Akademisyen Araştırmacı Doç. Dr. Zehra Yılmaz ile gençlerin dinle ilişkisi, gündemindeki yeri, taşra ve metropol gençliği, ateizm-deizm tartışmaları ve toplumsal dönüşüm üzerine konuştuk…
Zehra Yılmaz Kimdir?
2013 yılında Ankara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünden doktorasını aldı. Doktora tezi, Dişil Dindarlık: İslamcı Kadın Hareketi’nin Dönüşümü başlığıyla İletişim yayınları tarafından basıldı. 1 yıl ABD’nin Georgetown Üniversitesi’nde İslam ve Kadın Hakları üzerine çalıştı. Hollanda Leiden Üniversitesi’nde ise 2 yıl boyunca Türk göçmenlerin gündelik hayatı ve İslam ilişkisi üzerine çalışmalar yürüttü. Halen Van YYÜ’nde öğretim üyesidir.
İnsanlar arası ilişkilerde kimliklerin ötesinden bir yaklaşıma sahip olmak farklı kimliklerle bir arada ortak yaşamın kolaylaştırıcı bir formülü olabilir mi?
Olabilir elbette, ama hepimiz biliyoruz ki verili kimliklerimiz bazen bizim için çatışma bazen de konfor alanlarımızdır. Bu politik olmanın da ötesinde insani bir durum. Dinimiz, etnik ya da mezhepsel kimliğimiz, cinsiyetimiz, ulusal kimliğimiz, hatta bölgesel kimliğimizden de söz edebiliriz. Ortadoğulu olmak, Türkiye’de Rumeli göçmeni olmak gibi çoğaltabiliriz kimliklerimizi. Bunların tümünün içine doğarız. Çoğu zaman bu kimliklerimiz politik tutumumuzu da belirler.
Son dönemde insan psikolojisi ve siyasal eğilimleri arasındaki ilişkiyi analiz eden çokça çalışma yapılmaya başlandı. Bu çalışmalar bize önemli şeyler söylüyor, bir insanı “solcu” yapan değişkenlerle, “sağcı”, “İslamcı” ya da “devrimci” yapan değişkenlere bakıldığında kişinin psikolojisinin ve aynı zamanda çevresinin oldukça belirleyici olduğu ortaya çıkıyor. Hepimiz belli bir çevrenin içine doğuyoruz ama o çevre ile eklemlenme şeklimiz birbirinden farklılaşıyor. Bu farklılaşma siyasal eğilimlerimizin belirlenmesinde, dinle ve kültürle ilişkilenmemizde belirleyici oluyor. Sınıfsal farklılıklarımız da aslında verili, ama demokratik siyasal sistemlerin içinde sınıfsal konumlarımızın daha dinamik bir yapısı var. Yani belli bir sınıfın içine doğmuş olsak da bu zamanla değişebiliyor. Öte yandan sınıfsal konumumuz farklı kimliklerimizle de kesişebiliyor.
Öyleyse bir formül peşinde koşacaksak eğer, –ki topluma yön vermenin bir formülü olduğunu hiç düşünmem– kimlikleri yok sayarak değil, tanıyarak yol almanın daha demokratik bir yol olduğunu söyleyebilirim.
Bu pürüzsüz olamaz, mümkün değil zira sınıfsal farklılıklarımız ve kimliklerimiz üzerinden yaşadığımız kırılganlıklarımız aynı değil. İllaki ortak bir zeminimizin de olması gerekmiyor, ama hepimizi koruyan hukuki zemin şart. Sürekli ortaklıklar arama çabasını da çok zorlama buluyorum, toplumsal çelişki ve zıtlıklar ortadan kaldırılabilir değil, bu çelişkiler toplumsal ilerlemenin de dinamiği, ama mesele tüm bu ilerlemeyi sağlayabilecek, ifade edebilecek hukuki zemini bulabilmek.
Sizce gençlerin dinden uzaklaştığı tezini savunanların dayanakları nelerdir?
