[vc_row][vc_column][vc_column_text]En son çıkan “Kur’an’daki İslam’’ kitabınızda Kur’an’a göre İslam dini ve düşüncesini yeniden tanımlama ihtiyacına neden olan gerekçeler nelerdir?
Sorunuza kendi hikâyemden yanıt vereyim. Ben Mardin Kızıltepe ilçesinin bir dağ köyü olan Üzeyir Köyü’nde (Ulu Köy’de) dünyaya geldim. On yaşlarıma doğru Ortağurs/Yüceli köyünde ilkokula gittim. Türkçeyi bilmediğim için çok dayak yedim. Bu sıkıntıları, Mardin İmam-Hatip Okulunda ve İzmir Yüksek İslâm Enstitüsünde okurken de yaşadım. Çok kere azarlandım, hakaret gördüm. Diyanet İşleri Başkanlığının Haseki Eğitim Merkezinde okurken de çok kere Kürt diye ayrıma ve haksızlığa uğradım.
Ardından Manisa’da Merkez Vaizi olarak görev yaptığım sırada Yurt Dışı Din Ataşeliği mülakat sınavında yüz üzerinden 94 puan alarak birinci oldum. Fakat bu tür bahanelerle bana bu görev verilmedi. Diyanetten ayrılıp İzmir İlahiyat Fakültesinde Arapça okutmanlığı görevine geçtim. Ondan sonra akademik çalışmalarımda Yüksek Lisans, Doktora, Doçentlik ve Profesörlük kariyerlerini elde etmede hep haksızlığa uğradım.
İslâm konuşuyoruz, ama bana yapılanların İslâm’la hiç bağdaşmadığını düşünüyorum. Bu tür muamelelerin, başka çok kişiye uygulandıklarına şahit oldum. Özellikle Kur’ân üzerinde çalıştım. Tefsir Profesörlüğüne kadar geldim. İslâm adı altında işlenenlerin, Kur’ân’la hiç bağdaşmadığına, bu tür uygulamaların Kur’ân’la tam zıt olduğu kanaatine vardım. İki kere görevli olarak hacca gittim. Bu tür olumsuzlukların oralarda da yaşandığına şahit oldum. Kur’ân’ın emrettiği hak, hukuk, adalet ve insan haklarının büyük oranda İslâm âleminde yaşanmadığına şahit oldum ve şahit olmaktayız.
Defalarca Avrupa’ya gittim. Bunların, İslâm âlemine nazaran oralarda daha iyi yaşandığını gördüm. Pek çok kişi, İslâm âlemindeki bu çarpıklıkları ileri sürerek, onları İslâm’a mal etmeye çalışmaktadır. İslâm âleminde yaşanan her türlü ayrım, zulüm, haksızlık, adaletsizlik ve çarpıklıkların İslâm ve özellikle Kur’ân’dan kaynaklanmadığını, aksine yüz seksen derece Kur’ân’a ters düştüğünü ve bu haksızlıkları yapan sözde Müslümanların ‘İslamsızlık’larını anlatmak için, “Kur’ân’daki İslâm” adlı kitabımı yazdım. Sosyal hayatı incelediğimizde, “Kur’ân’daki İslâm”ın ayrı ve İslâm adına işlenenlerin ayrı şeyler olduğuna şahit olmaktayız. Gerçek İslâm’ı öğrenmek istiyorsak, onu Kur’ân ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) sünnetinden öğrenmeliyiz.
İslam dininin sosyal, siyasal, ekonomik ve toplumsal mesajlarını tefsir alanında çalışan biri olarak nasıl özetlersiniz?
Kitabımızda bu konuları Kur’ân’dan çeşitli ayetlerle izah etmeye çalıştık. Her şeyden önce Kur’ân-ı Kerim, tüm insanlara seslenen evrensel bir mesajdır. Hedefi ise, tüm insanların doğruyu bulmaları ve bunun neticesinde mutlu olmalarıdır. Sıralamada Kur’ân’ın ilk suresi olarak yer alan Fatiha suresi, Kur’ân’ın özeti durumundadır. Bu surenin başında, Allah’ın tüm âlemlerin rabbi olduğu anlatılmakta ve bir nevi İslâm’ın evrenselliğine dikkat çekilmektedir. “Hamd, âlemlerin Rabbi Olan Allah’adır.” (Fatiha 1/2.).
Allah, ne kadar erkeğin rabbi ise, o kadar da kadının da rabbidir; Türklerin rabbi ise, o kadar da Kürtlerin, Arapların, Ermenilerin, Farsların, tüm halkların rabbidir; Müslümanların rabbi ise, o kadar gayrı Müslimlerin, Hıristiyanların, Yahudilerin, Alevilerin, komünistlerin, ateistlerin, tüm inanç mensuplarının rabbidir. Allah, tüm insanların ve yaratmış olduğu tüm varlıkların rabbidir. Nitekim Kur’ân’ın son suresi olan Nas suresinde de Allah’ın tüm insanların rabbi, sahibi ve ilahı olduğu anlatılmaktadır.
İnsanlığın başlangıcından bu yana Allah tarafından gönderilen bütün peygamberler ve onların vasıtası ile gönderilen, başta Kur’ân-ı Kerim olmak üzere bütün mukaddes kitaplar, ayrım gözetmeksizin tüm insanların tabii haklarının eşit düzeyde korunmasını hedeflemişlerdir. Çeşitli ilmi kaynaklarda korunması istenen bu tabii insan hakları, tüm insanların malını, canını, neslini/namusunu, dinini ve aklını korumaktır. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.v.), iki hadiste şöyle buyurmuştur:
“Kendi nefsinize istediğinizi kardeşinize istemedikçe, iman etmiş olamazsınız.”(1)
“Kendi nefsinize istediğinizi tüm insanlara istemedikçe, Müslüman olamazsınız.”(2)
Buna göre, kendi malıma, canıma, neslime/namusuma, inancıma, aklıma, fikir ve düşünceme, dinime, dilime, kültürüme, kısacası maddi ve manevi tüm değerlerime tanıdığım hak ve hukuku tüm insanlara eşit düzeyde istediğim zaman imanım ve İslamım olur. Aksi takdirde imandan ve İslam’dan bahsetmem, kendimi kandırmamdan başka bir şey değildir.Toplumun sosyal, siyasal, ekonomik ve toplumsal durumunu buna göre değerlendirmek gerekir.
