Mehmet Rami Ayas’ın Doğu Batı Yayınları’ndan çıkan Türkiye’de İlk Tarikat Zümreleşmeleri: Din Sosyolojisi Açısından Bir Araştırma adlı çalışması, uzun yıllar din sosyolojisi alanında çalışmalarını sürdüren araştırmacının 1966-1969 yılları arasında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde tamamladığı doktora çalışmasıdır ve Türkiye’de din sosyolojisi alanında yapılan ilk doktora tezi olma özelliğini taşımaktadır. Söz konusu çalışmasında Ayas, din sosyolojisi perspektifinden dini zümreleşme olgusunu ortaya koyarak Anadolu’daki ilk tasavvuf örgütlenmelerinin peşine düşmektedir.
Bilindiği üzere sosyolojinin bir dalı olan din sosyolojisi, dini verilere sosyoloji açısından yaklaşır. Bir yandan dini etkileyen insan ilişkilerini ele almakta, öte yandan insanlar arası ilişkiler üzerinde dinin etkisini incelemektedir. Bu doğrultuda Ayas’ın çalışması, din ile toplum arasındaki bağlantı noktalarını tespit ederek başlamaktadır.
Din, en yalın anlamıyla kutsalın tecrübe edilişi olarak tanımlanacak olursa şu görülecektir ki, insan toplumsallığının başlangıcından bu yana dini hayat çeşitli tezahürleriyle insanlar tarafından deneyimlenmektedir. Ayas, çalışmasında, toplumsal bir fenomen olan dinin ilk etapta bireysel olarak tecrübe edilişi üzerinde durmaktadır. Bu kapsamda kutsal olanın bireysel olarak tecrübe edilişi bir başlangıç noktasıdır. Dini deneyimin, onu tecrübe eden kişiyi aşarak toplumsal bir fenomen meydana getirmesi, dinin ayırt edici tarafı olduğu kadar din sosyolojisinin de temel çalışma alanını oluşturmaktadır. Bu bağlamda din sosyolojisi dinin bireysel tecrübesinin dışa vuran şekilleriyle ilgilenmiş, kutsalın tecrübesini toplumsal boyutuyla anlamaya çalışmıştır. Denilebilir ki, kutsalın tecrübesi mutlaka başka insanlara yayılmaktadır. Başka insanlara yayılmakla asıl tecrübenin sahibinden ayrılıp, salt içsel olarak kalmaktan uzaklaşan, tinsel olarak ortaklaşa deneyimlenmeye başlayan dini tecrübenin cemaat teşkil edici bir etkisi vardır.
İnsan, dini tecrübe yardımıyla belirli bir dünya görüşü kazanmaktadır. Bu dünya görüşü ise bireyi dini olmayan konularda da belirli bir tavır takınmaya, tabiat, tarih ve kültürü belirli bir açıdan değerlendirmeye sevk etmektedir.
Ayas’ın çalışması, dini tecrübenin farklı ifade biçimleri gösterdiğini ve bunların da teorik, pratik ve sosyolojik olmak üzere üç temel şekilde ayırt edilebileceğini söylemektedir. Ayas, tanrı, dünya ve insan etrafında hareket hâlinde olan dini tecrübenin yukarıda değinilen teorik ve pratik ifadesinin birbirine sıkı sıkıya bağlı olduğunu vurgulamaktadır. Kutsalın tecrübe edilişi olan din, tanrıya ve tanrısal güce derin bir saygı ile kulluk eylem ve davranışlarıyla tezahür etmektedir. Dinin teorik yönünün, yani öğretisinin insanlarda olumlu bir karşılık bulması insanları birbirine yaklaştırmakta, ortak bir deneyim paydası meydana getirmektedir. Denilebilir ki, dini tecrübenin mitik ve öğretisel boyutuyla bütünleşik ameli boyutunun cemaat teşkil edici bir etkisi vardır. Dini öğretiden kaynaklanan tasavvur ve fikirler zamanla eski canlılıklarını yitirse dahi dini âyin, merasim ve ritüeller geleneksel şekilde canlılığını yitirmeden süregitmektedir. Bu da dini pratiğin gücünü gösteren bir işarettir.