Öncelikle gençlerin dinden uzaklaştığı tezine mesafeli yaklaştığımı söyleyeyim. Bu tam olarak uzaklaşma mı yoksa dini önceki kuşaktan farklı yorumlamak mı çok emin değilim. Ayşe Böhürler, “bizim mahalleden” diye tanımladığı bir akademisyenin çalışmasına dayanarak ‘din yorgunu’ gençlerden söz etti ve sanırım böylece konu popüler olarak tartışılmaya başlandı. Şimdi ilk önce bu ‘bizim mahalleden’ başlayalım. Artık İslamcılar için bir mahalle yok. İslamcılar ve özellikle de kadınlar açısından kült eser sayılan Huzur Sokağı romanında, çoğunlukla dindar, yoksul ve mütevazı yaşayan insanların olduğu bir sokaktan söz ediliyordu, aynı zamanda bir kadının dindarlaşma ve örtünme serüveni anlatılıyordu. Bu roman bir kült olarak kabul edilir, çünkü İslamcılığın 1970’ler ideallerinin, hayat tarzının, duruşunun özeti gibidir anlatılanlar. Fakat aslında 1990’larla birlikte ama 2000’lerle hızlanarak İslamcılar önce Şule Yüksel Şenler’in mahallesini tasfiye etti. Bunu seküler insanlar ya da iktidarlar yapmadı, bizatihi İslamcılar kendi elleriyle yaptı. Bunu eleştirmek için söylemiyorum, bir tespit olarak belirtiyorum. Artık gettolara sıkışmış, inancı ya da kültürel sermayesi dolayısıyla eğitim olanaklarına ulaşamayan bir kesimden söz etmiyoruz. “Dindar”, “İslamcı” gibi tanımladığımız kesim içinde hem sınıfsal hem de kültürel bir dönüşümün olduğu açık. Bunu uzun uzun anlatmayacağım, çokça konuşuldu zaten. Fakat bunun dindarlaşmaya ya da dini yaşama biçimine de etkisi olacağı açıktı.
Bugün Türkiye’de İslam anlayışını domine eden kesimler diyor ki; biz değişelim, hayatımız değişsin, dünya nimetleri ile ilişkimiz değişsin ama dindarlığımız öylece kalsın. En nihayetinde inanç ilahi bir kaynağa dayansa da hayatın içinde şekillenir.
Gençliğin Dinle İlişkisindeki Yenilik
Doğal olarak tüm bu değişikliklerin yeni nesil üzerinde de etkisi olacak. Bana kalırsa gençliğin dinle ilişkisindeki yenilik bu dönüşümün bir parçası. Buradan yola çıkarsak, gençlerin dinden uzaklaştığını söyleyenler öncelikle yeni neslin dini kendileri gibi yaşamadığını öne sürüyor. Bu doğru, ama bu dinden uzaklaştıkları anlamına mı gelir? Bir kısmı için olabilir, sadece Türkiye’de değil bütün dünyada ateist ve deistlerin sayısı artıyor. Ancak bana kalırsa Türkiye’de asıl rahatsız olunan şu; kendisini Müslüman tanımlayan gençler artık camiye gitmiyor, namaz kılmıyor, oruç tutmuyor, dini ritüellerden ve kurumlardan hızla uzaklaşıyor. Bu da sözü edilen gençliğin dini öğretiler ve bu öğretilere dayanarak kurulmuş geleneksel kurumlar aracılığıyla denetlenebilir olmasını engelliyor.
Rahatsız olunan (gençlerde) kendi denetimleri dışında yeni bir Müslümanlık anlayışının ortaya çıkması, yoksa deist ya da ateist sayısının artması değil.
Cumhuriyet tarihinde olmadığı kadar cami yapılıyor, ama camiye giden genç yok. Diyanet’e tüm bakanlık ve kurumların üzerinde bütçe aktarılıyor, Diyanet’in bastığı yayınları okuyan, takip eden ve faaliyetlerine katılan genç bir kalabalıktan söz edemiyoruz.
Bu yurt dışında da böyle… Geçtiğimiz 2 yıl Hollanda’da bir saha araştırması yürüttüm, Türkiye yurt dışında da Diyanet’e çok büyük kaynak aktarmasına rağmen Diyanet dindar gençler için bir çekim merkezi değil. Genç bir kadın bana dönüp; “İslam dünyası camiden daha büyük, kendimi cami ile sınırlandıramam” dedi. Bence bu çok radikal bir çıkıştı, ama gençliğin yeni eğiliminin de özeti nitelinde bir cümleydi.