Başka İnançlara Küfür Etmeyiniz!
Yüce Allah bir ayette mealen şöyle buyurmaktadır: “Allah’tan başkasına tapanlara sövmeyiniz. Sonra onlar da cahillikle ileri giderek Allah’a sövmesinler. Böylece her ümmete işini güzel gösterdik. Sonra onların dönüşleri rablerinedir. O, onlara işlediklerini haber verecektir.” (En’âm 6/108). Bu ayette bildirildiği gibi, Allah’tan başka şeylere tapan müşriklere veya onların taptıkları şeylere küfrettiğimiz zaman, onlar da bizim inandığımız Allah’a küfredecekler. Biz de buna sebep olmuş oluruz. Bu ayette işaret edildiği gibi Allah, kültürel olarak tüm insanlara irade hürriyetini vermiştir. Buna göre insanlar istediği gibi inanır ve hayat sürdürür. Ancak Allah bunun hesabını kendilerinden sorar. Biz insanları inançlarından, yaşayış biçimlerinden, dillerinden, kültürlerinden dolayı sorgulayamayız.
Hz. Muhammed bir hadiste şöyle buyurmuştur: “Bir insanın kendi anne babasına küfretmesi, büyük günahlardandır.”Yanında bulunanlar, “Ya Resûlallah! İnsan kendi anne babasına küfreder mi?” diye sormuşlar. O, “Evet! İnsan başkalarının anne babasına küfrederse, onlar da onun anne babasına küfrederler. Dolayısı ile o kişi, kendi anne babasına küfretmiş olur.” (3)
Buna göre, kendi maddi ve manevi değerlerimize tanıdığımız hakkı, tüm insanların maddi ve manevi değerlerine de tanımalıyız. Örneğin biz, Hindistan’da ineğe tapanın ineğine küfredersek, o da haklı olarak bizim Allah’ımıza küfredecek. Biz, birilerinin bayrağına paçavra dersek, onlar da haklı olarak bizim bayrağımıza paçavra diyecekler. Kendi maddi ve manevi değerlerimize tanıdığımız hak, hukuk ve hürriyeti bu şekilde herkese eşit düzeyde kabul etmemiz, imanın ve İslâm’ın gereğidir. Aksi takdirde, kendi şahsiyet fukaralığımızı ortaya koymuş oluruz. İslam dininin sosyal, siyasal ve toplumsal mesajlarını, bu şekilde okumak mümkün.
Bir de şunu belirtmekte yarar var; Hz. Muhammed, siyasi ve idari yönetimde, gerektiğinde her türlü problem için kabile reisleri ile görüşmüştür. Ayrıca hiçbir halkın iradesini dışlayarak kendilerine yönetici atamamış, o halkın iradesine saygı göstermiştir. Her toplum, kendi içinden temsilcilerini seçerek Hz. Muhammed’e göndermişlerdir. Medine Vesikası, İslâm tarihinde bu konuda güzel bir örnek niteliğindedir. Medine sözleşmesi toplantısına, çeşitli Arap kabilelerinin ve Müslüman olmayan toplumların temsilcileri katılmışlardır. (4). O zamanki şartlara göre her temsilci, kendi halkı tarafından seçilerek gönderilmiştir. (Detaylı bilgi için Medine Sözleşmesi kitabı bağlamında Ali Bulaç ile yaptığımız röportaj için tıklayınız.)
Toplumsal ve Siyasal Konularda İslâm
Hz. Muhammed toplumsal ve siyasal meselelerde daima toplumların kendi aralarından seçerek gönderdikleri temsilcileri muhatap almıştır. O, asla herhangi bir topluma dışarıdan temsilci göndermek sureti ile onların iradelerini devre dışı bırakmamış ve onları bu şekilde idare etme yoluna gitmemiştir. Kur’ân-ı Kerim’de de aynı durum dile getirilmektedir:
“Ey İnananlar! Allah’a itaat edin, peygambere ve içinizden seçtiğiniz yöneticilerinize itaat edin. Eğer herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve ahiret gününe inanmışsanız, onu/o problemi Allah’a ve peygambere götürün/Kur’ân ve sünnete göre çözün. Bu, sonuç bakımından daha hayırlı ve daha güzeldir.” (Nisa 4/59).
[quotes quotes_style=”bpull” quotes_pos=”left”]Hürriyetleri ellerinden alınan halklar, zamanla kişiliklerini kaybetmekte ve şahsiyet fukaralığını yaşamaktadırlar.[/quotes]
Yüce Allah’ın bu ayette haber verdiği gibi, Allah’ın iradesi her şeyin üstünde tutulmalıdır. Ondan sonra Hz. Muhammed’in ve ondan sonra da toplumun kendi içerisinden seçtiği yöneticinin iradesine uygun hareket etmek ve ona tabi olmak gerekir. Bu ayette söz konusu olan “Ulu’l-emri minkum: Sizden olan yöneticiler” hakkında çeşitli yorumlar yapılmaktadır. Doğrusu her toplum, kendi kültürel anlayışı içerisinde kendilerini en iyi bir şekilde temsil etmeye layık gördükleri kişileri, kendi içlerinden seçeceklerdir. Allah, kendilerine bu irade hakkını tanımıştır.