İnsan, yine dini tecrübe yardımıyla belirli bir dünya görüşü de kazanmaktadır. Bu dünya görüşü ise bireyi dini olmayan konularda da belirli bir tavır takınmaya, tabiat, tarih ve kültürü belirli bir açıdan değerlendirmeye sevk etmektedir. İnsanın dünyevî şeylere karşı tavır alışı değişmektedir. Bu tavır alış, tamamıyla dini olarak temellendirilmiş bir öğreti olarak ortaya konulmaktadır. Bu da insanları birbirine yaklaştıran, onları cemaat hâline getiren önemli bir gerçekliktir.
Dinin Sosyolojik Gerçekliği
Ayas’a göre dini tecrübenin teorik ve pratik ifadelerinin yanında üçüncü bir ifadesi de onun sosyolojik bir gerçeklik oluşudur. İşte dini zümre denilen topluluklar burada kendini göstermektedir. Profan (dünyevî) olarak ele alınabildiği gibi dini tecrübenin sosyolojik bir ifadesi de olabilen zümreleşme olgusu ümmet içerisinde ortaya çıkan çeşitli mezhep, tarikat ve sektlerde ifadesini bulmaktadır. İslamiyet bağlamında dini tecrübenin Anadolu coğrafyasında bu bahsedilen zümreler aracılığıyla cemaatleşmesinin nasıl bir süreç sonucunda ortaya çıkmaya başladığı Ayas’ın çalışmasının ana eksenini oluşturmaktadır.
Kitabın ilk bölümü zümreleşme olgusunun tezahürleri hakkındadır. Ayas, çalışmasında dini zümreleri iki temel kategoride ayırt etmektedir; bunlardan ilki din dışı sebeplerle meydana gelmiş, varlıkları dini zümrelerin doğuşundan önce gelen bir takım toplumsal grupların dinin de taşıyıcısı olması durumudur ve bunlara ‘tabiî dini zümreler’ adı verilmektedir. İkinci grup ise dinin, kendiliğinden yeni bir takım toplumsal zümreler, daha önce mevcut olanlarla özdeş olmayan, ümmet gibi evrensel olanların yanında mezhep, tarikat ve kardeşlik topluluklarıyla salt dini olan topluluklar yaratmasıdır. Ayas, dini tecrübenin kaynağından neşet eden bu gruplara da ‘dinden doğan zümreler’ adı verildiğini ifade etmektedir. Bu çeşit dini zümreler her seviyedeki dinde ortaya çıkabiliyor olsa da esas itibariyle evrensel dinler adını verdiğimiz tek tanrılı dinlerde kendini göstermektedir.
Çalışma, dini zümreleşme açısından önemli bir çıkış noktasına, özellikle evrensel dinlerin ortaya çıkışında kendini gösteren bir olguya dikkati çekmektedir; dinlerin ortaya çıkışında, özelikle yüksek ve evrensel olanlarında beliren ilk yenilik bir din kurucusunun kendini göstermesidir. Bu din kurucularının etrafında ‘tilmiz’, ‘havari’, ‘sahabe’ adları verilen dar bir kadro teşkil etmiş ve ilk inanç alışverişi bu küçük kadro ile yapılmıştır. Ayas, çalışmasında sözü edilen kadronun darlığını yeni dini tecrübenin başlangıçtaki mahremliğiyle izah etmektedir. Dini tecrübenin ortaya çıkışı sonrasında, söz konusu öğretinin korunup aktarılabilmesi, başlangıç aşamasında dini tecrübenin mahrem olmasını ve sık dokulu küçük bir grup olarak örgütlenmesini gerekli kılmaktadır. Dolayısıyla yeni dini tecrübenin mahrem oluşu, cemaatin de ilk etapta mahrem oluşunu gerektirmektedir. İşte dinden doğan toplulukların aslî şekli ve tarih boyunca idealize edilen ve örnek alınan formu, din kurucusu ve onun manevi şahsiyeti ve mesajı etrafında bir araya gelen küçük topluluktur.