İngiliz Sosyolog Grace Davie’nin gençlerin inançtan uzaklaşmak yerine kurumsal dini yapılardan uzaklaştığı şeklinde özetlenebilen ‘’aidiyetsiz inanç’’ yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Davie’ye kesinlikle katılıyorum. Yeni olan şey kurumsal dinden uzaklaşma, ama Davie’nin daha ötesine giderek şunu söyleyeyim; gençlik, dini daha spirütüel bir anlayışla yaşama derdinde.
Kısa bir süre önce Türkiye’de genç biriyle sohbet ederken, ailesinin Milli Görüşçü olduğunu, ama onun kendisini politik olarak queer ve solcu olarak tanımladığına şahit oldum. Dinle olan ilişkisini sorduğumda, Allah’a inandığını ama tüm ritüel ve kuralları sorgulanabilir bir çerçevede kenara koyduğunu söyledi.
Gençler kendilerini kurallar, ritüeller ve bunun üzerinden onları denetleyen kurumlar üzerinden tanımlamak istemiyor.
Tüm bunlara uzaklar. Görüştüğüm gencin sözüyle ifade edersem, gençler “dinin soğuk değil, sıcak” yani insana iyi gelen tarafıyla meşguller. Bu neoliberalizmin de desteklediği aşırı bireyselleşme ile de ilişkili tabi ki. Gençler için artık arkadaşlık komünitesinden bile bahsetmek zorken, kendilerini bir İslam komünitesine ait hissetmelerini beklemek ütopik olur. Özellikle de belli bir hiyerarşiye dayalı komünitelerin tümüne çok mesafeliler.
İnanç tartışmalarının siyasi erklerin gündeminde yer edindiği kadar gençlerin gündeminde yer aldığını düşünüyor musunuz?
Kesinlikle gençlerin de gündeminde, ama siyasi erklerle aynı biçimde değil. Günümüz gençleri din üzerine önceki kuşaktan farklı kaynaklardan besleniyor ve din üzerine düşünüyor. Bence bugünün gençlerinin önceki kuşaktan en temel farklılığı kendi üzerine çokça düşünmesi, toplumdan önce kendisini düşünüyor. Elbette dönemin hiper-öznellik vurgusuna dindar gençler de dahil. Gençler tarafından din de kendi üzerine düşünmenin bir parçası olarak ele alınıyor. O nedenle spiritüel bir din yorumu yapılıyor dedim. Kendine iyi geldiği kadar dinle ilişkileniyor. Oysa önceki kuşağın dinle ilişkisi toplumsal, bu nedenle dini yorumlama ve yaşama biçimi de farklı.
Hollanda’daki dindar 3. nesil kadınlar üzerine araştırmamda, manevi rehberlik merkezlerinin türediğini gördüm. Özellikle de dindar gençler, en çok da kadınlar arasında bu merkezlere başvuranların çoğalması oldukça dikkat çekiciydi. Neden buralara gidiyor gençler? Demek ki kurumsal din çözülüyor derken bir daha düşünmeliyiz. Evet, tarihsel olarak kurulmuş geleneksel kurumlar eleştiriliyor ve çözülüyor ama bunun yerine yeni kurumlar üretiliyor. Bunlar daha bireysel sorunlara yönelik hizmet veren, dinle pozitivist bilimin sentezinde ‘melez’ çözümler üreten yerler. Artık sadece kendi mahallesinde yaşamayan yeni Müslüman’ın sosyal hayatındaki, içsel dünyasındaki çelişkilere cevap verebilen, onun bireyselliğini ve yaşadığı meselelerin biricikliğini tanıyan kurumlar türüyor. Eskiden cami imamına giderek, cemaat liderine ya da kendi mahallesindeki dindar, ehil kişiye sorarak çözülen sorunlar; artık dinle pozitif bilimin kesiştiği alanlarda, “profesyonel” hizmetler olarak alınıyor. Bu çok önemli bir değişim.
Gençlerin ileri yaşlardaki insanlara kıyasla daha seküler ve modern ideolojilere yatkınlık göstermesi bir arayış mı yoksa kaçış mı?