Hz. Muhammed’den sonra halifeler döneminde dışarıdan valiler tayin edilmeye başlayınca, halkın bu konudaki iradeleri hiçe sayılmış ve bu nedenle Müslümanlar arasında iç kavgalar başlamıştır. Halkın kendi iradesi ile idarecilerini seçmesi, Allah’ın emrinin ve Hz. Muhammed’in sünnetinin gereğidir. Aslında kadın ya da erkek, kişinin kendi hür iradesiyle eşini seçme iradesi de bunun bir örneğidir. Köylü veya mahalleli, kendi hür iradesi ile muhtarını, ihtiyar heyetini seçer. Aynı silsile ile kaza halkı kendi hür iradeleri ile kendi kaymakam ve belediye başkanlarını seçmelidir. Vilayet halkı da hür iradeleri ile kendi içlerinden kendi vali ve belediye başkanlarını seçme hak ve hürriyetlerine sahiptirler.
Hürriyetleri ellerinden alınan halklar, zamanla kişiliklerini kaybetmekte ve şahsiyet fukaralığını yaşamaktadırlar. Onun için siyaseten halkın iradesini tanımadan dışarıdan muhtar, kaymakam, vali tayin etmek, seçilmiş belediye başkanlarının yerine kayyum atamak, Kur’ân’a ve sünnete muhalefet etmektir. Allah’a ve peygambere muhalefet edenlerin İslâm’dan bahsetmeleri, olsa olsa bir kıyamet alameti olur. Bu ilkelere göre İslâm âleminin halini ve dünya devletlerinin arasındaki yerini seyrediniz.
Müslümanların temel kaynağı olan Kur’an’ın toplumsal hayatın dışına itilmesinin tarihi ve güncel sebepleri nelerdir?
Diyebiliriz ki Müslümanlar, Hz. Muhammed’in döneminden hemen sonra, zamanla Kur’ân’ı toplumsal hayatın dışına atmaya başlamışlardır. Kanaatime göre, çeşitli fıkhi meselelerde bile, fakihlerin içtihatları Kur’ân’ın önüne geçirilmiştir. Arapların kültürleri ile ilgili rivayetler, fıkhi konulara karışarak bu alanda etkili olmuş ve din haline gelmiştir. Öbür tarafta idareyi ele geçirenler, egemenliklerini sürdürebilmek için Kur’ân ilkelerini dışlamışlardır. Bazı yöneticiler, zaman zaman makamlarını korumak için yakınlarını bile öldürtmüşlerdir. Yönetim tabakasında olanlar ilim ile fazla ilgilenmemiş, ilim daha çok fakir tabakaya bırakılmış, dolayısıyla ilim yönetime egemen olmaktan uzak kalmıştır. Âlimlere bağımsız bir fikir serbestliği tanınmamış, idarecilere muhalif görüş beyan eden âlimler ya yok edilerek ya da hapsedilerek susturulmuştur. Günümüzde de İslâm âleminde durum bundan ibarettir. Yöneticilere Kur’ân ilkeleri ile bile muhatap olsanız, egemenliklerine ters düştüğünüz zaman, terörist muamelesine tabi tutulmaktasınız. Fikir ve düşünceyi yasaklamak, insanlığı katletmektir.
Yine Kur’ân’ın toplumsal hayatın dışına itilmesinin diğer sebepleri; menfaatperestlik ve eğitimsizliktir. Egemenlerin İslam’ı, Kur’ân’ı ve dini duyguları kendi egemenliklerine malzeme olarak kullanmaları, farklılıkları kabul etmemeleri, aynı zamanda farklı Müslüman devletlerin birbirleri ile mücadele etmeleri, hak, hukuk ve adaleti kendi aralarında uygulamamaları ve benzeri nedenler, bu işin başında gelmektedir. Halk tabakası da eğitimsiz olunca, çok kolay bir şekilde kullanılabilmektedirler.
Tevhid, Allah’ın egemenliğini kabul etmek, O’nun iradesini her şeyin önünde tutmaktır. Ama bugün Müslümanların çoğu, kendi egemenliklerini, maddi ve manevi menfaatlerini Allah’ın iradesinin önünde tutarak bir tür şirke düşmektedirler.
[quotes quotes_style=”bpull” quotes_pos=”left”]Maddi manevi tüm değerlerinin eşit ölçüde sağlandığı bir toplum, uzlaşı ve barış toplumudur.[/quotes]
İslam’ın bir “toplum ideali” var mıdır? İslam’da barışın yeri ve ortak yaşamın inşa koşulları nelerdir?
Kur’ân-ı Kerim’in pek çok yerinde temiz inanç ve salih amel yani dürüstlük, hak, hukuk ve adaletle hareket etmek, güzel ahlak ile yaşamak gündeme getirilmektedir. Bu da gösteriyor ki, bu inanç ve ilkelere göre hareket edenlerden oluşan bir toplumda, toplumsal uzlaşı ve barış meydana gelmektedir. Tüm peygamberlerin ve tüm kutsal kitapların ortak ana hedefi, toplumu oluşturan bütün insanların malının, canının, neslinin/namusunun, inançlarının, akıllarının/fikir ve düşüncelerinin, dillerinin, kültürlerinin, kısacası maddi manevi tüm değerlerinin eşit bir ölçüde korunmasıdır. Bunların sağlandığı bir toplum, uzlaşı ve barış toplumudur. Böyle bir toplumda, her kişi kendini her bakımdan güvende hissetmekte ve dünya mutluluğunu yaşamaktadır. Herhangi bir konuda endişesi olmamaktadır.
Sebe kraliçesi Belkıs, toplumda bu adaleti, barış ve güveni sağladığı için, Allah tarafından Kur’ân-ı Kerim’de övülmekte ve örnek olarak gösterilmektedir. Bugün için İslâm âleminde bu güveni yaşayan herhangi bir toplum bulunmamaktadır. Ana sebep, yöneticilerinin bunu sağlamamasıdır.
Kur’ân’ın çeşitli yerlerinde “Sünnetullah”, yani Allah’ın yasası, kanunu, adaleti şaşmaz, değişmez, değiştirilmez. Daima hak yerini bulur. Kur’ân’ın üçte biri Kur’ân kıssalarından oluşmaktadır. Bu kıssalarda, tarihi gerçekler anlatılmaktadır. “Allah’ın adaletinden ayrılan, her türlü itikadi, kültürel ve siyasi farklılıkları reddeden, onları yok sayan, hatta her türlü gücü kullanarak onları ortadan kaldırmaya çalışanlar, ne kadar Müslüman geçinseler de helak olup yok olmaya mahkûmdurlar.” Sünnetullah’ın, Allah’ın yasasının gereği budur ve kimse bunun önüne geçemez.