Böylece din kurumlaşmaya başlar; somut örgütler yaratarak onları geliştirir. Bu süreçte din, devlet gibi öteki siyasal-toplumsal kurumlarla daha sıkı bağlar kurmaya başlar ve böylelikle bir dine mensup olmak, şahsi inanç bağlılığı olmaktan çok, belirli ahlak ve hukuk gereklerini benimsemek ve somut bir organizasyona katılmak anlamını taşır.
Hemen hemen tüm dinlerin inananları ve onların meydana getirdikleri zümreler çelik çekirdek diyebileceğimiz bir tarihsel-dinsel referans noktasına kendilerini atfeder ve onu örnek alırlar. Sonuç olarak daha önce mevcut olmayıp, Weber’in tabiriyle “karizmatik” bir şahsiyetle ortaya çıkan bu ilk zümre, dini cemaatlerin teşekkülünde ilk adımı teşkil etmiştir.
Ayas’a göre, din kurucusu ve onun etrafındaki dar kadro bu dünyadan ayrılınca zümre mensuplarını bir arada tutan merkez kaybedilmiş olur. Bundan sonra zümrenin bağı, dini öğreti, âyin ve ibadetler ile aradaki zamanda gelişen bir takım teşkilat unsurlarına dayanmaya başlamaktadır. Böylece din kurumlaşmaya başlar; somut örgütler yaratarak onları geliştirir. Bu süreçte din, devlet gibi öteki siyasal-toplumsal kurumlarla daha sıkı bağlar kurmaya başlar ve böylelikle bir dine mensup olmak, şahsi inanç bağlılığı olmaktan çok, belirli ahlak ve hukuk gereklerini benimsemek ve somut bir organizasyona katılmak anlamını taşır.
Ayas, Anadolu’da ortaya çıkan ilk dini-tasavvufi örgütlenmeleri ortaya koyabilmek için dini zümrelerin ilk olarak nasıl bir toplum çevresinde varlık gösterdiği sorusuna yanıt vermeye çalışmıştır. Bu başlangıç noktası, yeni dini öğretinin Hz. Muhammed’e tebliği sonrası ortaya çıkan bir ümmet gerçeğiyle bağlantılıdır. Bu dini-toplumsal ifade ilk etapta Arap toplumu içerisinde doğup gelişmiş, ardından İran toplumunu, daha sonra Türk topluluklarını da içine alarak onları müşterek bir ümmet potasında bir araya getirmiştir. Ancak hem İran hem de Türk toplumlarında İslam dini ile toplum arasındaki ilişkiler neticesinde Arap-İslam kültüründen farklı kültürler ortaya çıkmıştır. Sözü edilen farklılıkları ortaya koyan en önemli amiller ise bu toplulukların kendilerine özgü şartları, özellikle de tarihsel, toplumsal, kültürel arka planlarıdır. Bu durum, Türk topluluklarında da kendini göstermektedir. Ayas, sözü edilen bu durum haricinde Türklerin Müslümanlığa intisap edişlerinde, Emevi-Abbasi nüfuz merkezlerinden siyasi nedenlerle uzaklaşmak mecburiyetinde bulunan Hz. Ali taraftarlarının ve onlarla sıkı bir rabıta içerisinde bulunan tasavvuf erbabının önemli etkisi olduğunu belirtmektedir.
Bir Orta Asya halkı olan Türklerin İslamiyet’e intisaplarının ardından Ön Asya’ya yöneldikleri söylenebilir. Ancak bu nüfus hareketini yalnızca yeni dinle açıklamak yeterli olmayacaktır; özellikle İran’da Büyük Selçuklu Sultanlığı’nın kurulmuş olması, nüfus yoğunluğu, otlak darlığı ve kuzeyden gelen Moğol baskısı gibi etkenler, Oğuzların kalabalık topluluklar halinde Selçuklu İmparatorluğu sahasına göç etmelerini kolaylaştırmış, aralarında İslamiyet yayıldıkça, bu göçler ardı ardına yoğun nüfus hareketlerini meydana getirmiştir. Ancak Ön Asya’daki yerleşik kültür hayatı ile yeni gelen Türklerin arasında uyuşmazlıklar zamanla çatışmaya dönüşmeye başlamıştır. Hem egemenliği sürdürebilmek kaygısı hem de gazâ ve ganimet elde edebilmek amacıyla merkezi İran coğrafyasında bulunan Büyük Selçuklu Sultanlığı tarafından sözü edilen Oğuz-Türkmen topluluklar Anadolu’ya, Bizans sınırlarına itilmiştir. Özellikle Malazgirt Savaşı’ndan sonra sözü edilen göçer ve yarı göçer Oğuz-Türkmen boyları ardı ardına Anadolu coğrafyasına akmıştır.