Her ikisi de olabilir. Biri diğerini dışlamaz ki. Ama ben “kaçış” kavramı yerine “kaçınılmaz” kavramını yeğlerdim. Bir gencin arayış içinde olması ve nihayetinde hayata dair önceki dönemden farklı pozisyon almasının “kaçınılmazlığından” daha doğal ne olabilir ki? Bence tuhaf olan bunun dışındaki durum! Sorunun içindeki “arayış” ve “kaçış” kavramlarının birlikte kullanılması bile günümüzde gençliğe nasıl bakıldığını ele veriyor: toy, gelişmemiş ve olmamış bir kitle. Oysa 1970’ler hatta 1990’larda bile tam da bu kaçışta olan her ideolojiden gençler gündemi belirliyordu. 2000’ler sonrası bence tüm dünyada en çok orta yaşa değer yükleniyor. Yaş skalasında da orta yaşın aralığı sürekli genişletiliyor. Dünya ve elbette Türkiye’de orta yaş muhafazakarlığını temsil eden bir “olgunluk”, ama genç bir “görünüm“ talep ediliyor bireyden. Biz bunu çeşitli veçheleriyle görüyoruz hayatımızda. Estetik sektörünün bu kadar yaygınlaşmasını da orta yaş iktidarı ile ilişkilendiriyorum.
Yaş Hiyerarşisi Tersine Döndü
Günümüz neoliberal kapitalizmi yaşlılığı bir değer olmaktan çıkardı. Bunu biliyoruz artık. Yaşlı olan artık âtıl, sözüne ve iktidarına güven duyulmayan kitleyi işaret ediyor. Yaş üzerinden kurulan hiyerarşi tersine döndü. Zira inanılmaz bir “çocukluk dönemi” vurgusu var. Bütün yatırımı, hatta daha o doğmadan, çocuğa yapıyoruz. Öyle bir eğilim ki, daha 6 olmadan çocuğa ne yaptık ettik, sonrasında bir gelişme artık imkânsız gibi bir düşünce pompalanıyor ve bunun üzerinden bir “çocukluk” ideolojisi üretiliyor.
İslamcı hareket, kadınları eve bağlamak için bu çocukluk ideolojisi dediğim düşünme biçimini çok sevdi ve kullandı. Aile, anne politikalarını da “bilimsel” yolla gerekçelendirdi böylece. Ama çocukluğu aile-kadın politikalarıyla bu kadar yüceltirken, yaşlı, bilen ve ehil olanın sözünün dinlenmemesini sorun olarak göremezsin. Geleneksel yaş hiyerarşisini çözen bu çocukluk ideolojisini benimsersen, yaşlıyı atıllaştıran, iktidarı sorunsallaştıran, hiyerarşiyi çözen yeni anlayışlara da direnemezsin. İslamcılıkta bilindiği üzere “ecdad” pek bir önemli meseledir. Oysa yeni ideoloji ecdadı değersizleştiriyor; ama buna orta yaş iktidarıyla alternatif yollar da arıyor.
Gençliğin hala olmamış, çocukluğun devamı gibi görülmesi de Türkiye’de muhafazakarlığın ve muhafazakâr din anlayışının yükselişinin bir parçası. Orta yaşlılar her şeyi bilen özne olarak kendisini yeniden kurguluyor. Kendilerini ecdat ile gençlik arasında bir yerlerde, muktedir gören orta yaşlılar, gençliğin sözünü değersiz kılmayı kendine hak görüyor.
Bugün de gençliğin dindarlıkla olan ilişkisinden rahatsız olanlar yaşlılar değil, orta yaşlılar. Özetle değer atfedilen 2 yaş aralığı var, biri çocukluk diğeri ise orta yaşlı olmak. Yaşlılar üzerine artık kimse düşünmezken, gençlik bu iki grup arasında muğlaklaştırılıyor.
Fakat şunu unutmamak gerek, İslamcı gençler önceki jenerasyona göre toplumsal olarak daha çoğulcu bir ortamda yetişti; ama tek bir iktidarın içine doğdular ve büyüdüler. Kendi büyüme süreçlerinde İslam’ın dünyevileştiği, her şeyi açıklayan, her şeyde başvurulan ve bu nedenle de yaygınlaşan bir inanış ama aynı zamanda da ideolojiydi. Bu nedenle İslam’ın dünyevileştiği düşüncesine katılıyorum ama “modernleşme” ile ne kastedildiğini gerçekten anlayamıyorum.