İslâm’ın toplum ideali, toplumu oluşturan tüm bireyler arasında uzlaşı ve barışın sağlandığı bir toplumu oluşturmaktır. İslâm’ın kelime anlamı, barış ve güvendir. İslâm’ın hedeflediği toplumda, barış ve güvenin hâkim olduğu toplumdur. Barışın yeri ve ortak yaşamın inşası, Kur’ân’ın ve tüm peygamberlerle kutsal metinlerin ortak hedefi olan herkes için eşit düzeyde hak, hukuk ve adaletin inşası ile mümkündür. “Kur’ân’daki İslâm” adlı kitabımda bunu işlenmeye çalıştım.
Hak ve adaletin Müslümanların tebliği açısından yeri ve konumu ne olmalıdır? Bu konudaki eksiklikleri ve yetmezlikleri nelerdir?
Müslümanların, hak ve adaleti Kur’ân’ın ilke ve kurallarına göre ele alıp tebliğ etmeleri gerekmektedir. Bakış açıları Kur’ân ve onun tefsiri, açıklaması durumunda olan hadis olmalıdır. Şunu kabul etmek gerekir ki, hak olmadan, toplumsal uzlaşı, barış, güven, huzur, saadet ve mutluluk sağlanamaz. Hak kelimesinin Kur’ân’da 247 defa geçmesi, bu kavramın Kur’ân kültüründe ne derece önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Her şeyden önce “hak” kelimesi, birçok ayette Allah’ın bir ismi olarak geçmektedir. “Allah, hakkın ta kendisidir.” (el-Hac 22/6).
Hak
Hak mefhumu, insan hayatı ile birleşen, insanın yaşadığı her yerde var olan ve insanlar tarafından her an düşünülebilen bir olgu olduğu için, bu mefhumun insanlıkla beraber başladığını söylememiz mümkündür. Çünkü insan, sosyal bir varlıktır, tek başına yaşayamaz. İnsanların mutlaka birbirlerine ihtiyacı olmaktadır. İnsanlar beraber yaşadığı gibi, ihtiyaçları da beraber bulunmaktadır. Dolayısıyla insanlar, zaman zaman karşı karşıya gelmekte, çatışmaktadır. Bu gibi çatışmaların önlenmesi için, insanların haklarını düzene koyan ve koruyan kurallara ihtiyaç hissedilmektedir. Tarih boyunca, insan haklarını düzene koyan bu kuralların üzerinde durulmuş, bu konuda devamlı bir şekilde çalışmalar yapılmış ve daima bu hakları geliştirerek daha ileri bir düzeye getirmek için çaba sarf edilmiştir. İnsanların bu konuda geliştirdiği felsefi, hukukî ve sosyal kurallar, her zaman için değişmiş ve gelişme arz etmiştir. Çünkü insan fikri, daima gelişmeye ve değişmeye muhtaçtır.
[quotes quotes_style=”bpull” quotes_pos=”center”]İnsanlar arasında sağlanması arzu edilen evrensel barış, ancak insanların haklarına riayet etmek sureti ile sağlanabilir.[/quotes]
Kur’ân’ın insan hakları konusunda ortaya koyduğu açıklamaları ise, insan aklı tarafından geliştirilerek ortaya konan kurallar değildir; Allah’ın kelamı olup ilâhî vahye dayanmaktadır. Bu nedenle değişmeye uğramaz ve gelişmeye de ihtiyacı olmaz. Çünkü Kur’ân’ın tüm ayetleri, her konuda olduğu gibi hak ve adaletin en mükemmelini haber vermektedir. İnsanların konu ile ilgili yorumları, bilgileri, bilimsel gelişmeler ilerledikçe Kur’ân’a yaklaşmaktadır. İnsanlar, her konuda olduğu gibi hak mefhumu konusunda da ne kadar çalışsalar, çaba sarf etseler, o derece Kur’ân’ın bu konudaki açıklamalarına bir az daha yaklaşmış olurlar. Kur’ân’ın önüne geçilmez, ancak onun düzeyine yaklaşılır. İster insanların geliştirerek ortaya koyduğu insan hakları prensip ve kuralları olsun, ister Kur’ân’da bu konuda ortaya konan hükümler olsun, bütün hakkın toplumda düzenli bir şekilde uygulanıp sağlanabilmesi için, her kişinin başkasının haklarına saygılı olması ve kendisine tanınan haklarla yetinmesi gerekir.
Her insanın hakları, başkasının hakları ile sınırlıdır. İnsanlar arasında sağlanması arzu edilen evrensel barış, ancak insanların haklarına riayet etmek sureti ile sağlanabilir. Bu nedenle tüm insanların haklarının korunması için, çeşitli hukuk sistemlerinde, kendi haklarını kullanırken sınırı aşarak başkasının haklarına zararlı olan kişilere karşı çeşitli müeyyideler konulmuştur. İnsanlar tarafından ortaya konan bu müeyyideler, dünya hayatı ile sınırlıdır. Kur’ân’da bu konuda anlatılan müeyyideler ise hem dünya hem de ahiret hayatı ile ilgilidir. Kur’ân’ın anlattığı hukuk kurallarına uygun hareket eden insanlar, dünya hayatında toplumsal uzlaşı ve barışa kavuştukları gibi, ahiret hayatında da Allah’ın rızasına kavuşup ödüllendirileceklerdir.
