rağmen İslami bir Cumhuriyet veya şeriat yapısından bahsetmek söz konusu değilken, bugün anayasada bu ibare olmamasına rağmen, tüm yapılar, dernekler, vakıflar, bürokrasi, siyaset, devletin neredeyse tamamı İslami refleksler içerisinde yeni bir Türkiye inşasına hizmet etmektedir.
Cumhuriyetin ilk dönemlerindeki Türkçe’nin bir milletin varlığındaki önemli bir unsuru olduğu göz önünde tutulduğunda; bugünün Türkiye’si de tek millet ve tek dil meselesinde, kurucu Cumhuriyet felsefesiyle neredeyse aynı refleksleri vermektedir.
Bu noktadan bakıldığında 100 yıl önceki cumhuriyetle bugünün Türkiye’si, tek millet ve tek dil noktasında aynı tarafa düşmektedir.
Demokrasinin Araçsallaştırılması
Demokrasi 100 yıl önce de bugün de mevcut iktidarların ve gücün kendi varlığını sirayet ettirmesi noktasında araçsallaştırılmıştır. Aslında büyük bir nimet sayılacak olan demokrasi yer yer bir külfete dönüşebilmektedir. Yüzyıllık Türkiye Cumhuriyeti tecrübesi bize bunu göstermiştir.
Türkiye özellikle hem din hem de milliyetçilik noktasında ciddi anlamda sınav vermektedir. Bu ülke sınırları içerisinde işlenen bütün günahlar, hatalar ve suçlar ya din ya da bayrakla örtülmeye çalışılmaktadır. Bir yerde aşırı din ve aşırı milliyetçilik vurgusu varsa ardında saklanmaya ve gizlenmeye çalışılan bir hata ve bir suç var demektir.
Türkiye toplumunun bu suç kıskancından ve doğal olarak kullanılan din ve milliyetçilik kampından çıkabilmesi için öncelikle popülist siyasi söylemlerden ve popülist din eğitiminden uzaklaşması gerekmektedir. Yeni nesiller evrensel normlar içerisinde yetiştirilmeli ve bunun için de yeni bir sistemin oluşturulması gerekmektedir.
Bu açıdan baktığımızda insanların farklı din ve ırka sahip olmaları Allah’ın varlığının birer delili ve takdiridir. Irklar ve milletler birer hakikattir ve bu hakikati kimsenin inkâr etmesini beklemiyoruz. Ancak bu hakikat mızrağın ucuna asılan Kur’an ayeti gibi suçlarımızı temize çekme noktasında kullanılmamalıdır.
Peygamberimiz kendi dönemindeki asabiyet üzerine kurulmuş hastalıklı akrabalık ilişkilerine karşı büyük mücadeleler vermiş ve Adem’in çocukları arasındaki üstünlüğün ancak takva ile olabileceğini vurgulamıştır. Bu noktada insanların doğuştan kendi dahili olmadan içinde bulundukları kimlik üzerinden üstünlük oluşturmaya çalışmaları ilkelliktir. Önemli olan kendimizi ne kadar yetiştirdiğimiz ve eğittiğimizdir. Her ırkın ve milletin eşit hakka sahip olduğu Rum suresinde açıkça ifade edilmiştir; “Onun delillerinden biri de gökleri ve yeri yaratması dillerimizin ve renklerimizin farklı olmasıdır. Şüphesiz bunda akıl edenler için dersler vardır.”
Din ve milliyetçilik bağlamında sıkışan bir toplumu ancak erdemli insan yetiştirerek ve erdemli topluma dönüşerek kurtarabiliriz. Tepeden tırnağa, ailemizden okuldan, sokaktan siyaset diline kadar her şeyin değişmesi gerekmektedir.
Cumhuriyetin 100. yılını; eşitlik, özgürlük ve demokrasi ile taçlandırabilirsek Cumhuriyet tam anlamıyla Cumhuriyet olacaktır.
Yakın Dönem Deneyimi
AK Parti iktidarının ilk 10 yılına baktığımız zaman; yüzünü Batıya çeviren, Avrupa Birliği’ne girme noktasında bakanlık bünyesinde birimler oluşturan, çözüm süreci gibi çok riskli bir alana toplumu arkasına alarak adımlar atan, bu ülkenin ötekisi kabul edilen Alevilerle empati kurma noktasında çalıştaylar düzenleyen, başörtü sorununu demokratik çerçevede bir insan hakları sorunu olarak görüp çözen, ülkenin farklı hassasiyetleri ve sorunlarını demokrasi paketleri ile çözmeye çalışan ve bütün bunları yaparken de liberalleri demokratları yanına alarak temkinli bir şekilde yol yürüyen bir 10 yıllık sürece şahit olduk.
Bu 10 yıl içerisinde bu demokratik adımları atarken muhalefet, ulusalcı hassasiyetlerle neredeyse bunların çoğuna karşı çıkmış, samimi bulmamış ve geliştirilmesi noktasında da çözüm üretmemiştir.
AK Parti 10 yılın sonunda bu saydığımız birçok noktayı ilerletmiş ve artık güçlenmeye, askeri vesayeti geride bırakarak bu ülkenin asıl sahibinin kendileri olduğunu hissettirmeye başlamıştır. Güçlenen iktidar artık ne liberallere ne demokratlara ihtiyaç duymamak da sadece sandıktan çıkan sonucun verdiği özgüven ve güç zehirlenmesi ile tüm kararlarını tek başına alan demokrasinin ruhuna uygun olmayan adımlarla yol yürümeye başlamıştır.
Muhalefetin Sınavı
İktidarın tüm 20 yılını incelediğimiz zaman ilk 10 yılındaki bu demokratik adımların hepsini birer birer geriye sardığına, muhalefetin de bu durum içinde sessizliğine şahit olmaktayız. Muhalefet ne doğru muhalefet ederek bütün bu olanların yerine doğru bir şey koyabilmiş ne de sahadan çekilmiştir. Hep itiraz eden, seçimlerde hep yenilen ama sahadan da hiç çekilmeyen zayıf bir siyaset anlayışıyla koltuklarında oturmaya devam etmiştir.
Bugün Cumhuriyetin 100. yılında demokrasi ayaklar altındaysa, insan haklarının esamesi okunmuyorsa, bu iktidar kadar muhalefetin de sorumluluğundadır. Bugün şikâyet ettiğimiz ne varsa sadece ülkeyi yönetenler yüzünden değil ayrıca ülkeyi yönetemeyen ama yönetmeye talip olduğunu iddia eden seçkinci muhalefet yüzündendir.