İslamcılıktan söz ediyorsak eğer, İslamcılık zaten çıktığı dönem ve takındığı tutum itibariyle modern bir ideolojidir. Sıradan Müslümanlıktan bahsediyorsak da modernizmin değil, post-modernizmin yükseldiği dönemde İslam’ın dünyevileştiğini akılda tutmak gerek. Bu anlamda Müslümanların yaygın olarak modernleştiği fikrine katılmıyorum, ama son yirmi yılda İslam’ın taşralı bir ideoloji haline dönüştüğünü söyleyebilirim.
Son 20 yılda İslamcılıkta, ne köylülüğün otantikliğini ne de kentlinin kozmopolitliğine haiz olmayan, dünya nimetlerinden hunharca faydalanmaya çalışan, her şeyi kendine hak gören, rövanşist ve cüretkar bir taşralılık hakim oldu ve bu anlayış yaygınlaştı.
Bu taşralılıkla bulanmış İslamcı görünüm, hem entelektüel ve hem de siyasal olarak iktidar alanlarını gasp etti. Gençlerin tepkisi de bu taşralılığa aslında, o nedenle biz bugün deizmi ya da kurumsal İslam anlayışına tepkileri metropol gençliği üzerinden tartışıyoruz. Taşradaki dindar gençler henüz kendilerine ve kendi cemaatlerine bu kadar keskin bakamıyorlar. Bu keskinlik için kendi cemaatinin dışına çıkman gerek, bu taşrada pek mümkün değil.
Metropol ve Taşra Gençliği
Örneğin “modernleşme” olarak en çok tartışılan konulardan biri kadın-erkek ilişkilerindeki değişim. Kız erkek birlikte eğitim alan, sosyalleşen gençlere taşralı fikirlerle bezenmiş cinsiyet ilişkileri dayattığında ister istemez bir tepki doğuyor. Örneğin metropollerdeki dindar gençler, LGBTQ hareketine taşralı Müslümanlar gibi bakmıyor. Çünkü bir sürü bu hareketin içinden insanla temas ediyor, karşılaşıyor, kimisi vegan olmayı tercih ediyor ya da veganlarla bir araya geliyor, bu nedenle kurban bayramını yeniden düşünüyor. Bunların tümü “kaçınılmaz” olarak gerçekleşiyor.
Peki Türkiye’de gençler üzerinden dindarlık, deizm ya da ateizm vb. tartışmalarının doğru temelde yapıldığını düşünüyor musunuz?
Hayır, bu tartışmanın doğru bir temelde yapıldığını düşünmüyorum. Bir kere sanki homojen bir gençlik varmış ve hepsi topyekûn aynı şeyi yaşıyormuş gibi kurguluyoruz ve öyle açıklamalar yapıyoruz. Üzerine tartışma yürüttüğümüz gençler çoğunlukla büyük şehirlerde yaşayan ve üniversite eğitimi alan gençler. Ben son 5 yılda Türkiye’nin taşrasında da ders verdim merkezinde de. Gençlerle bir aradayım. Metropolde yaşayan gençlerin arayışlarıyla, taşradaki gençlerin arayışları birbirine denk değil. Sınıfsal farklılıklar da çok önemli bir değişken. Alt sınıftan gençlerin temel derdi iş bulmak, çoğu ailesini de geçindirmekten sorumlu. Bugün iş bulma olanaklarına daha hızlı erişebilmek için din konusundaki kafa karışıklıklarını, varsa bile, bir tarafa bırakıp WhatsApp durum paylaşımlarından bolca mevlit kandili kutlaması yapan çokça öğrenci gördüm. “Mış” gibi yapmak, insanın bir süre sonra taklit ettiğine dönüşmesine de neden oluyor. Zaten mevzu da, önemli olan da o değil mi, evde ne yaptığından çok kamusal alanda nasıl göründüğün ve neyi temsil ettiğin, neyi yaygınlaştırıp meşru kıldığın.
Öte yandan din konusundaki sorgulama bağlamında çok başvurulan bir açıklama olan bireyselleşme de aynı biçimde nüksetmiyor gençler arasında. Ekonomik ve sosyal olarak aileye bağımlılığın devam etmesi çoğu genç için bireyselleşme ve ona bağlı olarak bağımsız düşünme önünde önemli bir engel. O nedenle gençlerin dinle ilişkileri aynı değişkenliklere tabi değil.