Adalet
Adalet anlayışı ise, barış, huzur ve saadetin olmazsa olmazıdır. Toplumsal uzlaşı ve barış için adaletin önemi, bir insan biyolojisi için kanın önemi mesabesindedir. Adalet kelimesi, türevleriyle birlikte Kur’ân’da 28 defa geçmektedir. Adalet anlamında kullanılan “kıst” kelimesi de türevleriyle birlikte Kur’ân’da 25 defa geçmektedir. Dünyanın her yerinde, Cuma günlerinde kılınan Cuma namazlarında okunan hutbenin sonunda şu mealdeki ayet okunmaktadır: “Kuşkusuz Allah, adaleti, iyiliği ve akrabalara yardımı emreder; ahlaksızlığı, kötülüğü ve haksızlığı yasaklar; ders alasınız diye size öğüt verir.” (Nahl 16/90)
Bu ayette, dünya ve ahiretin düzenini sağlayan üç güzel şey olan adalet, ihsan/iyilik ve akrabalara yardımda bulunma emredilmekte; dünya ve ahiretin düzenini bozan üç kötü şey olan azgınlık, fenalık ve ahlak dışı şeyler de nehiy edilmekte, yasaklanmaktadır. Bugün için Müslümanlar, sadece bu ayete uygun hareket etseler, her şeyden önce kendi aralarında birçok problemlerini halletmiş olurlar ve dünya milletleri arasında çok daha ileri bir düzeye gelmeleri mümkün olur. Müslümanların yeryüzünde en çok okudukları ve maalesef en uzak oldukları ayet, bu ayettir. Adalet ile ilgili başka bir ayetin meali şöyledir:
“Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman, adaletle hükmetmenizi emreder. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (Nisa 4/58)
Bu ayette anlatılan, emaneti ehline verme ve insanlar arasında adaletle hükmetme meseleleri hem Müslümanlar hem de tüm insanlar için çok ciddi ve son derece önemli olan iki meseledir. Aslında bu iki mesele, biri diğerinden ayrılmayacak derecede birbirleri ile irtibatlıdır. Aynı zamanda bu mesajlar, daha çok egemen olan yöneticilere yöneliktir.
Bu bağlamda ahlak-hukuk ilişkisine dair neler söylersiniz?
Tüm peygamberler ve yine tüm kutsal metinler, toplumda güzel ahlakın hâkim olmasını hedeflemişlerdir. İnsanlar arasında yaşanması gereken adalet, güzel ahlakın bir sonucudur. Güzel ahlakın dışına çıkarak hak, hukuk ve adaleti çiğneyenler, toplumdaki yöneticiler tarafından gerekli müeyyidelerle yola getirilmelidirler.
Felsefecilere göre adalet, haksızlık etmek ve haksızlığa uğramanın ortası olan en önemli ahlaktır. Buna göre sosyal hayatta başkalarına haksızlık yapmamak ve başkalarının haksızlığına da maruz kalmamak gerekir. Adalet erdeminin/ahlakının toplumsal anlamı, toplumda herkesin kendi işini yapması, başkasının malını yememesi ve kendi malından olmamasıdır.
İslami kültür ya da ‘’Kültürel İslam’’ sizin için ne ifade ediyor?
Bir milletin dili, dini inancı, tarihi, örf ve adetleri, ahlaki kuralları, gelenek ve görenekleri, o milletin kültürünün unsurlarıdır. Bir milletin kültürü, o milletin yaşam tarzı, hayatı, kimliği ve kişiliğidir. Kendi kültürüne sahip çıkmayan bir millet, yok olmaya, tarih sahifelerinden silinmeye mahkûm olur. Bir insanın veya bir toplumun kendi kültürünü öğrenmesi ve yaşaması, canlılığını koruması demektir. Kültür, toplumların oksijeni durumundadır. İnsanlar oksijenle yaşadığı gibi, toplumlar da kültürleri ile yaşarlar. Kendi kültürünü kaybeden toplum, yok olmaya mahkûmdur. Kendi kültüründen kopan kişi ve toplumlar, başkalarının kültür potalarında eriyip giderler.
İslami kültür veya kültürel İslâm dediğimiz zaman, kültür unsurlarının geniş bir çerçevede İslâm inanç esasları dâhilinde değerlendirilmesidir. İslam kültür anlayışında bütün diller eşit olarak kabul edilmektedir. İslâm kültüründe inanç, İslâm inanç esasları olarak kabul edilir. Ancak diğer inançlara da tabii hak ve hürriyet tanınır. Her milletin tarih anlayışı, eşit bir derecede var kabul edilir. Örf, adet, gelenek ve göreneklerde, İslâm ahlak esasları dâhilinde herkese eşit derecede hak ve hürriyet tanınır. Kültürel veya İslami kültür, bu şekilde algılanabilir. İslami kültür veya kültürel İslam, dar bir çerçevede belli haklara göre sınırlandırılamaz.
İslam’da “millet-milliyetçilik” nerede konumlandırılır? İslam tarihinde dönem dönem ve özellikle son yüzyılda ortaya çıkan milliyetçi söylemlerin dayanakları var mıdır?
Allah Kur’ân’ın bir ayetinde mealen şöyle söylemektedir: “Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için, sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Kuşkusuz Allah yanında en üstün olanınız, (günahlardan) en çok korunanınızdır. Allah, bilendir, haber alandır.” (Hucurât 49/13)
Bu ayette haber verildiği gibi Allah, insanları farklı kabile ve milletler halinde yaratmıştır. Bu farklılık, bir milletin diğer milletlerden üstün veya aşağı olmasını ifade etmez. Şu veya bu milletten olmak, hiçbir insana diğer milletlere karşı üstünlük sağlamaz. Ancak Allah’tan korkmak, onun emir ve yasaklarına riayet etmek, dürüst bir hayat sürdürmek ve özellikle insanların tabii haklarına saygı göstererek, bu konuda gereken şartlara uygun hareket etmek, adaleti hakkı ile uygulamak, insana üstün bir şahsiyet kazandırmaktadır. Bu ayette açık bir şekilde anlatıldığı gibi, her ferdin başka fertleri, her ailenin başka aileleri, her kabilenin başka kabileleri ve her milletin başka milletleri tanıması, hor görmemesi, saygı duyması gerekmektedir.