Bu toplumsal hareketlilik, Anadolu içerisinde yoğun bir Türk-İslam toplumunun teşekkülünü mümkün kılmıştır. Böylece Türklerin Anadolu’ya gelişleriyle İslam dünyası içerisindeki dini ve tasavvufi hareketler yankısını Anadolu coğrafyasında da göstermeye başlamıştır. Bu demek oluyor ki Anadolu’da görülmekte olan dini zümreleşmeler, İslam âlemindeki dini-toplumsal hareketlilikle yakın bir ilişki içerisindedir. Türklerin Müslüman olmaya başlamalarından beri silsilesini Hz. Ali’ye dayandıran kuvvetli bir sûfilik hareketi, özellikle göçer ve yarı göçer Türkmenlerin Müslümanlık telakkisindeki Alevilik niteliğini açıklayıcı özelliklerden biridir.
Her ne kadar başka topluluklarca eleştirilse de bütün günlük yaşayışlarında erkek kadar kadının da faal bir rol oynadığı, savaşa dahi birlikte katıldığı bu topluluklarda, tabiî toplum yaşayışında olduğu gibi dini yaşayışta, örnek olarak zikir meclislerinde de kadın hiç yadırganmadan yer almaktadır.
Mehmet Rami Ayas, Türk topluluklarında yaygın şekilde görülen atalarına ve ulu tanınan kişilere karşı saygı ve sevgi gösterme eğiliminin İslam Peygamberi ve onun Ehl-i Beyt’ine karşı gösterilen sevgi ve ihtiramda etkili olduğunu belirtmektedir. Bu kapsamda, ulu tanıdıkları kişilere ve soylarına derin saygı ve sevgi gösterme geleneğine bağlı olan Türkler de benimsedikleri yeni dinin peygamberi ve onun en yakınlarına karşı duydukları sevgi ve saygı, bu gelenekle kaynaşıp, Oğuzların Müslümanlığında belirli, hatta hâkim bir nitelik olarak kendini göstermektedir.
Başka bir deyişle, dini-tasavvufi zümreleşmenin yaygınlaşarak Oğuz-Türkmen topluluklarının İslamlaşması, yani tabiî toplulukla dini topluluğun aynîleşmesi Türkmenlerin Müslümanlığını, geniş anlamda Alevilik adını alan bir halk dini tezahürü haline getirmiştir. Böylece tarihi-toplumsal ilişkiler içerisinde Anadolu’da kendisini gösteren Aleviliğin prototipi kendini ortaya koymaya başlamıştır. Ayas, öte yandan toptan ihtidalarla İslam’a intisap eden Türklerin, İslam öncesi hayatlarının maddi-manevi birçok unsurunu, anlamını az-çok değiştirerek, İslam’ı kabul edişlerinin sonrasında da muhafaza ettiklerini belirtmektedir.
Ayas’a göre sûfilik, bu çağda en parlak dönemini yaşamaktadır. Hemen bütün İslam dünyasında hâkim anlayış olan sûfilik, Türklerle beraber, tarikatlar biçiminde teşkilatlanmaya başlamıştır. Böylece, fıkıh etkilerinin kuşatamadığı çeşitli Türk topluluklarının hayatlarında sûfiyane tecrübenin meydana getirdiği müsamahakâr bir Müslümanlık kendini göstermeye başlar. İslam öncesi inançlarının çeşitli tema ve motiflerini bir süreklilik içinde bu sûfiyane tecrübeye aktaran Baba, Ata adı verilen din uluları geleneksel norm ve değerlerin korunup, toplumdaki değişmelere uygun şekilde sürdürülebilmesinde etkili bir rol oynamışlardır. Türk topluluklarının hayatiyeti bakımından büyük bir önem taşıyan bu olgu, Yesevilik Tarikatı yaşayışında, bu tarikat zümresinin çeşitli ritüellerinde kendisini göstermektedir.