Hatta metropollerde yaşayan dindar gençler de homojen değil, kimisi kadın hakları üzerinden dindarlığı yeniden ele alıyor, kimisi anti kapitalist Müslümanlar içinden konuşuyor, kimisi tarihselci okumaların peşinde, kimisi daha bireysel bir yerden bakıyor… Mevzunun hetorojenliğini dikkate alarak tartışmaları yürütmek gerekir.
Bu değişkenlerin en önemli olanlarından biri de cinsiyet. Ailelerde çoğunlukla eğilim, özellikle kız çocuklarını din üzerinden denetlemek ve örtünmeye zorlamak. Burada Mehmet Akif Şen’in de bir araştırmasına referansla söylersem; dindar genç erkekler bile artık örtülü bir kızla evlenmek istemiyor, dindar olsun ama örtülü olmasın diyor. Erkekler bunun tarihsel, sosyolojik ve siyasi yükünü örtülü eş üzerinden taşımak istemiyor. Ama kızlar bu yükü taşımaya zorlanıyor. ‘’Yalnız Yürümeyeceksin Platformu’’ bu yükü taşımak istemeyen dindar kızları bir araya getiren bir alan. Muhafazakâr dindar ailelerin kız çocuklarına yaptıkları baskıya karşı bir tür iç dökme alanı. Özellikle bu platformdaki paylaşımları takip ettiğimde, görüyorum ki gençlere çeki düzen vermeyi bırakıp, İslamcı cenah bu orta yaş grubunun tutumu üzerine düşünmeye başlasa daha iyi olur.
Pek çok araştırmada olduğu gibi geçtiğimiz aylarda yayınlanan Türkiye İnanç ve Dindarlık Araştırması (TİDA) raporuna göre gençler yaşlılara nispetle daha mutsuzlar. Bu durumun inanç dünyası ve hayattan beklentilerle nasıl bir ilişkisi olabilir?
TİDA araştırmasında sözünü ettiğim heterojenlik görülmeye çalışılmış aslında. Farklı bölgeler, cinsiyet ve yaş gruplarına göre dindarlık ölçülmeye çalışılmış. Araştırmayı yapan grup içinde değildim, bu sorunun onlara sorulması daha iyi olabilir. Ama araştırma sonuçlarına şöyle bir baktığımda mutsuzluk oranlarının kendisini ateist, deist olarak tanımlayanlarının oranından çokça yüksek olduğunu görüyorum. Sadece buna bakarak bile dinle ya da dindar olmakla mutluluk arasında doğrusal bir ilişki kurulamayacağını söyleyebiliriz. Öte yandan yaşlılar ve gençler arasındaki mutluluk ya da mutsuzluk farkına gelince, yaşlıların bir sistemden, yaşadığı yerden temel beklentisi istikrardır. Genç ise yaşadığı yerin kendisine öncelikle umut vadetmesini ve fırsatlar yaratmasını bekler. Türkiye tarihsel olarak baktığımızda görece istikrarlı, yarattığı tüm gerilimlere rağmen siyasi ve idari olarak belli bir sürekliliği yakalamış bir iktidar tarafından yönetiliyor; ama öyle görünüyor ki istikrar umudu beraberinde getirmiyor.
İstikrarına rağmen gençler için Türkiye umut vaat eden bir ülke değil. Zaten Türkiye’de gençlerin çoğu mutsuz ve ilk fırsatta ülkeden gitmek istiyorsa, memleket adına umut yüklü olmak oldukça iyimser bir tavır olur.
Yine TİDA’nın raporuna göre gençlerde deizm ve ateizm oranı ileri yaşlara göre daha yüksek olsa bile bu durumun felsefi ve teolojik değil sosyolojik bir dönüşüme işaret ettiği vurgusuna katılıyor musunuz?
Teoloji ile sosyolojiyi birbirinden ayırabilir miyiz? Ben bu sorunun cevabını çok net “Hayır” olarak verebilirim. Fıkıh tam da teoloji ile sosyolojinin kesiştiği yerdir. Fıkıhta dini ilkeler topluma göre yorumlanır. Sosyolojik değişiklik dini anlama ve yaşama biçimini değiştiriyorsa, teoloji buna nasıl direnebilir? Bu ikisi eşgüdümlü süreçlerdir. Biri diğerini ya yakın takip eder ya da eşgüdümlü ilerlerler. Nihayetinde dinle hayat arasında ontolojik bir birliktelik vardır.