Dışımızdaki bir kavmi veya bir milleti tanımamak, Allah’ı tanımamak ve onun kelamı olan Kur’ân’ı anlamamak demektir. Farklılıkları kabullenmek, peygamberler yolunun olmazsa olmazıdır. Farklılıkları kabul etmemek, toplumsal uzlaşı ve barışın altına dinamit koyup yıkmaya çalışmaktır. Bu tür zararlı şeylerden uzak durarak, hayatın bütün alanlarında kendimize tanıdığımız her türlü hak ve hürriyeti, eşit düzeyde herkese tanımamız icap eder. Görüldüğü gibi Yüce Allah bu ayetin başında, “Ey insanlar” diye hitap etmek suretiyle, bu ayetteki mesajların, yalnız inananlara değil, bütün insanlara yönelik olduğunu göstermektedir.
Birbirini Haklarıyla Beraber Tanımak
Bu ayette geçen “Teârüf” kelimesi, karşılıklı tanışmak, birbirini tanımak ve benzeri anlamları ifade etmektedir. İnsanın, bu anlam kapsamı içerisinde önce kendisini ve ardından da başkalarını tanıması gerekir. İnsanı tanımak, onun maddi manevi her türlü hakkını tanıyıp kabul etmekle olur. Bu hakları tanımak, imanın ve İslam’ın gereğidir. Kur’ân ve sünnette bu ve benzeri açıklamalarda haber verildiği gibi tüm insanları, tüm halkları, tüm milletleri bu şekilde kültürleri ile farklılıkları ile tanıyıp kabullenmek icap eder. Aynı zamanda bu, ahlaki insanın ve ahlaki toplumun kurallarının gereğidir. Bu ahlaki kurallara muhalefet etmek, Allah’a muhalefet etmek ve Kur’ân’ı anlamamaktır.
Aslında her insanın, başkasını tanımadan önce kendini tanıması gerekir. İnsanın kendini tanıması, kendi manevi varlığını, kimliğini, inancını, dilini, kişiliğini, tarihini, örfünü, âdetini, güzel ahlak kurallarını, kısacası genel olarak bir bütün halinde kendi kültürünü öğrenip bilmesi gerekir. Her insanın, önce kendisine değer vermesi icap eder. “Kendini tanıyan, Rabbini tanımış olur” anlamındaki bir hadiste, bu hususa dikkat çekilmektedir. Bir insanın Allah’ı tanıması için, kendi manevi cephesini, kendi şahsını ilgilendiren ahlak kurallarını anlaması, kendi kimliğini ve kültürünü tanıması gerekir. Buna göre insanın Allah’ı tanıması, kendisini tanımasından geçer. İnsan kendi kültürünü bir bütün halinde öğrenip özümsediği zaman, kendi manevi cephesini tanımış olur ve bu şekilde kendi şahsiyetini kazanmış olur. Kendi dilini, dinini, kimliğini, tarihini, örfünü, kısacası kültürünü öğrenmeyen insan, kişilik problemini ve aşağılık kompleksini yaşar. Bu tür insanlar, kendilerine olan özgüveni kazanamazlar ve daima başkalarına sığınma ihtiyacını hissederler. Her insanın, yaratılışın gereği olarak önce kendisini tanıması ve anlaması icap eder.
Burada anlamı üzerinde durduğumuz ayet, her insanın önce kendi manevi cephesini, kendi ahlak kurallarını iyi tanımasının gerektiğine işaret etmektedir. Kendi manevi cephelerini tanımayanlar, başkalarına tabi olurlar ve neticede kültürel açıdan asimile olup yok olurlar. Bu tür insanlar, dünya hayatında psikolojik ve sosyolojik bir dönmeliği yaşadıkları gibi, ahirette de azabı hak ederler. Dünya hayatında en kötü şey, insanın kendini tanımamasıdır. Nitekim Hz. Muhammed, “Bildiği halde babasını inkâr edip başkasını kendi babası olarak iddia eden kişi, küfre girmiş olur. Kendi kavmini, ırkını inkâr edip başkalarına tabi olanlar, cehennemdeki yerlerine hazırlansınlar”(5) diyerek bunun acı sonucunu haber vermiştir. Nitekim halk arasında söylenen bir atasözünde, “Aslını inkâr eden, haramzadedir” denmektedir. Bu nedenle olacak ki tarih boyunca her toplumda asimile olmuş devşirmeler, kendi milletlerine daha çok zararlı olmuşlardır.
İslâm’da İmtiyazlı İnsan Yoktur
Bu ölçüler dâhilinde herkes kendi kavmini milletini tanır, kültürünü sever ve yaşar. Bu, tüm insanların, tüm halkların en tabii haklarıdır. Kendisi için tanıdığı milli kültürünü, hakkını, hukukunu, başkalarına da aynı derecede tanımak mecburiyetindedir. İşte bu noktada insanın kendi milli duygularına, kültürüne, tanıdığı hakkı başkalarına tanımaması, ırkçılıktır, küfürdür, İslâm dışıdır. Allah herkesin Rabbidir. Her konuda olduğu gibi, bu konuda da herkese eşit hak tanır. Örneğin bir Kürt, kendi diline, kimliğine, maddi manevi tüm değerlerine tanıdığı hakları eşit ölçüde bir Türk’e tanımadığı zaman, ırkçılık yapmış olur, küfür üzeredir. Aynı şekil bir Türk, kendi diline, kimliğine, kültürüne, maddi manevi tüm değerlerine tanıdığı hakları eşit ölçüde tanımadığı zaman, ırkçılık yapmış olur, küfür üzeredir. Bu yalnız Türk Kürt meselesi değil, tüm milletleri, tüm insanları bu şekilde değerlendirmek gerekir. Bu durum, Kur’ân’ın pek çok ayetinde ve Hz. Muhammed’in pek çok hadisinde dile getirilmektedir.