Her ne kadar başka topluluklarca eleştirilse de bütün günlük yaşayışlarında erkek kadar kadının da faal bir rol oynadığı, savaşa dahi birlikte katıldığı bu topluluklarda, tabiî toplum yaşayışında olduğu gibi dini yaşayışta, örnek olarak zikir meclislerinde de kadın hiç yadırganmadan yer almaktadır. Ancak, Türkmen topluluklarının ahlak telakkisinde bu durumun sakınılacak bir yanı yoksa da onların dışındaki Müslümanlarca, özellikle fakihlerce bu durum gayriahlaki telakki edilmiştir.
Selçuklu Sultanlarının aynı toplumsallığın geleneklerini paylaşmaları, hoşgörüleri ve Erenlere derin saygıları, geniş imparatorluk sahasında bu tür dervişlerin toplanıp mobilize olmalarını kolaylaştırmıştır.
Sufîlik ve Şeriata Uyum
Tasavvufun Türkler arasında bu ilk dönem etkileri Şeyh İbrahim, Arslan Baba gibi önemli sûfiler ortaya çıkarmış, Ahmed Yesevi ile önemli bir zümreleşme ve ilk Türk tarikatı vücuda gelmiştir. Özellikle Ahmed Yesevi’nin karizmatik kişiliğinin etki ve nüfuzuyla doğrudan doğruya Türk toplulukları içerisinde bir dini tasavvufi zümreleşme ve ilk Türk-İslam sûfi tarikatı olarak bilinen Yeseviliğin teşekkülü önemlidir. Ayas, İslami öğretiyi derin telkin gücü olan Türkçe şiirlerle (Hikmet) yayan bu tasavvuf çevresinin, Araplar ve İranlıların ardından ortak kültür sahasına giren Türklerin özellikle dini edebiyat türünün gelişimini hatırı sayılır derecede etkilediğini, böylece bir takım gelenek ve göreneklerin İslami renge bürünmesini sağladığını belirtmektedir.
Ayas’a göre, kaynağını Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği dini öğreti ile onun yaşayışından alan, toplumsal hayatın birtakım bencil menfaat ve gösterişlerine karşı olumsuz tavır alışla neşet eden ve büyük ölçüde Irak ve İran coğrafyasında gelişerek salt dini zümrelerin ortaya çıkmasını sağlayan sûfiyane hayat anlayışı ve onun tezahürleri; ‘esmâ’ ve ‘müsemmâ’ yolları olarak farklılaşmış, Türkmenler, bu birbirinden farklı iki sûfiyane anlayış ve davranış şeklinin kuvvetli biçimde etkisinde kalmışlardır.
Onlar her ne kadar yeni dinlerinin heyecanını taşısalar da geçmişin Kamlarına benzer şekilde cezbeli vecd ve istiğrakları, cehri zikirleri, çalgı eşliğinde semah ve vaazları, alışılmamış ve yadırganan kıyafetleriyle sûfilik meselesinin şeriata uyan ve uymayan yönleri, bu süreçte sıkça tartışılmaya başlanmıştır. Ancak, Selçuklu Sultanlarının aynı toplumsallığın geleneklerini paylaşmaları, hoşgörüleri ve Erenlere derin saygıları, geniş imparatorluk sahasında bu tür dervişlerin toplanıp mobilize olmalarını kolaylaştırmıştır. Böylece, sûfiliğin müsemmâ yolu; Melâmetîliğe bağlı çeşitli sûfi zümreleri ve tarikatları ortaya çıkardığı gibi; esmâ yolu da Seyyid Ahmed er-Rıfaî, Muhyiddin Abdulkadir Geylanî gibi pirlere bağlı, kadınlı erkekli zikir meclisleri kuran, cezbe ve vecd anlarında aşırı davranışlar gösteren (ateşle, yılanlarla oynayan, ateşte kıpkırmızı kesilmiş yassı demirleri yalayan, vücutlarına şiş sokan) ve bütün bunlara ‘burhan göstermek’ adını veren dervişlerin tarikatlarını meydana getirmiştir. Şüphesiz ki bu davranışlar, Türklerin İslam öncesi inançlarının bakiyesi olan ve İslami görüntü altında varlıklarını sürdüren görünüşlerdir.