Hz. Muhammed’den (s.a.v.) bu yana, Müslümanlar çoğunlukla bu konuda Kur’ân yolunun dışına çıkmışlar, kendi kavimlerini başkalarından üstün görme eğilimine gitmişler. Zaman zaman günümüzde olduğu gibi bu konu tehlikeli boyutlara varmıştır ve insanlar zarar görmüşlerdir.
Aliya İzzetbegoviç (ö. 1424/2003), Allah’ın insanları özgür ve eşit yarattığını, herhangi bir milletin de diğerinden iyi veya kötü olmadığını dile getirmiştir. Onun ifade etmeye çalıştığı gibi insanlar, devredilemez haklarla doğmaktadır ve herhangi bir otoritenin, insanları bu haklardan mahrum bırakma hakkı da yoktur.(6) İzzetbegoviç, başka bir ifadesinde şöyle söylemiştir: “Allah, hepimizin yalnız bir tek millet olmasını isteseydi, öyle yapardı. Ama O, öyle bir şey istememiştir. Bizi kabilelere, milletlere ayırmış, karşılıklı saygı içerisinde olmamızı emretmiş, birbirimize zarar vermemizi yasaklamıştır. Allah’ın, kendimizden farklı olana saygılı olmamız ve hoşgörülü davranmamız yolundaki çağrısı, medeni dünyanın uyduğu en yüce insani çağrıdır.” (6; s. 547)
[quotes quotes_style=”bpull” quotes_pos=”left”]Kur’ân ve sünnet açısından cihat, zararlı taassupların önünü kesmek için yapılan hukuki ve ahlaki mücadeledir.[/quotes]
Buna göre İslâm dini açısından, imtiyazlı insan yoktur. Kur’ân ve sünnet açısından kavim, kabile, ırk, kavmiyet, soy imtiyazı veya üstünlüğü olmadığı gibi, şahıs veya sınıf imtiyazı da yoktur. Herhangi bir kişinin kendi inancından veya kendisine hakikat kabul ettiği görüş ve kanaatten başka inanç, görüş ve kanaatlere veya bunları taşıyan kişilere karşı düşmanlık beslemesi, onları kötü görmesi, taassup olarak kabul edilir. İslâm dininin en büyük düşman olarak gördüğü bu taassup, ruhi/psikolojik bir hastalıktır. Bu hastalık, din ve inanç alanında kendisini gösterdiği gibi, siyasi, felsefi, milli ve benzeri alanlarda da ortaya çıkmaktadır. Bu tür zararlı taassup duyguları, cehaletten kaynaklanmaktadır.
Zaman zaman dindar geçinen bu tür cahillerin taassubu nedeniyle din, mezhep, milliyet ve benzeri duygulardan kaynaklanan düşmanlıklar, insanlar arasında savaşların meydana gelmesine ve pek çok insanın kanının akmasına sebep olmuştur. Tarihin çeşitli dönemlerinde bu tür kirli oyunlar yaşanmış ve haksız yere insanlar ölmüştür. İslâm dininde bu tür taassubun, fikir ve kanaat düşmanlığının yeri yoktur ve olamaz. Kur’ân ve sünnet açısından cihat, bu tür zararlı taassupların önünü kesmek için yapılan hukuki ve ahlaki mücadeledir. (7)
“Dini taassup, cahil dindarın kendi dini akidelerini mutlak surette hak ve başka akide ve kanaatlerin de mutlak surette batıl olduğuna inanmasından doğan bir tuğyan ve hırçınlıktır. Fakat din ve vicdan hürriyetinin düşmanı yalnız bu değildir. Bunun kadar siyasi taassup da bu hürriyetin düşmanıdır. Hatta belki daha kindar, daha zalim ve yıkıcıdır. Çünkü, dini taassupta çok kere hasbilik hâkim olduğu halde, siyasi taassupta hemen daima şahsi fayda, his ve hırsı hâkimdir.
Siyasi taassup, bir şahsın hayat ve cemiyet hakkında kendi görüşlerini mutlak surette hak ve başka kişilerin konu ile ilgili görüşlerini batıl telakki etmesinden ileri gelen cahilane bir düşmanlıktır. Siyasi taassubun inandığı ve bağlandığı şey, yalnız madde ve menfaattir. Fakat madde ve menfaat fikri etrafında kitleleri coşturup harekete getirmek kolay değildir. Onun için siyasi taassup, bir efsane yaratmaya ve bu sayede taraftar avlamaya mecburdur. Hülasa dini taassup, kendisine inandırmak için devletten kılıç kuvveti ve hizmeti isteyen mabedin hırçınlığı ve tecavüzcüsüdür. Siyasi taassup da omuzlara daha kuvvetle çökebilmek için bütün hareketlerini mabede alkışlatmak isteyen politikanın hırçınlığı ve tecavüzüdür.” (7; s. 156)
Dinin siyasetle ilişkisi sürekli tartışılagelmiştir. İslam ülkelerindeki din ve siyaset ilişkisine ve özellikle iktidar deneyimleri bağlamında değerlendirir misiniz?
Her dinin kendine göre ilkeleri var olduğu gibi, İslâm’ında kendine göre ilkeleri vardır. Siyaset, toplumu idare etmektir. İdare, Kur’ân ve sünnetin ortaya koyduğu hak, hukuk ve adalet ölçüleri dâhilinde olmalıdır. Yukarıdaki yorumlarımızın çeşitli yerlerinde bu hususlara işaret ettik. İslâm ülkelerinde pek çok yerde siyaset, Kur’ân ve sünnetin hedeflediği toplumsal uzlaşı ve barışa yönelik değildir. Özellikle iktidar olanlar, siyasetin gerektirdiği insan eşitliği, hak, hukuk ve adalet ilke ve prensiplerinden uzak bulunmaktadırlar.