Ayas, bunların yanında, daha ziyade Horasan’ın şehir ve kasabalarında, işçi ve zanaatkârlar arasında, sûfiliğin olumsuz gördükleri belirli yönlerine bir tavır alış neticesinde ortaya çıkmış bulunan, yine Melâmetîliğin öğretisine bağlı, insan emeğini ve insanlar arası yardımlaşmayı, diğerkâmlığı ön planda tutan Fütüvvet adı altında tasavvufi-iktisadi bir zümreleşme ve teşkilatlanmanın kendini gösterdiğini belirtmektedir. Kısaca, Büyük Selçuklu İmparatorluğu sahasında, Melâmetîlik ve onun Abdallar zümresi; Kalenderiyye, Camîlik, Haydarîlik ve ileride Mevlevîliğin nüvesini oluşturacak Kübrevîlik gibi tarikatlar ile Melâmetîlik neşve ve öğretisiyle teşkilatlanmış Fütüvvet; Kâzerûnîlik, Vefâîlik, Kadirilik, Rifâîlik, Sühreverdîlik, Çiştilik gibi zikre dayanan ve silsilesi Hz. Ali’ye uzanan büyük tarikatlar bulunmaktadır.
Mevlevîler ve Babaîler
Göçebe, yarı göçebe ve yerleşik Türkmenler, değiştirmeden devam ettirdikleri İslam öncesi maddi ve manevi kültürlerini, özellikle sûfiliğin kuvvetli etkisiyle İslamiyet’le bağdaştırmasını bilmişlerdir. Anadolu’da birçok yere isimleri verilmiş olan, alın terleriyle dağ başlarında yer açıp yerleşen, boş, kimsesiz bölgeleri bayındır hâle getiren, bağ ve bahçe yetiştiren dervişlerin Anadolu ve Balkanların kolonize edilmesinde belki de en önemli etken olduğu söylenebilir. Bu dervişlere eşlik edecek şekilde uçlardaki her ilerleyişlerinde benzer zaviyeler ve köyler meydana getirerek toprağa yerleşen bir takım göçebe oymaklar da görülmektedir.
Moğolların ortaya çıkışı ve yayılmasıyla, onlardan uzaklaşma ihtiyacının ortaya çıkardığı nüfus hareketliliği, uçlardaki birikimi arttırmış ve bu dini sûfiyane görünüşü daha çok canlandırmıştır. Bizans ve Kilikya sınırlarını yurt edinmek durumunda olan bu insanlar, boş ve ıssız bölgelerde, birçoğu aşiret ve oymak şeyhi olan beylerinin veya gene nüfuzlu mürşitlerin kurdukları zaviye ve mescitleri çevresinde, göçebe hayatlarının gereklerini aksatmayacak şekilde yerleşik yaşayışa geçmişlerdir. Bu boy ve oymak şeyhi beyler yahut boy ve oymak beylerini de etki ve nüfuzu altında tutan mürşitler; Babalar, Abdallar, Bacılar ve Ahilerdir. Ayrıca, İslam’dan önce, teşkilatlı bir varlık göstermiş olan Alpler, İslamiyet’e intisapları sonrasında az çok farklı, yeni bir insan tipi olarak Alperen adıyla görülmektedir. Demek ki, bu toplulukların bir kısmı tabiî zümre karakteri gösterdiği gibi, bir kısmı da özdeş dini zümre görünümündedir.
Mevlevîler, devletle olumlu ilişkiler kurup sürdürmek bakımından Babaîlerin devrimci çizgisinden uzaktırlar. Mevlevîlik, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarında aristokrasi ve yüksek bürokratların tarikatı olagelmiştir. Bu iki tarikat zümresini karşılaştırmak gerekirse Mevlevîliğin evrensel, Babaîlerin ise daha etno-dinsel bir nitelik gösterdiği söylenebilir.