Çoğunlukla iktidar olanlar, egemenliklerini sürdürebilmek için dini duyguları kendilerine malzeme olarak kullanmaktadırlar. Bu tür uygulamalar, İslâm âleminde toplumsal uzlaşı ve barışın sağlanmasına asla katkı sağlamamakta, aksine son derece zararlı olmaktadır. Bu tür sakatlıkların giderilmesi için, İslâm toplumunun cehaletten kurtulması ve kültür düzeyinin yükseltilmesi gerekir. Aksi takdirde cahil, kültürsüz halk toplulukları, daha uzun süre siyaset malzemesi olarak kullanılmaya devam edecektir. Unutmamak gerekir ki, bugünkü Müslümanların kirli bezinde, İslâm’ın tarağı yoktur.
“Kur’an açısından Hayvanlar ve Bitkiler” kitabınızda hiçbir kutsal kitabın Kur’an kadar kâinat, tabiat ve doğadan bahsetmediğini ifade ediyorsunuz. İnsanların kendi aralarındaki ilişkiler kadar diğer canlı türleri ve doğayla ilişkileri hakkında neler söylersiniz? Bu bağlamda İslam’ın bir doğa felsefesi var mıdır?
Kitabımız Türkiye’de sahasında yayımlanmış tek eserdir. Bu kitabımız, Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yönetim Kurulu’nun kararı ile “Özgün Araştırma Eseri” olarak kabul edilmiştir. Ardından da kitabımızın ilk baskısı bu onay üzerine, 2008 yılında Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları arasında yayımlanmıştır. Kitabımızın ikinci baskısı, 2011 tarihinde Fecr Yayınevi tarafından gerçekleştirilmiştir.
Kur’an, çevreden, çevredeki su, hayvan ve bitkilerden çok yönlü bahsetmektedir. Kur’an’ın, çeşitli hayvan ve bitkilerden bahsetmesi, tesadüfî bir olay değildir. Bunun pek çok hikmet ve sebepleri vardır. Bununla, insanların hem maddi hem de manevi cephelerine işaret edilmekte ve insana çok yönlü mesajlar verilmektedir. İnsanların, yaşadıkları dünyada güven içinde sağlıklı ve mutlu yaşamaları için, bu mesajlardan haberdar olmaları ve bu konuda kendilerine düşen çeşitli görevleri yerine getirmeleri gerekmektedir. Ayrıca insanların, tabiî özellikleri gereği tabiatı, çevreyi, hayvan ve bitkileri sevmelerinin çok yönlü hikmetleri vardır. Bu nedenle, “Kur’an Açısından Hayvanlar ve Bitkiler” başlıklı bu kitabımızda bu konular üzerinde detaylı bir şekilde durduk.
Hiçbir kutsal kitap, Kur’an kadar kâinat, tabiat ve doğadan bahsetmemektedir. Kur’ân, insana kâinatın nasıl ve niçin yaratıldığı, ondaki çeşitli varlıkların yapısı hakkında çok çeşitli genel bilgiler verdiği gibi, insanın onunla nasıl bir irtibat ve ilişki içerisinde olması gerektiği hakkında da rehberlik edip ona yol göstermektedir. Allah, hayvanlar ve bitkiler dâhil olmak üzere tüm çevreyi, tabiatı belli bir nizam ve intizam içerisinde yaratmıştır. Bunu korumakla görevli olan insanoğlu, zaman zaman cehalet ve menfaat duyguları nedeniyle Allah’ın koyduğu bu düzeni bozmakta ve ona zararlı olmaktadır.
[quotes quotes_style=”bpull” quotes_pos=”left”]Doğa, bitki ve hayvanlar, insansız olabilir ama insan, hiçbir zaman onlarsız olamaz.[/quotes]
İnsanın tabiatı koruması, içinde yaşadığı maddi ve manevi ortam olan çevreyi temiz tutması, bu kapsamda bitki ve hayvanları himaye etmesi ve onlara gereken özeni göstermesi, görevleri arasında önemli bir yer tutmaktadır. Çünkü dünya ve içindekiler, insanlar için yaratılmıştır. Diğer çeşitli varlıklar gibi bitkiler ve hayvanlar, insanlar için yararlı olduğu sürece değerlidir. Buna göre şunu asla unutmamak gerekir ki doğa, bitki ve hayvanlar, insansız olabilir ama insan, hiçbir zaman onlarsız olamaz.
Hayvan ve bitkileri koruma, aynı zamanda insan hakları ile ilgili bul bir konudur. Çünkü yeryüzündeki bitki ve hayvanlar, yalnız bizi değil, aynı zamanda diğer insanları da ilgilendirmektedir. Hem hayvanlardan hem de bitkilerden, tüm insanlar yararlanmaktadır. Bunlara zararlı olmak veya bunları gereğinden fazla harcamak, başka insanların hakkını çiğnemek anlamına gelmektedir. Bitki ve hayvanları sevmeyen, insanları da sevmez. İnsanı seven, onun hakkını göz önünde bulunduran, insan hayatının devamında önemli rol oynayan bitki ve hayvanları da sever ve korur.
Kaynaklar
1. Müslim, İman, 71, 72; Buhari, İman, 7; Tirmizi, Kıyame, 59; Nesai, İman, 19,33; İbn Mace, Mukaddime, 9; Darımi, Rikak, 29; İbn Hanbel, III, 176, 177.
2. Tirmizi, Zühd, 2; İbn Mace, Zühd, 24; İbn Hanbel, II,310; III, 473; IV, 70,77.
3. Ebû Dâvûd, Edeb, 127, hadis no: 5141; Muhammed b. Allân, Delilu’l-Falihin, Daru’l-Fikr, Beyrut tsz., II, 182.
4. Ali Bulaç, Medine Sözleşmesi, Çıra Yayınları, İstanbul 2020, s. 135 vd.
5. Buhârî, Menâkib, 5, hadis no: 3508.
6. Aliya İzzetbegoviç, Tarihe Tanıklığım, trc. Alev Erkilet ve diğerleri, Klasik, İstanbul 2015, s. 545.
7. Ali Fuat Başgil, Din ve Laiklik, s. 149 vd.[/vc_column_text][vc_column_text][/vc_column_text][vc_column_text][/vc_column_text][/vc_column][/vc_row]