Ayas, meydana getirdikleri etkinin sürekliliği ve çapı bakımından iki tarikat zümresine dikkat çekmektedir; bunlardan ilki, aynı zamanda Anadolu’da tespit edilen ilk dini zümre ve tarikatlardan biri olan ve hemen bütün Alevi-Türkmen boy ve oymaklarını nüfuzu altında tutan, Vefaîlik tarikatından Baba İlyas Horasani’ye bağlı yaygın bir tarikat zümresidir. Pirleri Baba İlyas’a nispetle Babaîler adıyla tanınmıştır. Ayas’a göre tamamıyla kavmi bir nitelik taşıyan Babaîler hareketi kendilerine karşı olumsuz tutum takınan devlet otoritesiyle şiddetli bir çatışmaya girmiş ve böylece devletin çöküşünü hızlandırmakla birlikte, ileride Bektaşiliğe dönüşerek yeni bir siyasi gücün, hatta bir imparatorluğun hazırlayıcısı olması bakımından önemli bir toplumsal rol oynamıştır.
Anadolu Selçukluları ve sonrasında Osmanlı medeniyetlerine yaptığı katkı bakımından büyük önem taşıyan Anadolu’daki diğer bir tarikat zümresi ise Mevlevîliktir. Piri, Mevlâna Celâleddin Muhammed Belhi (Rumi)’dir. Çağrısı bakımından evrensel bir nitelik taşıyan Mevlevîlik, yüksek seviyede bir dini hayatı, son derece incelmiş bir estetikle yaşatmaktadır. Kübrevîlik tarikatına mensup olan ve babası Bahaeddin Veled’in ölümü sonrasında bu zümrenin mürşidi olan Mevlâna, Tebrizli bir sûfi olan Şems ile tanışması sonrasında vaaz kürsüsünü ve medrese hocalığını bırakarak önceki normatif dini hayatından uzak, daha derunî, coşkun ve sanatkârca bir dini tecrübenin içine girmiştir. Musikî ile sema ederek bu dini tecrübeyi amelî olarak da ifade eden Mevlâna’nın dünyadan ayrılması sonrasında Mevlevîlik, özellikle oğlu Sultan Veled ile kurumlaşma aşamasına girmiştir.
Şehirli bir tarikat zümresi olması, ayrıca dilde Fars kültürünün bir uzantısı gibi göründüğü için, Türk toplulukları arasında kimi zaman yadırganmakla birlikte Türkmen topluluklar gene de Mevlevîliğin etkisinden uzak kalamamışlardır. Mevlevîler, devletle olumlu ilişkiler kurup sürdürmek bakımından Babaîlerin devrimci çizgisinden uzaktırlar. Mevlevîlik, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarında aristokrasi ve yüksek bürokratların tarikatı olagelmiştir. Bu iki tarikat zümresini karşılaştırmak gerekirse Mevlevîliğin evrensel, Babaîlerin ise daha etno-dinsel bir nitelik gösterdiği söylenebilir.
Sonuç olarak Ayas’ın çalışması, Türkiye’deki ilk tarikat zümreleşmelerini, bünyesinde muhafaza ettiği İslamiyet harici dinsel, kültürel, felsefi etkilerle İslamiyet’in ortodoks yorumlarından kimi yönleriyle ayrışan, barındırdığı kavmî ananelerin varlığıyla da otantik Türk kültürünün taşıyıcısı olmuş ve böylece etno-dinsel bir yapı da arz eden teşekküller olarak tanımlamaktadır. Tarihsel süreç içinde bu toplumsal gruplaşmaların taşıyıcı unsuru olan çeşitli Türk boylarının uzun zaman yaşadıkları Orta Asya ve havalisinde, sonrasında ise Anadolu coğrafyasına tedricen göçleri sırasında benimsedikleri ve etkisinde kaldıkları farklı inanç ve kültürlerin, sonradan içine dahil oldukları İslamiyet ile bağdaştırılması sonucu ortaya çıktığını belirtmektedir. Ayas’a göre bu zümreleşmeler, devletle kurdukları ilişkinin yanı sıra varlık felsefeleri, ritüel pratikleri, kadınlara ibadette ve toplumsal hayatta gösterdikleri eşitlikçi tutum ile insanı ve kâinatı tahayyül ediş biçimleri gibi bileşenleriyle birbirlerinden ayırt edilmekte, belirli yönleri itibarıyla senkretik ve heterodoks denebilecek bir yapı arz etmektedirler.